Babalık bu topraklarda sevgiyle değil, otoriteyle tanımlanır. Güçle, kontrolle, korkuyla.
Bazen bir başkasının kelimeleri, insanın kendi iç sesi gibi yankılanır. Sırrı Süreyya Önder’in ardından Ceren’in yazdığı o mektubu dinlediğimde, hissettiğim tam da buydu. Kızının babasına duyduğu derin sevgiyi, paylaştıkları dili, birlikte büyüttükleri hafızayı dinlerken, içimde tarif edemediğim bir acı uyandı. Belki de hep bastırdığım, üstünü örttüğüm bir şeydi bu: babasızlık. Varlığıyla yokluğu arasında tanımsız bir yerde duran, çocukluğumun arka planına sinmiş bir sessizlik.
Benim babam vardı. Ama yoktu. Bir iz gibi evin her köşesinde belirmişti, ama hiçbir zaman dokunulamayacak kadar uzak, soyut bir şeydi. Evde olmasına rağmen, adeta varlığıyla yokluğunu birbirinden ayıramazdım. Gittiğinde eksikliğini hissetmiyor, döndüğünde ise varlığına alışamıyordum. Ne bir kokusu kaldı hafızamda, ne sesi… Adı vardı ama anısı yoktu. Belki de en çok bu eksik yakıyor insanı. Çünkü birini kaybetmenin yasını tutabiliyorsun. Ama hiç sahip olmadığın bir şeyin nasıl yası tutulur?
O mektubu dinlerken düşündüm: benim babam ölse, arkasından ne söylerim? Çocukluğumun hangi köşesinde saklı bir anıya uzanırım? Hiç dizine yatmadım, bana dünyayı nasıl seveceğimi anlatmadı. Ne zaman korksam arkasına saklanmadım. Oysa bir çocuğun en temel ihtiyacı değil mi, saklanacak bir yer? Onun yerine sessizliği öğrendim. Geri çekilmeyi, ihtiyaç duymamayı. Sevgiyi talep etmemeyi öğrendim. Çünkü kimse öğretmedi bana, babalar böyle şeyler verir diye.
Zamanla büyüdüm, o boşluğu taşımayı da öğrendim. Taşıdığım şey bir kişinin eksikliği değildi. Bir sistemin, bir anlayışın, bir geleneğin yüküydü. Babalık bu topraklarda sevgiyle değil, otoriteyle tanımlanır. Güçle, kontrolle, korkuyla. Erkekler babalıkla birlikte bir tür hükmetme hakkı devralır. Sevgi verirlerse koşullarla verirler. “Benim kızım” diye başlar cümleleri, aitlik üzerinden tanımlarlar sevgilerini.
Oysa sevgi sahip olmak değil, tanıklık etmektir. Eşlik etmektir. Bir çocuğun göz hizasında durmayı bilmektir. Benim babam hiç göz hizamda olmadı. Ya çok yukarıdaydı ya çok uzakta. Ve ben, yıllar boyunca başımı kaldırıp birini görmekten boynum ağrımış gibi yaşadım. Belki de bu yüzden şimdi gözlerinin içine bakan, yanımda duran kadınlara hayranlıkla bakıyorum. Onlar bir ihtimalin gerçeğe dönüştüğü yerden sesleniyorlar. Benimse o ihtimale dair tek bildiğim şey, gerçekleşmemiş oluşu.
Birçok kadın gibi ben de, eksikliklerimi doldurmak için başka insanlara yöneldim. Arayışımın farkına varmasam da, eksikliklerimi anlamak, başkalarına sormak ve en önemlisi onlardan görmek istedim. Annie Ernaux, Babamın Oğlu kitabında babasının yokluğunun bir kadının kimliği üzerindeki etkisini şu şekilde anlatır: “Baba eksikliği, bir kadının iç dünyasında sürekli bir boşluk yaratır ve bu boşluk, onu hem bir kayıp hem de yeniden şekillenen bir kimlik arayışına iter.” Benim için babasızlık, sadece bir kayıp değildi. Bu boşluk, aynı zamanda kimlik arayışımın bir parçasıydı.
Ama bu eksiklik, yalnızca kişisel bir hikâye değil. Politik bir hikâye. Çünkü biz kadınlar, sadece sevgisiz babalarla değil, sevgisiz erkeklik modelleriyle büyüyoruz. Bize sevilmenin yolları değil, onaylanmanın şartları öğretiliyor. Babalarla kurulmamış ilişkiler, ileride başka erkeklerle tekrar eden döngülere dönüşüyor. Hep bir şeyleri hak etmeye çalışıyoruz. Var olmak, kabul görmek, sevilmek… Babamla kuramadığım ilişkiyi, yıllarca başka yerlerde aradım. Hep biraz eksik, hep biraz dışarıda kaldım.
Bu eksiklik, ancak başka kadınlarla karşılaşınca anlam kazandı. Benim gibi eksik büyüyen, benim gibi sessiz yaslar taşıyan kadınlarla. Ve orada öğrendim: eksikliklerimizi anlatmak utanılacak şeyler değil. Tam tersine, birbirimize yaslandığımız yerler. Belki bu yüzden şimdi bu satırları yazıyorum. Bir eksikliğe dokunmak için değil, onu görünür kılmak için. Babalık yeniden tanımlansın diye. Güçten değil şefkatten, mesafeden değil yakınlıktan doğan bir yerden kurulsun diye.
Çünkü, belki de tam burada, bu toplumsal eksikliklerin ortasında bir baba figürü yeniden doğmalıdır. Bu yeni baba, yalnızca sevgi vermekle kalmamalıdır; sevgiyle var olmalıdır. Şefkat, iletişim ve tanıklık yoluyla bir bağ kurmalıdır. Annem beni büyütürken, bana babalar hakkında her şeyden önce şefkatle ilgili bir şeyler öğretmişti. O, sevgiyle büyüttü beni; ama aynı zamanda hayatımda, her kadın gibi, bir babanın yerine geçemeyecek boşluklar vardı.
Ben hâlâ o küçük kız çocuğunu içimde taşıyorum. Babasına tek bir soru soramamış, göz göze bile gelememiş o çocuğu. Ve o hâlâ bir şey bekliyor gibi, belki bir kelime, belki bir el… Ama o el hiç gelmeyecek, bunu biliyorum. Artık yasını tutabildiğim tek şey, olmayışın kendisi.
Sırrı Abinin ardından yazılan o mektup, bir baba-kız hikâyesiydi. Benimki ise, hiç yazılamamış bir mektubun boş sayfası. Ama belki bu boşluk da bir şey anlatıyor. Anlatmadıklarımızdan örülen bu sessizliğin tam ortasında, başka bir babalık mümkün mü diye sormak, belki de bizim mektubumuzun başlangıcıdır.