8 Mart’lardaki çeşit çeşit biraradalıklar, 8 Mart 1857’nin tam da bu şekil olan biraradalığının yansımaları olarak okunabilir.
Bir 8 Mart daha kapıda… Neler oldu şu son iki yılda diye düşünürken tam da bu zamanlarda etkinlik e-maili yağdırmalarına alışık olduğum ve çoğu zaman sadece böyle günlerde ses çıkardıkları için kızdığım akademisyen kadın gruplarının bile durgun olduğunu fark ediyorum. Korkarak düşünüyorum; daha mı az etkinlik var bu sene? Neden? Daha az olan etkinlik mi, yetkinlik mi, yetki mi, etki mi? Yönetim izni mi? Yoksa en fenası, hocalarımız mı kalmadı içeride? Veya hepsi birden mi? Kabul edelim, aktivist, feminist, kadın Barış Akademisyenlerimiz artık ya dışarıda ya daha dışarıda ya da en dışarıda… Elbette ki akademik faaliyetlerine tüm zorluklara ve bizlerin dayanışma pratikleri eksikliklerimize rağmen devam ediyorlar. Fakat mesele birey birey, tek tek mücadele etmekten ziyade, feminist şiarın öğütlediği ve örgütlediği gibi birlikte güçlenmektiyse, iki sene önce Barış Akademisyenleri üzerinden politik bir akademiyi hedef alan çığın altından kardelenler yeşertemediğimizi de belirtmek gerek… Bugün bu çığ artık gizil ve dolaylı yollardan birikmeyi bırakıp başta 6284 sayılı Kanun’u ve İstanbul Sözleşmesi’ni, sonra da Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi üzerinden toplumsal cinsiyete dair her türlü bölüm, birim, ders, toplantı ve içeriği, LGBTİ ve feminist grupları, son olarak da tüm bunlara aklını ve gönlünü koymuş birey birey, tek tek, her birimizi alenen hedef göstererek “şiddetle” büyümekte. Bu karanlık tablo elbette -ve ne yazık ki- yalnız bizim gerçekliğimiz değil. Birkaç sene önce esas çabamız “ilerlemekten çok kazanımları elde tutma” iken, şimdi Belgrad’dan Philadelphia’ya yol olan konu, kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmalarının her alanına nüfuz eden, Türkçeye kendimce en iyi, kıyıya vurma’nın “geriye vurma” versiyonu şeklinde çevirebileceğim “backlash”… Dünyanın farklı kıtalarından birçok ülke, kurum, kişi bugün bu geriye vuruşu paylaşmak ve aşmak ihtiyacıyla konferans, seminer, bildirim, yayın çağrılarında bulunuyor. Ve durum böyleyken yaklaşık iki senedir durup durup kendime sorduğum soru, tüm yanıtlama çaba ve girişimlerime rağmen halen ve sıklıkla aklıma geliyor: Gerek aynı gerekse de farklı duruş, talep ve özgünlüklerimiz “-e rağmen” ve “ile birlikte” nasıl ortak politika üreteceğiz?
Feminist teori ve politika arasındaki ilişkiyi kendimce irdelemeye çalıştığım bir dersimde yaptığım görüşme ve okumalardan vardığım sonuçlardan bir tanesi kolektif politika üretiminde konumlandırılmış biraradalığın (situated togetherness) bir çözüm olabilme potansiyeli taşıdığıydı[1]. Buna göre, biraradalığın tarihsel, biçimsel ve yöntemsel farklılıkları olmakla birlikte, potansiyel olarak da derinleşip kendine ve dayanışmaya zemin hazırlama gücü var. Konuya yakın geçmişte, değişen biraradalık halleri bağlamında yaklaştığımızda, tarihsel biraradalıklar 80’lerde, darbe koşullarına bağlı yasal engellemelerin ve psikolojik etkenlerin hakim olduğu bir politik konjonktürde yalnızca kadın olma ortak paydası üzerinden kurulan mucizevi ve tahayyül edebildiğim kadarıyla cansiperane bir biraradalık ile doğmuşken 90’lara gelindiğinde yasaların değişmesi, mahkumların serbest bırakılması, farklı örgütlerin ortaya çıkması ve sendikaların kurulma çalışmalarıyla birlikte farklılıkları ve çeşitliliği her gruba eşit mesafede durarak besleyen bilinçli bir feminist biraradalığa evrilmiş; tam da 90’ların çabalarının sonuç vermeye başlayacağı 2000’lerde politik atmosferin hafiften değişmeye başlamasıyla kamu ve sivil toplum örgütleri işbirliğinin ön plana geçmesiyle zemin yapısal biraradalığa kaydırılmıştır diyebiliriz. 2010’lar dediğim günümüzde ise, 15 Temmuz olayları ile birlikte hayatımıza çöreklenen OHAL ve KHK’larla artan muhafazakar, baskıcı, kendinden olmayanı yok eden kişiler, kurumlar ve devlet eliyle kadın örgütlerinin kapatılması, akademiden ihraç başta olmak üzere kamudan dışlanma, demokrasi ve haklar alanının sınırlandırılması ve benzeri yıldırmalarla artık yalnızca var olma mücadelesine indirgenen ve bu var olmanın eskisi gibi herkese eşit durmaktan ziyade artık herkese eşit mesafede durmamaktan, yani taraf olmaktan geçtiği sözde biraradalıkla da ruhu çekilmiştir demek çok da yanlış olmaz sanıyorum.
