Irk, toplumsal cinsiyet ve sınıf: Cinsiyetler Arası Toplumsal İlişkiler ve Kesişimsellik, bu üç toplumsal ilişkinin nasıl eklemlendiğini anlayabilmemiz için değerli bir teorik çerçeve sunuyor. Kitapta yer alan yazılar Gülnur Acar Savran tarafından derlendi ve yine onun kaleme aldığı kapsamlı ve yol gösterici bir sunuş metniyle yayına hazırlandı. Derlemede imzasını gördüğümüz feminist yazarların ortak özelliği Fransa ile Quebec coğrafyasında yaşıyor ve Fransızca yazıyor olmaları. Daha da önemlisi, kendilerini çeşitli maddeci feminizmlerden biri olarak nitelendirirken yeni bir akım oluşturacak şekilde ortak kavramlara başvuruyorlar. “Cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler” ekolüne yakından bakmak üzere Gülnur Acar Savran ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Maddeci feminizm dendiğinde ilk aklımıza gelen ve en çok başvurduğumuz yazar Christine Delphy. Derlemeyi okurken “cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler” ekolünün, Delphy’nin metinlerine yeni boyutlar ve derinlik kazandırdığını düşündüm. Elimizdeki metinler maddeci feminizme nereden, hangi argümanla bağlanıyor?
Her şeyden önce bu ekolün yazarlarının maddeci feminizmden ne anladıklarını açmak gerekiyor. Onlara göre tekil haliyle “maddeci feminizm” Christine Delphy ve Nouvelles questions féministes dergisi etrafında bir araya gelmiş olan feministleri tanımlayan bir terim. Kendilerini ise çeşitli maddeci feminizmlerden biri olarak görüyorlar. Delphy ve arkadaşlarıyla aralarında hem bir süreklilik var hem de bir dönüşüm ve farklılaşma.
Hep bildiğimiz gibi maddeci feminizm emek kavramının içeriğini genişletir, tanımını değiştirir. Bunu da esas olarak karşılıksız ev emeğini kavrama dahil ederek gerçekleştirir. Cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler ekolüne göre, bu şekilde genişletildiğinde emek kavramı artık, kadınların tüm zamanına el konması ve yaşamın üretilmesi boyutlarını taşımaktadır: Emek, yaşamın üretilmesine yönelik tüm insan faaliyetlerini kapsar. Emek kavramının bu şekilde zenginleşmesini Delphy’nin ev emeği kavramına borçlu kısacası söz konusu ekol.
Öte yandan cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler, antagonistik yani çatışmalı, emek sömürüsüne dayalı ve toplumun bütününü enlemesine kesen ilişkiler olarak tanımlanıyor; hatta cinsiyet kategorileri bu çıkar çatışması, egemenlik ve sömürü temelinde sınıf olarak nitelendiriliyor. Söz konusu ekolün köklerinin bu yanıyla da Delphy’de yattığını söyleyebiliriz.
Üçüncü olarak, Delphy ve arkadaşları (Colette Guillaumin ve Nicole-Claude Mathieu) S. De Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözüne hak ettiği ağırlığı tanıyarak, Butler’dan çok önce cinsiyet kategorilerini yapısökümüne uğratmış, yani cinsiyet – toplumsal cinsiyet ilişkisini tersine çevirerek, cinsiyet kategorilerini oluşturanın egemenliğe dayalı toplumsal cinsiyet ilişkisi ya da kadın-erkek sınıfları arasındaki ilişki olduğunu ileri sürer. Cinsiyet kategorilerinin radikal bir şekilde doğallıktan arındırılması anlamına gelir bu. Ele aldığım yazarlar da aynı şekilde cinsiyetler arası toplumsal ilişkilerin cinsiyet kategorilerini ürettiğini savunuyorlar.
Maddeci feminizm ile ayrıştıkları noktalara bakacak olursak “cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler”, “yaşamın üretilmesi” gibi yeni kavramlar çıkıyor karşımıza. Yazarlara göre cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler nasıl tezahür ediyor? Bunun klasik patriyarka tahlilinden farkı nedir?
