Elbette “kadınlar her şeye ağlar” ya da “erkekler ağlamaz” klişeleri de kadınlıkla erkekliğe dair tüm klişeler gibi bayattır. Ve yine tüm klişeler gibi bir yanıyla kendi hakikatini yaratmıştır.
“İnsan neden ağlar?” diye sorar Aşk Üzerine Kısa Bir Film’in baş karakteri Tomek. Karşıdan –arkadaşının annesinden– gelen cevap nettir: Acı çektiğinden. Mutluluk gözyaşlarını unutan bir cevap diye düşünürüz ama belki de işin doğrusu, –mutluluktan, kahkahadan vb. başka bir nedenden– gözyaşı dökmekle ağlamayı birbirinden ayırmaktır.
İşin doğrusunu ve ağlamanın ilmini elbette bilim insanlarına bırakacağım ancak ağlamanın ya da gözyaşı dökmenin hâlet-i ruhiyemizle ilişkisi üzerine etraflıca düşünmeme vesile olan Heather Christle’ın Ağlama Kitabı sayesinde meseleyi bir kere daha kendi gündemime getirme fırsatını kaçırmayacağım.
Beni başta bahsi geçen, son sahnesinde tabii ki ağladığım filmdeki bu diyaloğa götüren –ve başka metinlerdeki ağlamakla ilgili ayrıntıları aklıma düşüren– yazar Heather Christle’ın kitapta ağlamak ve gözyaşı dökmek tanımları üzerine yaptığı dilsel/anlamsal ayrım oldu: “Kelimeler açısından bakılırsa ağlamak [crying] daha gürültülü, gözyaşı dökmek [weeping] daha ıslaktır. İkisi arasındaki fark İngilizce öğrenenlere açıklanırken, gözyaşı dökmenin daha resmi olduğu, günlük konuşma dilince eski kaçabileceği söylenir. Bu farkı, iki fiilin geçmiş zaman çekimlerinde işitebilirsiniz – ağladı’nın [cried] sadeliğinin yanında gözyaşı döktü’nün [wept] kadife pelerini.”[1]
Yazarın bu dilsel dokunuşu başka kapılar/sorular açtı önümde. Mutluluktan ya da bedensel bir histen –sanırım daha ziyade bedensel bir ıstıraptan– dolayı gözyaşı dökebiliriz. Ama bu ağlamak mıdır? Ağlamak nedir? Dediğim gibi işin ilmini uzmanlara bırakıp beklenen sorulara geliyorum: Erkekler ağlar mı? Ya da: Kadınlar neden çok ağlar? Ağlayan kadın imgesiyle ağlayan erkek imgesi neden birbirinden bu kadar ayrı yerlere düşer? Filmlerde kitaplarda da sık karşımıza çıkar bu mesele: Örneğin Normal İnsanlar romanında, birlikte film izleyen kadın ve erkek karakterlerin (Marianne ve Connell’ın) tepkilerinin –kadının filmin sonunda ağlaması nedeniyle– birbirine ne kadar uzak düştüğünü görüyoruz: “Oturup evinde Cherbourg Şemsiyeleri filmini seyretmişlerdi. Filmin sonunda ağlamıştı Marianne ama çevirmişti yüzünü, ağlamıyor gibi görünmek için. Connell huzursuz olmuştu bundan. Filmin sonu epey acıklıydı ama ağlayacak ne var, anlamamıştı. İyi misin? diye sordu Marianne’e. Başını aşağı yukarı salladı Marianne, yüzünü ona dönmedi… […] Bir şey diyeceğim hamile falan değilsin, değil mi? Marianne güldü. Öyle olunca yatıştı Connell.”[2]
Evet Normal İnsanlar’daki örnekte gördüğümüz gibi ağlamak tat kaçırır. Ve kadınların sık ağladığı ya da “her şeye” ağladığı, erkeklerinse ağlamadığı fikri, metinler ve kitaplar boyunca yayılması bir yana gündelik hayatımızın, sıradan hikâyelerimizin de baskın düşüncesi –ya da belki de yanılgısı– olur.
“Onu ağlarken hiç görmedim” cümlesine ve bunun genellikle bir erkekten bahsederken kullanıldığına muhakkak birçoğumuz rast gelmişizdir. Ya da “Babamı sadece bir kere ağlarken gördüm” diye başlayan hikâyelere veya “Anneannem/annem/kız kardeşim… odasına kapanır saatlerce gizli gizli ağlardı” sözleriyle derinleşen anılara.
