Irksallaştırılmış ve toplumsal cinsiyetlendirilmiş bu şiddet deneyimlerine ilişkin bir ceza yargılaması hâlâ yapılmadı ve işte bu olanlar (yargının cezasızlık politikaları); ‘devlet görevlilerini’, ‘üniformalı erkekleri’ cesaretlendirdi ve cesaretlendirmeye devam ediyor.
Kadınlar, birçok yerde olduğu gibi Türkiye’de de farklı biçimlerde ortaya çıkan şiddet pratikleriyle karşı karşıya. Bu şiddet biçimlerinin bazıları, milliyetçilik ve militarizm ile organik bir bağ kurmuş vaziyette. Milliyetçi-militarist tahayyülde kadın, ‘karşı’ taraftansa yani ‘öteki’ ya da ‘düşman’ ise meşru bir tecavüz nesnesi(!)dir. Bu düşünce; cinsel şiddet ve birçok şiddet biçimi nezdinde, kadını araçsallaştırarak erkekliği ve devleti yüceltir. Düşman(!) figürü olan kadın; bir cinsel tatmin aracı olarak görülüp, karşı tarafın erkeklerinden alınacak olan ‘intikamda’ önemli rol oynar. Çünkü toplumsal cinsiyete göre, erkeğin ‘namusu’ olan kadına yöneltilen her türlü şiddet aslında erkeğin kendisine yapılmış oluyor. Kadın ve vatan, eril olan milliyetçi ideolojide iç içe geçmiş. Kadına ‘sahip’ çıkan vatana sahip çıkmış oluyor ve vatan onlar için ‘namus’ meselesi halini alıyor. Bu sebeptendir ki ötekileri ‘bastırmak’ için ‘diğer kadının’ bedenini, ‘namusunu’ sömürüyorlar.
Türkiye’de kadınlar, ‘kolluk kuvvetleri’ aracılığıyla milliyetçi-militarist devlet politikalarının hedefinde olmuştur. Ataerkiyle el ele yürüyen devlet, geçmişten günümüze kadar bu ve benzeri birçok şiddeti kolluk kuvvetleri ile yürütmüştür. Özellikle son dönemde sıkça rastladığımız ‘özel harekâtçı’ diye adlandırılan erkeklerin, Kürt kadınları üzerindeki cinsel şiddeti, bunun sadece ‘güç hırsı’ olmadığını bize gösterdi. Aslında 90’lı yıllar; bugünün pratiği, geleceğe yatırımı ve örneğiydi.
1999 yılında gözaltında tecavüze maruz kalan Asiye Zeybek Güzel, kendisine işkence yapan polislerden davacı oldu fakat ceza almalarını sağlayamadı. Bunun ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu ve Türkiye mahkûm oldu. Sonrasında ise faillerden biri olan Sedat Selim Ay, hakkındaki tüm davalara rağmen Terörle Mücadeleden Sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı’na getirildi. Kısacası ödüllendirilmişti.
Şükran Aydın, 29 Haziran 1993’te, 16 yaşındayken Mardin Derik’te gözaltına alınmış ve dönemin Derik Jandarma Komutanı Musa Çitil tarafından tecavüze uğramıştı. Daha sonra evinin yakınlarına bırakılan Şükran Aydın, davacı olmuş fakat Çitil, beraat etmiş, AİHM ise Türkiye’yi mahkûm etmişti. Sonra ne mi oldu dersiniz? Birçok faili meçhulden de sorumlu olan Musa Çitil tümgeneralliğe terfi edildi daha sonra da Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığına getirildi. Aynı dönemde yine Mardin Derik’te Ş.E. adında başka bir kadına tecavüz ediliyor ve 405 asker hakkında “tecavüz etmek ve işkence yapmak” iddiasıyla dava açılıyor. Bir kadın savcı tarafından, başvurudan 10 yıl sonra açılan bu davanın akıbeti yine bildiğimiz gibi. Tüm sanıklar beraat ediyor ve Ş.E.’nin faillerinden biri tanıdık olan; Musa Çitil.
Devletin ‘yüce eli’ kolluk kuvvetinin üzerindeydi. Kadına yönelik şiddet davalarının Türkiye’deki hâli göz önüne alınınca, (özellikle sanık ‘devletin görevlisi’ ise) nasıl o yücelik failin üzerinde olmasın ki? Zaten o el ile bunlar olmuyor muydu? Özellikle gazeteler, mahkemeler, yargı; devletin eliyle tecavüzü ‘olay’ olarak nitelendiriyorlar ve dile getiriyorlar. Tecavüzü, cinsel şiddeti ‘olay’ kelimesine indirgiyorlar. Bu olay kelimesindeki ‘sihir’ ise tecavüzü yok edebiliyor, üstünü örtebiliyor.
Türkiye’de 90’larda yaşanılan bu ve benzeri sayamadığım birçok örnek, kadınlara yönelik cinsel şiddet ve tecavüzün bir savaş silahı olarak kullanıldığını bize gösterdi. Aynı zamanda militarizmin ideolojisini açıkça yansıttığını ve milliyetçiliğin kadın bedenini, etnik anlamda “öteki” kadın bedenini, nasıl hedef konumuna koyduğunu da görmüş olduk. Ve bu insan hakkı ihlalleri hâlâ ne kamusal olarak dile getirilebiliyor ne de bir ceza adaleti mekanizmasına konu olmuş durumda. O dönem ‘sır’ olarak karşımıza çıkıyordu bu ihlaller. Herkesin bildiği bir ‘sır’. Tıpkı Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi; herkes katili, cinayeti biliyor ve susuyordu.
