Karısını, sevgilisini öldüren zihniyetle, benim beden ölçülerimin ne olacağına karar verecek zihniyet arasında bir fark göremiyorum. İşte bu yüzden ilk filmim kadın cinayetlerine, bu zihniyete karşı duran bir film.
Gülten Taranç, kamerasını farklı kadınlık hallerine doğrultmuş genç kuşak yönetmenlerden. Fabrika işçisi kadınların tacizci patrona bir güzel klark çektiği hikâyelerden (Konsensus); boşandığı adamı unutamamış, mutfak ve ev işlerine boğulmuş bir kadının ev içinde, dönüşüm geçirdiğine tanık olduğumuz filmlere (Dönüşüm “Dönüşebildiğimiz Kadar”) kadar çeşitli kadınlık hallerine, özel ve kamusal alanda kadınların dertlerine odaklanan hikayeler yazdı, yönetti. Bizim yollarımız, benim festival emekçisi olduğum yıllarda kesişmişti. Gülten, mütevazı bütçeler ve ailesinin dayanışmasıyla filmlerini üretiyor, ülke sınırları içinde ve dışında pek çok festival geziyor, ödüller kazanıyordu. İlk uzun metraj filmini çekebilmek için kredi çekerek borç batağına göğüs gerdi ve bu ilk uzun metraj filmiyle 53. Uluslararası Antalya Film Festivali “Rengahenk” seçkisinde kendine yer buldu, seyircinin oylarıyla da, En İyi İzleyici Ödülü’ne kavuştu.
Hemen hemen geçen kış niyet ettiğim film üzerine hasbihal etmek bugünlere kısmetmiş. Gülten ile İstanbul set alemlerinden, geçim gailesinden, ‘makul’ bedenlerden, kadın hikayeleri anlatmanın güçlüklerinden, başarılar kadar ‘başarısız’lıkların da var edeciliğinden söz açtık.
İzmirlisin, mezun olduktan sonra İstanbul’a geldin. Nasıldı İstanbul’daki hayat, sektör; hayaller ve gerçekler tutuyor muydu?
İstanbul bana bazen de vazgeçmenin seni asıl hedefe götüreceğini öğretti. Çok büyük umutlarla gittim İstanbul’a, Türkiye’de sinemanın merkezi çünkü benim için şaryonun canlısını görmek bile heyecan verici bir olaydı. Dizi sektörünün çok yıpratıcı olduğunu yaptığım stajlardan bildiğim için reklam sektöründe çalışmayı tercih ettim. Çok özenerek bir portfolyo hazırladım, içinde yaptığım kısa filmlerin festival süreçleri, basında çıkan haberleri, fotoğraf sergilerimden eserler ve haberler, bugüne kadar yaptığım işle ilgili topladığım sertifikalar da vardı. Ama sektör oluşmadığı için portfolyomu götürdüğüm herkes uzaydan gelmişim gibi baktılar. Önce metin yazarlığı için başvurdum, çok sıcak bakan şirketler oldu ancak ilk senaryon çekilene kadar ödeme alamıyorsun ve bu bir sene de sürebilir bir ay da dendi… Cesaret edemedim. Setlerde çalışmak kariyer alanıma daha çok uyduğu için reklam ve film setlerine başvurularda bulunmaya başladım. Elimde portfolyom ve kısa filmlerimin kopyalarıyla gidiyordum. Başvurmadığım şirket kalmadı diyebilirim… Ama kimse geri dönüş yapmıyordu, tanıdıklar vasıtasıyla görüşmelere gidiyordum.
İş görüşmeleri sürecinde yıprandığını, beden faşizmine maruz bırakıldığını hatırlıyorum…
İşte ne olup bittiyse o görüşmelerde oldu. Önce iş tecrüben yok, dendi; sonra, senin reji asistanları ile takılman lazım bunlara gerek yok, dendi; aylar geçmeye başladı, ben asistanlık arıyorum ama bulamıyorum itiraf etmeliyim ki kiloluyken daha da kilolu olmaya başladım… Ve sonraki yirmi sekiz görüşme de kilolu olduğum için bu işi yapamayacağım söylendi. Keşke bu durum kibarca söylenseydi ya da odada sadece ben varken… Ve ben yedi ayın sonunda reklam sektöründe çalışmaya başladım ama aynı hafta takip edilmeye başladığımı hissettim. İstanbul’u bilmediğim için Çeliktepe’de yaşıyordum, gece set dönüşlerinde takip edildiğime emindim ama kimseye kendimi inandıramadım, herkes çok film izliyorsun diye dalga geçti. Bir gün eve döndüm, kapı açıktı, evim darmadağındı, apartmanda kimse yoktu ve öğrencilikte ne ekipman aldıysam gitti: soyuldum! Polis’in ilk söylediği şey “Takip edilmişsiniz,” oldu.