Ağlama Kitabı’nda da Heather Christle kadınların ağlayışına sık sık dokunur: “Mutfak evin gözyaşları için en uygun –yani en hüzünlü– yeridir. Yatak odası çok basit, banyo fazla mahrem, oturma odası çok resmi kaçar. İnsan mutfakta, çalışma ve beslenme mekânında dağılıyorsa hakikaten duygusal olarak çözülüyor demektir. Parlak ışıklar insanı hiç avutmaz, yalnızca aydınlatır. Yerler muşambayla kaplı ve soğuk olmalıdır. … Doğum sonrası ve başka depresyonlardan mustarip feminist yazar Charlotte Perkins Gilman, 1898 yılında, kadınların omzuna yüklediği işler başka hiçbir faaliyete vakit bırakmadığı için haneye mahsus mutfakların kaldırılmasını önermiş. ‘Böylece her evin gerektirdiği temizlik de büyük oranda azalırdı,’ demiş, çünkü ev kirinin başta gelen iki unsuru –yağ ve kül– ortadan kalkardı.’ Buna paralel olarak gözyaşlarının da azalacağına hiç değinmemiş.”[3]
Elbette “kadınlar her şeye ağlar” ya da “erkekler ağlamaz” klişeleri de kadınlıkla erkekliğe dair tüm klişeler gibi bayattır. Ve yine tüm klişeler gibi bir yanıyla kendi hakikatini yaratmıştır. Gerçekten de kadınları ağlarken daha çok görürüz ve kadınların ağlaması ya küçümsenir ya tat kaçırır ya da huzursuzluk yaratır ve sıklıkla biyolojik bir nedene bağlanır ki böylelikle işin içinden çıkılır. Ağlayan erkekle karşılaştığımızdaysa birçoğumuz bunu kadının ağlayışından farklı bir yere koymaya meyilliyizdir.
Çocukken, film izlerken de ağlanır mı canım diye annemi küçümsediğimi hatırlıyorum. Evet ya, hem de çocuk aklımla. (Tabii bunda çocukken yetişkinlere dair keşfettiğimiz çoğu şeyi yadırgamamızın da payı vardır ama annemin ağlamasını karikatürize edebilmem yine de dikkate şayan.) Peki anneyle alay ettik de ne oldu? Karanlık sinema salonlarında sessiz sessiz iç çekeceğiz, ışıklar yanmadan gözleri kurulayacağız diye bir hal olduk.
Kamusal alanda, topluluk içinde, dostlar arasında ağlamanın garip açmazları ya da insanı zorlayan yanları var. Bazen kendimi ne kadar sıksam da birine bir şey anlatırken ya da biri bana üzücü bir olayı anlatıp gözyaşı dökerken ağlamama ya da gözlerimin dolmasına, sesimin titremesine engel olamam. O durumlarda çok sinir olurum kendime. Karşımdakini teselli edeceğim yere, tutmuş ağlıyorum, bir bakıma kendi duygularımı öne çıkarıyorum. Nereden baksanız tatsız. Ya da diyelim bir haksızlığa öfkelenmişim tepkim hemen ağlamaya dönüşüyor. O zaman da mahcup olurum, aklımda zırıl zırıl ağlamak yerine öfke saçan, yumruğunu da kaldırıp pazısını şişiren sert kadın olmak vardır çünkü. Ama işte hayaller, gerçekler. Bazen de bir dostun yanında başkasının acısına, yasına ağladığım için yapmacık bulurum kendimi. Sonrasında bile bu an üzerine düşünüp kendimi ağlamaya zorlayıp zorlamadığımı tartarım, yeterince içten miydi gözyaşlarım diye sorgularım. Yüklenirim kendime, neden ağladım sanki, kendimi tutabilirdim derim. Ağlamak bazen böyle bir imtihana dönüşür gerçekten. O ağladığımız an bir pişmanlık olarak belki yıllarca çıkmaz aklımızdan. Gerçekten de gözyaşlarını tutabileceğimiz anlar vardır. Ama yukarıda da bahsettiğim gibi bazı durumlarda, topluluk içinde, karanlık sinema salonlarında bile olsanız kendinizi ne kadar kassanız da sel olur gözyaşları.
İnanması belki güç gelecek, belki de zaten birçoğumuzun yaşadığı bir şey ama 8 Mart gece yürüyüşlerinde, o koca meydanlarda, sokaklarda yürür ve yüzlerce kadınla birlikte bağırırken kendimi zor tuttuğum olur. “İtaat etmiyoruz” diye bağırırken mesela duygular sel olur, sesim titrer etkisinden hemen çıkamam, gözlerim dolar, kendimi aman ağlamayayım diye kasarken bir bakarım yanı başımda bir grup kadın çoktan halaya ya da “görürsün sana neler edeceğim” diye haykırarak dans etmeye başlamış.
Kutlu günün yaklaşması sebebiyle aklımız 8 Mart’ta olunca konu ağlamaktan buralara geldi madem 8 Mart’lara, kadınların 19 yıllık gece yürüyüşüne selam olsun diyerek bitireyim. Gözyaşlarımız da bitti sanılmasın. Kahkahamızla da gözyaşımızla da barışıyoruz, barışacağız elbette. Meydanlarda gözlerimiz dolana, sesimiz çatlayana kadar bağırmaya, kahkahalar eşliğinde dansa devam.
[1] Heather Christle, Ağlama Kitabı, çev. Zeynep Baransel, Harfa Yayınları, 2020, s. 13
[2] Sally Rooney, Normal İnsanlar, çev. Emrah Serdan, Can Yayınları, 2019, s. 105,106
[3] Christle, age, s. 63