Günümüzde ise şu şekilde karşımıza çıkıyor; ‘intihar.’ Aslında intihar demekten ziyade, ‘şüpheli kadın ölümleri’ demek en doğrusu olacaktır. Çünkü intihar eden kadınların arkasında bir erkeklik dolanıyor. Toplumsal cinsiyetten ayrı tutamayacağım bu şüpheli intiharlar aynı zamanda milliyetçi-militarist güçler ile de bağlantılı.
Garibe Gezer, 28 yaşında bir kadın. 9 Aralık 2021’de hücresinde ölü bulundu. Kayıtlara ‘intihar’ olarak geçti. Ölmeden önce yazdığı mektuplar, arkadaşlarına ve avukatlarına anlattıkları sayesinde bunun intihar değil, şüpheli bir ölüm olabileceğini gördük. Garibe, Kandıra cezaevine sevk edilirken işkenceye, tecavüze maruz kaldı. Bunu ailesine anlatmak istemiş fakat cezaevi yönetimi tarafından engelletilmiş ve 20 gün süreli tek kişilik hücreye atılmıştır. Anlatma denemelerine devam eden Garibe bu sefer de ters kelepçeye maruz bırakıldığı ‘süngerli oda’ dedikleri yere götürülmüş ve orada da cinsel şiddete ve işkenceye maruz bırakılmış. En sonunda ailesine ulaşarak her şeyi anlatan Garibe, gördüğü destek sayesinde tekrar ayağa kalkmıştı. Ailesine yazdığı son mektupta iyi olduğunu söylemişti. Fakat beklemediğimiz bir anda “intihar” haberini aldık. Otopsisi avukatlar gelmeden hızlıca yapıldı. Gezer’in yaşamını yitirmesinden bir gün sonra söz konusu iki soruşturmaya da gizlilik kararı getirildi. 28 Aralık’ta ise Garibe Gezer dosyasına takipsizlik kararı verildi.
Soruşturma yapılmayarak, ya da takipsizlik kararı verilerek gözaltında, cezaevinde kadınların cinsel şiddete maruz bırakılmasının meşrulaştırılmasının yanı sıra, eğer cinsel şiddet faili kolluk kuvvetlerinden ise devletin faili koruduğuna ve aklamaya çalıştığına da tanık oluyoruz. Ne dersiniz 90’lar misali korunan bu üniformalı erkekler, ileride karşımıza ‘mevki’ sahibi olarak çıkar mı?
Son dönemde özellikle OHAL döneminde, sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemde, hepimiz tanık olduk o pornografik şiddete. Militarize şiddet; pornografik, ırkçı, cinsiyetçi şekilde karşımıza çıktı. Örneğin duvarlarda “fistanla devlet kurulmaz”, “kızlar geldik neredesiniz”, “fistanını al da gel” gibi doğrudan kadını hedef alan duvar yazılarını gördük. Görmekle kalmadık bunu sosyal medya hesaplarında paylaşarak ‘erkek devlet’ kavramını yücelttiler. Tüm bu olanlar, 90’lı yıllar ve günümüzde yaşanılanlar; kadınları, milliyetçi-militarist ideolojinin üretilmesinde nesneleştirdi. Ve kadınlar, ataerkil söylemin bir parçası olarak farklı rollerde karşımıza çıktı.
Irksallaştırılmış ve toplumsal cinsiyetlendirilmiş bu şiddet deneyimlerine ilişkin bir ceza yargılaması hâlâ yapılmadı ve işte bu olanlar (yargının cezasızlık politikaları); ‘devlet görevlilerini’, ‘üniformalı erkekleri’ cesaretlendirdi ve cesaretlendirmeye devam ediyor. Tüm bunların toplamında, hukukun adaleti sağlamaya değil, travma yaratmaya yönelik bir irade olduğunu anlayabiliyoruz. Sanırım bu sürecin içinden güçlü çıkmak, iktidarı/devleti/erkekliği iyi analiz etmekten ve her zaman olduğu gibi; çarpıtılan tüm o ‘kavramlar’ karşısındaki mücadelemizden geçiyor.
Kaynakça
Hepsi Gerçek / Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet, Av. Eren Keskin, Leman Yurtsever, İstanbul, Punto Yayıncılık, 2006.
Sokağa Çıkma Yasağı Adı Altında Aylarca Ablukaya Alınan Kürt İllerinde Kadınların Durumuna Dair Bilgilendirme Dosyası, HDP
Butler, Judith. Kırılgan Hayat (Başak Ertür, Çev.) İstanbul, Metis Yayınları, 2004.
Gözaltında Tecavüz: Devletin Arzusu, Hazzın İktidarı ve Dilin Sınırları, Hazal Halavut, 2013.
Erkek Millet Asker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkek(lik)ler, der. Nurseli Yeşim Sünbüloğlu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013.