Çok zorlu bir başlangıç olmuş, koşullar daha sonra iyileşti mi?
Gök gürültüsünden ve evde yalnız uyumaktan korkan bir genç kadın evi soyulduktan sonra nasıl rahat edebilir? Bir gecede tek başıma Acıbadem’de bulduğum bir eve taşındım. Geceleri tek başıma uyumaktan korkuyordum, her sabah kaskatı uyanıyordum, bir de bulduğum bodrum katında ayakkabılarım bile küflenmeye başlamıştı. Ama setlerden önce korkudan değil heyecandan uyuyamıyordum. Reklamda çalışmak sinemada sahneleri tasarlamayı çok geliştiren bir şey, açıkçası ilk çalıştığım ekiplerde hiçbir sıkıntı çekmedim ve çok mutluydum. Bir gün başka bir şirketten işlere çağrıldım. Bu arada bir seneyi devirmiştim İstanbul’da ama kendimi döndürecek parayı kazanamıyordum ve ekipmanlarım gittiği için de gelen set fotoğrafçılığı işlerini, kurgu işlerini kaçırıyordum.
Set ortamlarındaki cinsiyetçilik, hiyerarşi, hoyratlık malumun ilanı. Sen neler yaşadın setlerde? Nerede koptu zincir?
Yeni gidip geldiğim iş yerindeki patronumuz beni takdim etmek için bütün prodüksiyon amirlerini bir odaya topladı ve toplantı yapacağımızı düşündüm. Toplantıda “Bu kıza dikkat edin, çok koşturun bunu işlere, çok yemek de yemesin açık büfeyi görünce” dedi. Ağzımdan çıt çıkmadı çünkü setlerde olmayı çok seviyordum ama kırılmakla sinirlenmek arasındaki çizgide yürüdüm. Sonra bir yönetmenle tanıştırdı beni ve dedi ki “ Obezite reklamı çekeceksiniz sen de asistanlık yapacaksın.” Setlere giden herkes bilir, Kadıköy’de araçların kalktığı bütün servislere obezite reklamı aracını sordum… Ama öyle bir araç yoktu ve herkes beni oyuncu zannederek bıyık altından gülüyordu… Servisi buldum, obezite değil bir otomobil reklamı çekilecekmiş ama bütün servis yol boyu dalga geçti. Ben o zaman 23 yaşındaydım. Şu an olsa üç yaş daha büyüğüm, ama o üç senede o kadar kırıldım ki bu kadar aldırış etmeyebilirim. Kimseye hiçbir şey söylemedim ve oradan ayrıldım, İzmir’de çekilen bir filme geldim.
Kamera arkasını da az buçuk bilen biri olarak hem şaşırmıyorum hem de sen anlattıkça az da olsa var olan şaşkınlık duygum öfkeye dönüşüyor. İzmir nasıldı, bir nebze rahatlayabildin mi?
Yaşadıklarımın yalnızca bir kısmını aktarıyorum, başka şeyler de oldu ancak bazı şeylerden bahsetmek istemiyorum. Sanat asistanlığı yapıyordum İzmir’de, para almıyordum, hamam böceği bile topluyordum sokaklardan film için, komşuların perdelerini bile film için alıyordum, evin tabaklarını, ablamın kıyafetlerini çaktırmadan sete götürüyordum, hiç gocunmuyordum. Ağustos, sıcak, böcek topla… Herkese filtre kahve yapıp götürüyordum ve bir filmin parçası olduğum için mutluydum. Yardımcı yönetmen bir çekim sırasında “Sana bu işi yapamayacağını kimse söylemedi mi?” dedi; ortalık buz kesti. Benden kedi gibi bir “Neden?” çıktı, “Şişmansın,” dedi. Çekimin en uzak noktasına kaçtım, balkona attım kendimi, kafamı bir çevirdim, bana ilk defa “Zayıfla gel,” diyen kadın, seti ziyarete gelmiş, hıçkıra hıçkıra ağladım. Kimseden eksik hiçbir şey yapmıyordum, kimseden fazla yemek yemiyordum, sürekli hareketlerime dikkat ediyordum, hep diken üzerindeydim ama meslektaşlarım bana ilkokul sıralarında yaşadıklarımı yaşatıyordu.
Peki setlerde yaşadığın akıl almaz ayrımcılıktan sonra, vazgeçme noktasına geldiğinde, kamerayla ilişkini sürdürmeyi nasıl başardın?