“Klasik patriyarka tahlili”nden söz etmek bence biraz zor. Patriyarkayı çeşitli feministler birbirinden tümüyle farklı biçimlerde tanımlıyor. Ayrıca bu yazarlar da yer yer kullanıyor patriyarka kavramını. Örneğin Danièle Kergoat “patriyarkal sistem olarak biçimlenmiş cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler”den söz ediyor bu derlemeye almadığım bir yazısında (Eleştirel Feminizm Sözlüğü’nde [dipnot yayınları, 2015] “Cinsiyete dayalı iş bölümü ve toplumsal cinsiyet ilişkileri” maddesi). Patriyarka terimi başka yazarların yazılarında da geçiyor. Ama yazarlar özgül olarak Delphy’nin patriyarka kavramından kendilerini ayrıştırıyorlar ve cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler anlayışını o biçimiyle patriyarka kavramının yerine geliştiriyorlar. Onlara göre Delphy’nin patriyarka kavramı büyük ölçüde yapısalcılıktan etkilenmiştir ve onun taşıdığı sakıncaları taşır: Devingen olmayan, statik bir kavramdır bu. Bu eleştiriye ben de tümüyle katılıyorum, Delphy’nin patriyarka kavramının adeta kendi içine kapalı bir yapıyı ifade ettiğini söyleyebilirim. Bunun başlıca nedeniyse aile içine hapsettiği kadın emeği anlayışı. Oysa bu yazarların geliştirdikleri cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler anlayışında tümüyle dinamik, kapitalizm ve ırkçılıkla karşılıklı olarak birbirini etkileyen ve oluşturan ilişkiler söz konusu. Sınıf, ırk, cinsiyet ilişkileri kendilerini yeniden üretirken aynı anda birbirini de karşılıklı olarak üretiyor.
Öyleyse Delphy ile bu yazarların kadın emeğine yaklaşımlarına bakalım. Bu dışa kapalı, aile-içi sömürüden ibaret emek kavramının yerine yazarlar, bizim zamanında ücretli emek/ücretsiz emek kıskacı olarak ifade ettiğimiz ev emeği ile ücretli emek arasındaki sürekliliğe dayalı bir kadın emeği anlayışı geliştiriyorlar. Bu sürekliliği cinsiyete dayalı iş bölümü kavramı kuruyor. Bu iş bölümünün ikili bir anlamı var: Kadınların hem daha az değerli ve prestijli işlere hem de yeniden üretim alanına ve ev işlerine tahsis edilmesi anlamına geliyor. Bu iş bölümünün bütünlüklü olarak tahlil edilmesi ise ancak ev içi alanda sürdürülen faaliyetle çalışma yaşamında sürdürülen faaliyetin eş zamanlı olarak ele alınmasıyla mümkün. Böylelikle, ücretli emekle ev emeği, üretimle yeniden üretim, ücretli işler dünyasıyla aile arasında bir eklemlenme ilişkisi kuruluyor. Kadınların iş gücü piyasasındaki konumları yalnızca ev emeğinin bir uzantısı değil bu anlayışta; cinsiyete dayalı toplumsal ilişkilerin ücretli emek alanında da bir dinamiği var.
Sonuç olarak Delphy’den cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler anlayışına gelinen yolda, yalnızca ev emeğinin teorize edilmesinden cinsiyete dayalı iş bölümünün tahlil edilmesine, dışa kapalı bir ev içi üretim tarzından kapitalizm ve ırkçılıkla karşılıklı ilişkileri içindeki bir patriyarka anlayışına (yani cinsiyetler arası toplumsal ilişkilere) geçiliyor.
“Emek” kavrayışının karşılıksız bakım emeğinden doğum ve emzirme pratiklerine ve hatta erkeklere verilen cinsellik hizmetine uzanacak şekilde genişletildiğini görüyoruz. Emekle bedeni bütünleyen bu yaklaşımı doğrusu ufuk açıcı buldum. Sen nasıl değerlendiriyorsun?
