Anneannemin benimle ilgili neler unuttuğunu düşündükçe bütün yaptıklarımı bırakıp sadece anılarımızı hatırlamak ve onları korumak istiyorum.

Taze fasulyeyle ilgili üç anım var. Birincisi, anneannemin kucağında yüzüm gözüm çamur, talvardaki üzümlere uzandığım fotoğrafta anneannemin bir yerlerine yapışık olduğuna emin olduğum fasulye yaprağı… Fasulyenin yaprağının üzerinde ince bir tüy tabakası vardır ve o yüzden yüzeylere yapışır. Yazları yaylada geçirirdik ve anneannem her sabah kahvaltıdan önce bahçeyle ilgilendiği için üzerinde hep fasulye yaprağı olurdu. Nisan-mayıs döneminde yaylaya git-gelleri başlardı ve her sene kargılarca fasulye ekerdi. Hatta bir sene o kadar fazla fasulye yetişti ve o kadar çok yedik ki annem de ben de fasulyeden nefret ettik epey. Sürekli düşme özelliğimi aldığım anneannem, bir gün kafası yarılmış gelmişti eve. Nasıl düştüyse fasulyelerin kargılarından biri saplanmıştı kafasına. En sevdiği yemeği sordum bir gün, önce hepsini sevdiğini söyledi ama en’ini sorunca “yeşil fasılya” dedi. O yüzden ben bugün fasulye yaptım.

Neden bu anılarla ve fasulyeyle uyandım? Bir yıl önce bugünün sabahında anneannemle ilgili geçmiş zamanda konuşacağımı bilmeyerek gözümü açmışken birkaç saat içinde bir telefon konuşmasını takip eden yedi saatlik otobüs yolculuğuyla anneannemin kapıyı açmadığı çocukluk evime ulaştım. Gece yolculuklarının kör sabahında en sevdiğim şeydi kapıyı onun açması oysa. Zamanında kafasına tencere fırlatmış bir adamın yanına bırakılıvermişti ve bana kapıyı bir daha açmayacaktı artık. Biliyorum, Gaia onu sarıp sarmaladı ve koruyor, artık hiçbir erkek ona zarar veremez. Bütün hayatı patriyarkanın farklı formlardaki şiddetine maruz kalarak geçmiş anneannem bu sefer yalnız değil.

Ben üç yaşındayken annemle geri döndüğümüz ev, onun yokluğunda neşesini kaybetti çünkü annemle benim aksime o yaşadığı her şeye rağmen neşeli biriydi, kız neşesini hiç kaybetmedi. Nasıl evlendiğini anlatırken bile… İç Anadolu’nun kız çocuklarının çocuk olamadığı bir köyünde, kapısına dizilen görücüler arasında evlendiği adamı kendi seçtiğini çünkü beğendiğini anlatırken mesela… Babasının sevgilisine mektup yazar diye okutmadığı 13 yaşındaki anneannem, karpuz seçer gibi seçebilmişti kocasını, hür iradesiyle! Sabahın ilk ışığıyla sütünü içmesinin yasak olduğu inekleri sağdıktan sonra tarlaya gidip bütün gün orada çalışırken eminim emeğinin karşılığını almadığını düşünmüyor, şarkılar söylüyordu. Bir tanesini biliyorum, “Süpürgesi Yoncadan”. Her şeyi unuttuktan sonra bu şarkıyı hatırladı ve söyledi bir süre çünkü. 18 yaşındayken tarlaya gittiği bir gün katır üzerine düşünce doğum yaptı. Kendisine yasak olan süt, çocuğuna da yasaktı – tuğla ısıtıp koydu o da “kedi manığı” kadar annemin yanına haziran sıcağında.

Almanya ile Türkiye arasında imzalanan işçi göçü anlaşmasının ilk yıllarıydı o zamanlar, köyde Avrupa’ya gitme furyası vardı. Gidenler, kalanlar, gidemeyenler, gidenlere hasetlenenler ve kafasında fötr şapkayla köyü ziyarete gelenler… Sosyal demokrat olduğundan mavi kravatını hiç çıkarmayan memur kocası da furyaya kapıldı. O güne kadar hikayenin hiçbir yerinde olmayan adam, varlığından büyük etkiye sebep oldu gidişiyle çünkü biriyle evlenip gitti. Resmi nikah diye bir şeyin varlığıyla tanıştı böylece anneannem. Kendisinin bir nesne gibi oradan alınıp buraya konulmasının kanun önünde hiçbir şey ifade etmediğini, bir bebekle tek başına bırakılmasının sadece bir karara bağlı olduğunu ve kimsenin onu korumadığını fark etti. Kendi elleriyle sağdığı süt, ikisine de yasaktı ve bu kimsenin umurunda değildi.

Göç sadece uluslararası değildi elbette o zaman, kırdan kente göç daha büyük bir gündemdi. Köyden civardaki kentlere gidip çalışanları görünce, ki bunlardan biri kız kardeşi, anneannem de bu furyaya kapıldı. Maviliğine bakıp dalgalarının hareketinde hayaller kurmayacağı, kendisine ne gelirse kabul edeceği bir Akdeniz kentine gitti böylece. Hemen kendisine bir iş bulundu, kimse sosyal güvenceden bahsetmedi ve bir evde yemek ve temizlik yapmaya başladı. İşinde çok iyi olduğuna eminim, özellikle de yemek kısmında, çünkü etrafımızdaki herkesin ondan istediği bir yemek vardı. Benimki yayla çorbasıydı. Kazan gibi tenceresinde neşeyle yaptığı yayla çorbasını kâse kâse yerken onun sadece bir çorba olmadığını biliyordum hep: içinde asla bitmeyen sevgisini gösterme şekillerinden biriydi. Sinilerce içli köfte yaptı, yığınlarca yufka pişirdi. Yorulurdu bazen ama bir “Ellerine sağlık” yeterdi mutlu olması için.