Yüksek lisansa başladım. Acıbadem Köprüsü’nden gözüken binayı seyrediyordum, her gün üç saat aralıksız yürüyordum, köprüde durup bir binayı seyrediyordum. Binada bir şey vardı beni çeken, Marmara Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nün orada olduğunu öğrenince başvurdum, kazandım. Ve filmi tez olarak çekmeye karar verdim. Ders sürecinde filmimi geliştirme fırsatım oldu. Bir gün artık sınırda olduğumu idrak ettim… Hiç para kazanamıyordum, sürekli ödemeler oluyordu, aileme iyice yük olmaya başlamıştım, öyle hissettirmediler asla ama ben öyle hissediyordum. İstanbul’daki kapımın üzerinde bir kağıt asılıydı, “Buraya neden geldiğini asla unutma!” ama ben yavaş yavaş unutuyordum. Bir gün o kağıda baktım, kedim Pedro’ya baktım… Yalnızdım ve hayallerim gitgide uzaklaşmıştı benden. Aileme telefon açıp İzmir’e döneceğimi ama kredi çekip film yapacağımı söyledim ve ani bir kararla İzmir’e taşındım.
Yağmurlarda Yıkansam, ilk uzun metrajın, yine bir öğrenci filmi bütçesiyle başlamak zorunda kaldın hatta filmi tamamlamak için kredi çektin, bu kısımdan da biraz bahsetmek ister misin?
Bütçe kısıtlı olduğu için zamanı çok iyi kullanmak gerekiyordu ve on sekiz günümüz, otuz mekanımız, on altı farklı gün dönümü vardı. Gerçekten setteki ekip arkadaşlarıma göre bu filmi çıkarmamız mucizeydi. Çok da aksilikler oldu tabii ki ama bir şekilde üstesinden geldik.
Nasıldı uzun metraj deneyimi, senaryodan, iki boyutlu metinsel içerikten üç boyutlu görselliğe dönüşme süreci istediğin ölçüde gerçekleşti mi?
Görsellik olarak yüzde 75 diyebilirim çünkü görüntü yönetmenim Cüneyt Denizer ile defalarca set öncesi mekana gidip açılara baktık. Zaman kısıtlı olduğu için kurgulu çekmek zorundaydım ve ilk film de kolay bir deneyim değil. Sahnelerin yukarıdan kuş bakışı birbirine nasıl bağlandığını görmek için film müziklerini dinleyerek biraz kendimi soyutladığım aralar yaratmaya çalıştım, yapımda da olduğum için konsantrasyonu yoğunlaştırmak için hep döküpaj defterime bakıyordum. O kadar güzel bir şey ki resmen bir dünya kuruyoruz ve aslında sıfırdan bir üretim süreci var. Yoktan bir şey yaratıp insanlara bir dünya anlatıyoruz, derdi olan bir dünya, işte bu benim en büyük hayalimdi.
Yağmurlarda Yıkansam, gerçekten derdi olan bir film; kadına yönelik erkek şiddeti konusunu işliyor. Şiddet zor bir konu, birçok kamera arkası emekçisi gibi senin de şiddet dolu anıların var. Şiddeti nasıl tarifliyorsun?
Bu hayattaki en ölçülemez şey olarak görüyorum şiddeti… Şiddetin herkeste bıraktığı etki farklıdır. Fiziksel şiddet somut olarak görülebilir ve bunun görünemeyen boyutunu irdeliyorum aslında… Psikolojik şiddet ise daha da somut olarak etkiliyor kadınları, çocukları, gençleri, insanları… Çünkü bir baskı mekanizması kuruluyor üzerinizde tıpkı fiziksel şiddette olduğu gibi…
Sinematografik açıdan da riskli; estetikleştirme, estetikleştirmeyeyim derken normalleştirme, normalleştirmeyeyim derken dehşete düşürme, travmaları pekiştirme riski var… Nasıl hazırlandın, perdeye taşırken nasıl hareket ettin?
Spoiler vermeden nasıl anlatabilirim bunu bilmiyorum ama biraz size yönetmen olarak nasıl tercihlerde bulunduğumdan bahsedebilirim… Hikayede tercih olarak bir kadın cinayetini anlatmak yerine, bu hikayenin ardında kalan on beş yaşında bir genç kızın hayatına ve annesinin öldürülüşünün onu üzerinde yarattığı etkileri anlatmaya odaklandım. Eğer filmin sonunda anne ölseydi, ben sadece durumu göstermiş olacaktım ve bu konu üzerinde hiçbir görüş ve yorum geliştiremeyecektim. Ancak film Gamze’nin annesinin ölümüyle başlıyor diyebilirim. Film zaten travmalar üzerine bir film, şiddetin yarattığı travmalardan kaynaklı vajinusmus olan bir kadın karakter Hale var… Ama şiddet sahneleri yok; sesler var, cinayet sahnesi olabilecek en genel planla çekildi ve asla şiddeti onaylayan bir film değil. Kadını günah keçisi olarak göstermeyen bir film Yağmurlarda Yıkansam ve karakterler soğuk ama güçlü kadınlar…
Travmaları pekiştirme riskinden korkuyorum ama bir taraftan da umuyorum ki bu travmaları yaşayan evinde şiddet gören kadınlara ulaşabilirim. Fark etmeleri gereken bir nokta var: Bu hikaye onların da başına gelebilir, “Bana çok kötü şeyler yaptıracaksın,” ya da “Öldürürüm seni,” diye başlayan hikayeler maalesef sonu kötü biten hikayelere dönüşüyor. Kadınlar üzerinde yaratmak istediğim farkındalık bu yönde.