Ben de son derece ufuk açıcı ve bugüne kadar savunmaya çalıştığım maddeci feminizmin aksayan bir yanını tamamlayan bir yaklaşım olarak görüyorum. Maddeci feminizmin tam hakkını veriyor, diyebilirim. Emeği maddeci tahlilin odağına koyup bedene eşit ağırlığı tanımamanın beni hep huzursuz eden bir yanı vardı. Gerçi bu esas olarak kapitalist patriyarka tahlilimiz açısından geçerliydi; genel olarak patriyarkaya bakışımızda beden ve emek eşit ağırlık taşıyordu. Ama bedenle emeğin böyle bütünleştirilmesi kadınlarla ilgili olarak söylenen her sözün hem bedeni hem emeği gündeme getirmesi demek, ki bu bakışımızı çok zenginleştiren bir şey. Ayrıca bu şekilde ırkçı, patriyarkal kapitalizmin tahlilinde gerçek bir bütünlük kurmak mümkün: Emek bu şekilde yeniden tanımlanınca, birbirinden kopuk gibi görünen alanların, örneğin ücretli emekle heteroseksizmin birbirinden kopuk olmadığını görürüz. Kitabın son yazısı bu söylediklerimin bir örneğini sunuyor bize.
Cinsiyet, sınıf ve “ırk”ın bileşik etkilerini neoliberal küreselleşme bağlamında tahlil ettiği yazısında Falquet, kadınların ağırlıklı olarak yaptıkları “kadın işi olarak kabul edilen” üç işi yani aile üyelerinin bakımı, cinsel hizmet ve yeniden üretim/üreme işlerini bir süreklilik içinde düşünmek gerektiğinden yola çıkıyor. Postayla sipariş edilen gelinler görüngüsü yazara göre bu tahlile bir giriş oluşturabilir. Öte yandan kişilerin dolaşımını şekillendiren güçlü bir kurum vardır: heteroseksüellik. Birliktelikleri, meşru soy zincirini, mirastan yararlanmayı ve ücretli emeğe erişimi düzenleyen, devletin yanı sıra heteroseksüelliktir. Kaynaklara erişimde kadınlar için esas olan çalışma değil evlilik ve miras olduğu ölçüde heteroseksüellik, birliktelikleri düzenleyen güçlü bir kurum olarak kadın emeğiyle doğrudan bağlantılıdır. Devletin ve heteroseksüellik kurumunun gözetimi altında göçmen kadınlar yasadışına itilir ve bakım – cinsel hizmet -yeniden üretim/üreme sürekliliğinde ücretli, değersizleştirilmiş ya da karşılıksız emek harcarlar. Bu tahlilde Tabet’in yazısında kavramlaştırdığı “hizmet olarak cinsellik” ile ev emeğinin nasıl bir süreklilik oluşturduğu açıkça ortaya çıkıyor. Bunun yanı sıra Galerand’ın yazısı da emek-cinsellik sürekliliğinin cinselliği doğallıktan tümüyle arındırdığını ve maddeci tahlilin parçası haline getirdiğini tersinden bir örnekle, cinselliği maddi ilişkilerin dışına atan bir yaklaşımın yetersizliğini göstererek açıklıyor.
Derlemeye dahil ettiğin yazarlar, Türkiye’de de epeyce yaygınlık kazanmış olan kesişimsellik nosyonuna mesafeliler -ki eleştirilerine tamamen katıldığımı söylemeliyim. Bunun yerine sınıf, cinsiyet ve ırk egemenliklerini, eştözlülük adı altında maddeci bir kesişimsellik paradigması içinde ele alıyor ve bunların eklemlenme biçimini teorize ediyorlar. Eştözlülük ve patriyarkayla kapitalizmin emek dolayımlı ilişkisinin analizine ırkçılığın da dahil edilmesi hakkında ne düşünüyorsun?
Bu derlemeyi oluştururken beni motive eden nedenlerden biri, bu ekolün, tam da yaygın biçimiyle kesişimsellik nosyonunun barındırdığı sakıncaları taşımayan ama tahlilinde ırkçılığa da yer açan bir yaklaşımı olmasıydı. Patriyarkal kapitalizm tahlilimizde ırkçılığa yeterince yer açmamış olmak beni rahatsız ediyordu.