Giderken annemi köyde bırakmıştı. Kalacak yer sorunu çözülsün diye hemen kendisine bir koca bulundu. Anneannem bundan böyle kendi evinde temizlik ve yemek yapacaktı – yine bir yerden alınıp bir yere konuldu. Kendisinin üç katı yaşındaki bu adam evde çocuk istemedi önce ama bir şekilde ikna edildi ve annem köyden geldi. Aksiliğiyle bilinen ayakkabı ustası, bunu türlü şekillerde göstermekten hiç çekinmedi. Fırlatılan tencereden bahsetmiştim; bir şeyleri fırlatmayı seviyor olacak ki bir de makas fırlattığını biliyorum. Söylenene göre, annemin hamile olduğunu öğrendiğinde şefkatli biri haline geldi. Her sabah özenle kızarttığı ekmeği benimle paylaştığından ve kovboy filmlerinin arasında çizgi film izlememe müsaade ettiğinden biliyorum. Anneme ve anneanneme karşı iyi insan olmamış bu adam bana dede olabildi. Yine de ben dişlinin çarkı olmaya devam etmeyi seçtiği için onu faillikten azade koymuyorum anneannemin hikayesine.

O öldükten sonra üçümüzdük hep. Anneannemin elinde keser, annemde oklava- her şeyi kadınların yaptığını gördüğüm bir ortamda büyüdüm. Üniversiteye başlayıp bambaşka bir şehirde kendi başıma yaşamaya başladığımda sudan çıkmış balığa dönüşmedim o yüzden. Sadece bazen içimdeki hiç geçmeyen yalnızlık vurduğunda anneannemi aradım ve beni şımartmasını dinledim uzun uzun. Ben kendim dolduramadığım için ne o ne de bir başkası doldurabildi o yalnızlığı ama zihnim susmadığında gölgesinde dinlenebildiğim bir söğüt ağacıydı o, dallı budaklı ve her taraftan korunaklı. Koca söğüt kesilmiş ve yerinde içi oyuk bir gövdenin izi kalmış gibi onu özlemek. Konuştuğumda yankılanıp geri dönüyor bana sesim, çarptığı yerse onun yokluğu.

Bazen bazı şeyleri unutmak isteriz, özellikle de acı verici yaşantıları. Birinin bir şeyleri unuttuğuna tanıklık edince bunun aslında kendinin bir parçasının yok olması demek olduğunu anlıyorsun. Kendimizden vazgeçmek ister miyiz? Ben anneannemin bunu istemediğini biliyorum. Kızlarıyla büyüdüğüm, evinden çıkmadığım, her türü yaramazlığıma maruz kalmış alt komşumuz Alzheimer olduğunda, köyden gelen koca bir çuval unla kuru naneyi savurup “Yeşil kar yağıyor” diye bağırdığım anı unuttu diye üzülmüştüm. Anneannemin benimle ilgili neler unuttuğunu düşündükçe bütün yaptıklarımı bırakıp sadece anılarımızı hatırlamak ve onları korumak istiyorum. Demans teşhisi aldığı 2023 Mart’ından beri her gün bir başka şeyin anlamsızlaşması ve Kasım 2023 itibariyle elimde dipsiz bir karadelik kalması o yüzden. Evet, benim yasım o hayattayken başladı çünkü yas böyle bir şey; sadece fiziksel bedenin kaybı değil, bildiğin şeyin solmaya başlaması da yasa dahil.

Ekinler biçilirken doğan anneannemin doğum gününün 8 Mart yazdırılması bana hep bir şeyler fısıldadı. Son doğum gününde pastasını üflerken yanında değildim çünkü gece yürüyüşündeydim. Bazı şeylerin son olduğunu bilmeden aldığımız kararlarla hesaplaşmayı bıraktığımızda yasla yaşamayı öğreniyoruz galiba. Beni feminist bir göç araştırmacısı yapan anneannemin hikayesi olduğu için oradaydım, bunu kendime hatırlatmaya çalışıyorum sıklıkla. Ne kadar başarılı oluyorum veya ne zaman başarılı olurum bilmiyorum. Bugün bunları başkalarına anlattığımı duysa hoşuna gitmezdi muhtemelen. Yaşadıklarından utandığından çok anlatılacak bir hikayesi olduğunu düşünmediğinden… O yüzden her sorduğumda çok az şey anlattı, bazı yerlerde ise tamamen sustu. Sustukları utandıklarıydı.

Bu süreçte en yakın arkadaşım, Peyk’in bir rebetiko yorumu olan “Uyan” ve “Büyükanne” şarkıları oldu. “Uyan”da “Pencereni aç, son bir kez bak bana” diyor ve bu bana sabahları (eğer bahçeyle ilgilenmiyorsa) annemle ben uyanana kadar yatağının yanındaki pencereden perdeyi aralayıp dışarıyı izleyen anneannemi anımsatıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=EASMNbHXuLw

“Büyükanne” ise büyükanne işte: “Ağladığıma kızma, ne olur biraz daha kal. Sefaletin prensesi beni bırakma”.

https://www.youtube.com/watch?v=2UzFHp1uNsM

İyi insanların mutlu, huzurlu ve neşeli bir şekilde sonsuzlukta bir yerde birbirleriyle buluştukları fikrini seviyorum. En az anneannem kadar Peyk’in vokali İrfan Alış’ın da bu dünyada artık olmadığına inanamıyorum. Anneanneme benim yerime çok sarıl, İrfan Abi…

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.