Ailen ile dayanışma halindesin, annen müziklerini yapıyor filmlerinin, baban yapımcı, herhangi bir güçlüğü oluyor mu birlikte çalışmanın? Nasıl bir şey birlikte üretmek?
Hem çok güzel hem çok zor bir şey… Bir kere insanların beklentileri çok yüksek oluyor… Annemle çalışmak stüdyoya girene kadar çok sancılı olabiliyor, ben hiçbir ezgiyi kolay kolay beğenmiyorum… Ama stüdyo aşaması çok keyifli, bazen ben de çalıyorum film müzikleri için ya da vokal yapıyorum. Yağmurlarda Yıkansam bizim için çok farklı bir süreçti, müzikal anlamda… Filmin şarkılarını üç senede kendim besteleyip yazdım, annem Berrak Taranç tema müziklerini yazdı… Filmin çekileceği eve piyano getirtti, Hale’nin ve Gamze’nin ruhuna girdi ve bir gecede tüm ezgileri bitirdi. Filmde en çok müzikler konuşuluyor, annem ve ben tarzlarımızı ortada buluşturduk…
Babam Ragıp Taranç ile çalışmak ise daha kolay ama bazen daha zor… En sevdiğim şey yolda giderken ona bulduğum sahneleri anlatmak… Babam sette her şeyin mükemmel olmasını isteyen bir yapımcı, ben ise daha amatör ruhluyum… Prodüksiyonu bana bıraksalar daha küçük bir bütçe ile halledebilirdik ancak Yağmurlarda Yıkansam’da sanat yönetmenliğini Levent Berber ile birlikte yaptılar ve çok titizlikle ve detaylarla bezeli bir sanat yönetmenliği çıkardılar. Tabii ki bu film için çok artı bir değer oldu… Dikkatli seyirci pek çok detayı yakalıyor…
Mizahi bir üslubu kısa filmlerinde koruyordun, anlatım tekniği açısından da bir farklılaşma var gibi. Kendi sineman için bu farklılaşmayı nasıl okuyorsun?
Bir sinemam olduğunu düşündüğünüz için çok teşekkür ederim, ben henüz sinemam diye konuşmak istemiyorum; belki ikinci filmimden sonra bu sinemamdan bahsedebilirim. Ama şunu belirtmeliyim ki bir inşaatın temellerini kısa filmlerde atmaya çalıştım ve ilk uzun metrajlı filmimle de birinci katı çıkmak istedim. Sizlere izleyeceğiniz “Gülten Taranç Filmleri”nin odalarını göstermek istedim. Girdiğim yolda ne anlatacağımı nasıl anlatacağımı ve kendi stilimin nasıl devam edeceğini göstermek anlamında Yağmurlarda Yıkansam sadece bir başlangıç… Filmde yine mizahi unsurlar var çünkü filmi her kesimin sıkılmadan izleyip anlaması için, zaman zaman mizaha başvurdum. Tabii ki bu filmde kullandığım mizah bir yandan ironiler içeren bir yandan da karikütürleşecekken politik noktalara ulaştığımız bir mizah.
Yağmurlarda Yıkansam macerası, festivaller dolaştı, ödüller aldı. Antalya’da ödülü şişman kadınlar için aldın, neler oldu, bundan sonra neler olacak?
Aslında ödülü şişman kadınlara adamadım, “Şişman kadınlar vardır!” dedim, ödülü senaryo bittikten sonra çekim ve kurguyla geçen on aylık süreçte öldürülen 365 kadın anısına adadım. Medya tabii ki bunu çarpıtmakta gecikmedi. Sahneye çıktığımda çok heyecanlıydım, titriyordum. Anlık bir karar ile başımdan geçen süreci özetlemek ve bu filmin neden çektiğimi vurgulamak istedim. Eğer sadece öldürülen kadınlardan bahsetseydim, bu onların anısına saygısızlık olurdu, onların üzerinden prim yapmak olurdu diye düşünüyorum. Karısını, sevgilisini öldüren zihniyetle, benim beden ölçülerimin ne olacağına karar verecek zihniyet arasında bir fark göremiyorum. İşte bu yüzden ilk filmim kadın cinayetlerine, bu zihniyete karşı duran bir film.
Bundan sonra yeni film geleceğinin haberini verebilirim. Senaryo bitmek üzere, kaybolmak üzerine bir film olacak ve yine bir kadın filmi olacak.