Irkçılık sorununa tahlilinde çok büyük bir yer açan, hatta tarihsel olarak siyah feministlerin çabalarıyla geliştirilmiş olan kesişimsellik yaklaşımı ile eştözlülük yaklaşımı arasındaki temel fark, ilkinin tamamlanmış/donmuş cinsiyet ya da ırk kategorilerini, kimlikleri temel alması karşısında ikinci yaklaşımın kategorilerin berisinde yatan ve onları üreten toplumsal ilişkilerin karşılıklı etkileşimini, birlikte oluşumunu öne çıkarması. Irk, cinsiyet ve sınıf ilişkilerinin tümü sömürü, egemenlik ve ezme-ezilme ilişkileri olan maddi ilişkiler. Dolayısıyla kesişimsellik yaklaşımında sıklıkla karşı karşıya kaldığımız, maddilik “payesi”ni esas olarak kapitalizme, sınıf ilişkisine, yer yer de ırka dayalı toplumsal ilişkiye saklayan ve cinsiyeti maddilikten arındırarak kültür/ideoloji düzlemine yerleştiren, böylelikle ırk ve sınıfa tâbi kılan tahlillerin tam tersi söz konusu burada. Kergoat’nın deyişiyle “maddeci buyruk” bu ilişkilerin üçünü de sömürü, egemenlik ilişkileri olarak görmeyi gerektirir. Toplumsal cinsiyet kavramıyla birlikte yaygın bir şekilde benimsene geldiği gibi bir kültür ve ideoloji sorunu değildir söz konusu olan.
Bununla bağlantılı ikinci bir sorun ise, kesişimsellik paradigmasında cinsiyet, ırk ve sınıf tamamlanmış, donmuş, statik kategoriler ya da kimlikler olarak ele alındığı için, bunların kendi içlerindeki değişkenlik ve çeşitlilik söz konusu kategoriyi dağıtacak bir etken haline geliyor: Kadınlar içinde siyah, işçi ve çeşitli “kimlikli” gruplar olduğu varsayımı kadınlar arasında hiçbir türdeşliğe yer bırakmıyor. Oysa eştözlülük yaklaşımı türdeşlik ile ayrıksılığın birliğinden söz ediyor: Bu bakışa göre, egemenlerin toplumsal pratikleri kadınların farklı ezilme ya da varoluş biçimleri yaşamasına yol açar. Bu farklılığın ardındaysa bir egemenlik ve sömürü ilişkisi yatar. Kadınlar üzerindeki farklı ezme pratikleri cinsiyet, ırk ve sınıf ilişkilerinin eklemlenme biçimleriyle bağlantılıdır. Bu üç toplumsal ilişki biçimi birbirinden ayrı olmakla birlikte birbirinden kopuk olarak düşünülemez; tam da böyle olduğunda kimlikler halinde şeyleştirilmiş, dondurulmuş olurlar.
Sorunun özgül olarak ırkçılık meselesiyle ilgili kısmına gelirsek: Derlemeye aldığım yazılardan en az dördünde, Elsa Galerand, Danielle Juteau ve Jules Falquet’nin yazılarında ırkçılıkla, cinsiyet ve sınıf ilişkilerinin hangi bağlamlarda, birbirlerini karşılıklı olarak nasıl etkiledikleri ve oluşturdukları şu ya da bu ölçüde ele alınıyor. Daha önce dediğim gibi, patriyarkal kapitalizm tahlilinin bir eksikliğinin aşılması söz konusu burada. Derleme’nin “Sunuş” yazısında patriyarkal kapitalizm tahlilinin, ırkçılığın “bazı biçimlerini anlamak ve açıklamak için yetersiz” olduğunu söylüyorum ve bir dipnotta buna şöyle açıklık getiriyorum: “Örneğin Türkiye’de Kürt kadınların özgül ezilme biçimini kavramak için her durumda emek odaklı bir tahlilin gerekli olduğunu düşünmüyorum. Bu bağlamda ırkçılık tahlilini, daha çok ulus devlet/milliyetçilik/etnik ayırımcılık parametreleriyle kurmak gerek bence. Öte yandan, patriyarkal kapitalizm tahlili benim açımdan hâlâ geçerli. Ancak cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler yaklaşımının da oldukça ufuk açıcı olduğu kanısındayım.” Şimdi bu açıklamanın da yetersiz olduğunu söylemeliyim: Türkiye’de Kürtlere karşı ırkçılığın tarihsel kökeninde ulus devletin oluşum süreci ve egemen ulus milliyetçiliği yatıyor olsa bile, bugün artık özellikle kentlerde Kürtlere karşı ırkçılığın emek sömürüsü biçiminde de tezahür ettiğini görüyoruz. Ulus devletin oluşumu sürecinde dışlanarak, yok sayılarak, kimliği bastırılarak ezilen Kürtler bugün artık içerilerek, ırkçılık ve sınıf sömürüsünün eklemlendiği bir ilişki içinde eziliyor ve sömürülüyor.
Kitapta beni en çok düşündürenlerden biri, “Büyük Dalavere: Kadınların Cinselliklerinden Mülksüzleştirilmesi” başlıklı makale oldu. Paola Tabet, cinselliğin erkeklerle kadınlar arasında karşılıklılığa dayalı bir mübadele olmadığını, kadınların yükümlülüğünün erkekler tarafından ödüllendirilmesiyle gerçekleştiğini savunuyor. Heteroseksüel cinselliğin her koşulda kadınlar tarafından sunulan bir hizmet olarak görülmesi, fuhuş ile arasındaki farkı kategorik olarak ortadan kaldırıyor mu sence?
Geçmişte çeşitli feministler evlilik ile fuhuş arasındaki sürekliliğe, geçişliliğe işaret etti. Evlilikte, sınıfına göre kadının yaşamının idame ettirilmesinden pahalı hediyeler armağan edilmesine, gezdirilmesine, ev sahibi yapılmasına uzanan bir ödüllendirme biçimi gerçekten de söz konusu. Bu armağanların, ödüllendirmelerin üstü sevgi, annelik vb. peçelerle örtülüyor. Fuhuş çıplak bir nakit ödemesine dayandığı ölçüde evlilikteki hizmetin doğasını da ifşa ediyor. Öte yandan, fuhuşta kadının emeğinin geçici bir süre kiralanması, olayın ücret ilişkisiyle yakınlığını gösteriyor. Evli bir kadınınsa hizmetinin saat sınırı yoktur! Ama yakın bir zamana kadar evlilik içi tecavüzün suç sayılmadığını göz önünde tutarsak evlilikte cinselliğin bir hizmet olduğunu yadsımak mümkün değil.
Ancak Paola Tabet çok açıkça, evli olsun olmasın cinselliğin kadınların yegâne sermayesi, mübadele aracı, toprağı olduğunu ve bunun kadınlar için her zaman heteroseksüel cinselliğin bir tâbiyet/tahakküm ilişkisi anlamına geldiğini söylüyor. Ben meseleye şöyle bakmaktan yanayım: Evlilik dışı/geçici/uzun ya da kısa süreli ilişkilerle evlilik sözleşmesi ve oradan fuhşa doğru bir süreklilik ve geçişlilik var. Ama özellikle de uluslararası fuhuş ağının söz konusu olduğu, çocuk fuhşunun başlı başına bir sektör haline geldiği bir dünyada bunların birbiriyle özdeşleştirilmesi biraz zor geliyor bana. Yine de fuhşun içinde yaşadığımız patriyarkal toplumda kadınlarla erkekler arasındaki cinselliğin gerçek doğasına ışık tuttuğu söylenebilir bence.
“Cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler” ekolü nasıl bir politik ufuk açıyor önümüzde ya da böyle bir potansiyeli var mı? Son olarak bunu sorayım, teşekkürlerimle birlikte…
Bence bu yazarlar, heteroseksizm ve ırkçılık karşıtı, anti-kapitalist, sosyalist bir feminizmin besleneceği önemli kanallar sunuyor bize. Yaygın biçimiyle kesişimsellik teorisinin ırkçılığa/sömürgeciliğe, yeniden üretim ekolünün ise yoksulluğa ve sınıfa tanıdığı ama cinsiyetler arası toplumsal ilişkilerden ya da patriyarkadan esirgediği ağırlığı ve belirleyiciliği bu egemenlik biçimine teslim ediyor. Cinsiyetler arası toplumsal ilişkileri sömürüye ve el koymaya dayalı üretim ilişkileri olarak görüyor ve bunların sermaye ilişkisine indirgenemeyeceğinin ısrarla altını çiziyor. Bunun yerine kapitalizm, patriyarka ve ırkçılığı belirli bir toplumsal görüngüyü birçok kez birlikte ama yer yer de tek başına belirleyen aynı cinsten (eştözlü) ama analitik olarak ayrı etkenler olarak ele alıyor. Bu üç temel toplumsal ilişki biçimi arasında hiçbir hiyerarşi yok: Karşılıklı olarak birbirini şekillendiriyor bu ilişkiler, her biri diğerleri üzerine kendi damgasını vuruyor. Ve her üç ezilme biçimi de emek ve sömürü terimleriyle açıklanıyor. Böylelikle kesişimsellik yaklaşımının karşıladığı ihtiyacı karşılarken, yani kadınlar arası çeşitliliği gözetirken onun düştüğü tuzaklara düşmeyen, örneğin cinsiyetler arası egemenlik ilişkisini bir farklılıklar seli haline getirerek berhava etmeyen bir perspektif sunuyor bize bu yazılar.
Öte yandan sermaye indirgemeciliği ile öne çıkan yeniden üretim paradigması karşısında da aynı üstünlüğü taşıyor toplumsal ilişkiler yaklaşımı. Daha önce Çatlak Zemin’de çıkan bir yazımda (“Bakım/toplumsal yeniden üretim krizi ve ötesi”, 11 Aralık 2020) da değindiğim gibi, bu yaklaşımın sermaye indirgemeciliği en bariz biçimine erkek şiddetine getirdiği açıklamalarda bürünüyor. Erkek şiddetinin kapitalizmle birlikte özgül biçimler alabileceği yadsınamaz olmakla birlikte, bu şiddetin kaynağını kapitalizme yerleştirmek bana kalırsa düpedüz cinsiyet körlüğü. Öte yandan erkeklerin kadınlara yönelttiği şiddetin farklı biçimleri farklı toplumsal ilişki biçimlerinin damgasını taşıyor olabilir. İşte cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler çerçevesi bu farklı biçimlerin nüanslarını kavramayı mümkün kılıyor. Danielle Juteau “Maddeci feminist bir kesişimsellik paradigması” başlıklı yazısında, erkek şiddetinin, kadınlara kimi zaman çıplak bir biçimde belirli bir toplumsal gruba (kadınlar) mensup olmaları nedeniyle yöneltildiğini, kimi zaman da daha katmanlı bir hale geldiğini ve hem cinsiyet hem de örneğin ırk egemenliğinin damgasını taşıdığını gösteriyor. Politeknik Okulu’nu basan ve kız öğrencileri öldüren erkeğin şiddeti birinci türden erkek şiddetinin bir örneğini oluştururken, Kanada’da yerli kadınlara yönelik erkek şiddetinde sömürgecilik ve ırkçılık da iş başındadır.
Şiddet meselesinin nüanslı bir tahlili bu perspektifin sunduğu imkânlardan sadece birisi. Bunun yanı sıra, Fransa’da hemşirelerin ve otobüs sürücülerinin verdiği mücadelelerde vasıflılığın tanımlanması meselesi, esnekleşmenin cinsiyeti, göçmen kadın emeğinin özgüllükleri, kadın istihdamının ikilileşmesi, yani kadınlar arasında erkeklerin (kocaların, babaların) dolayımına bağlı olmayan bir katmanlar arası (ev ve bakım işçileri/patron kadınlar) çatışmanın oluşması ve daha pek çok somut görüngüyü doyurucu bir şekilde açıklama potansiyelini taşıyor bu yaklaşım.