Biraradalık hallerini kronolojik olarak geçmişten günümüze getirmek bize yalnızca onların dinamik yapısını vurgulamakla kalmaz. Aynı zamanda, bizi biraradalıkların zaman boyutuna ideolojik, duruşsal, fiziksel, duygusal gibi biçimlerden oluşan biraradalık türlerini de katmazsak bu halleri soyutlanmış, genellenmiş, duygulardan arındırılmış ve tarihe indirgenmiş şekliyle ele alıp gerçekliğinden ve potansiyelinden uzaklaştıracağımız tuzağına düşme ihtimaliyle de baş başa bırakır. Bu anlamda, kavram “biraradalık halleri” veya “biraradalıklar” kelimelerinde olduğu gibi çoğul ve çoklu veya “konumlandırılmış” kelimesindeki gibi içe gömülü olmalıdır ki kendini gerçekleştirebilsin. Biraradalıkları yatay ve dikey olarak kesiştirmek bize çapraz eksenlerde konumlandırılmış biraradalıkları verir ki buna örnekler 12 Eylül Darbesi’nde her türlü işkenceye maruz kalan kadınların ideolojik, duruşsal ve fiziksel biraradalıkları, Gezi olaylarındaki fiziksel, duygusal, merkezsizleştirilmiş biraradalıklar, Berkin, Ali İsmail, Özgecan gibi her birimizin tek tek en iç kemiğine dayanmış bıçağın en sivri ucundaki ortak acıdan doğan tepkisel, sezgisel ama kolektif ve olay-odaklı biraradalıklar şeklinde arttırılabilir. En nihayetinde bu yazının başı, ortası ve sonu olan 8 Mart’lardaki çeşit çeşit biraradalıklar, 8 Mart 1857’nin tam da bu şekil olan biraradalığının yansımaları olarak okunabilir. Buradan bakınca, tarihsel biraradalıklar bağlam ve koşullara içkin olduklarını vurgularken konumlandırılmış biraradalıklar ise bağlam ve koşulları aşkın olduklarını hatırlatır.
Mutlaka ki her olgu ve oluşumun gelişiminde kaçınılmaz olarak rastladığımız yapısal ve bireysel engel-leme-lerle biraradalık pratiklerinde de karşılaşırız. İçinde bulunduğumuz politik konjonktür, yasal kısıtlama ve yaptırımlar, sistematik ayrımcılık, sivil toplum örgütleri arası ve bireyler arası rekabete, ayrılığa, ötekileştirmeye zemin hazırlayan düzenleme ve uygulamalar biraradalıklarımızı bölmeye, parçalamaya yönelik yapısal engellemelerdir. Ve fakat kendi içinde hem olumlu hem olumsuz algılanabilip hem dönüştürme hem ayrıştırma potansiyeli taşıyan bireysel marjinallik ve farklılıklarımızın bıçak sırtı doğası da bu engellemeleri durduğumuz yere, aldığımız konuma göre ya pekiştirir ya da etkisizleştirir. Ben ise, tüm bu dengelerin -ve belki de dengesizliklerin- en orta yerinde, özgünlüklerimizden vazgeçmek zorunda olmadığımızın bilinciyle, birbirimizin acısını, neşesini, mücadelesini, direnişini evde, işte, okulda, sokakta, her yerde ortaklaştırarak, çözümlerimizi, tedavi ve terapilerimizi, dayanışmamızı paylaşıp çoğaltarak ve ürettiklerimizi herhangi bir eşitsizlik ve hiyerarşi oluşturmaksızın yan yana, iç içe ve üst üste katıp göklere ulaştırarak bu çağın kara-n-lığından ve bu çığın kör beyazından çıkıp biraradalıklarımızın her rengiyle gökkuşağına ulaşabileceğimizi iddia ediyorum. Önümüzdeki 8 Mart’ta bu yolda adımlar atmayı diliyor, mücadelemize umut, inanç ve ışık olan tüm kadınları saygılarımla anıyorum. Sevgiyle, emekle ve dayanışmayla…
[1] Kişisel aktivizm tarihini ve deneyimlerini aktararak fikirlerimin netleşmesinde ve tarihsel zemin ile kavramsal çerçevemi oluşturmamda, Kadın hareketi aktivistlerinden bir arkadaşımın çok önemli katkıları olmuştur. Metinde italik olarak belirtilen ifadeler, onun durumu çok iyi yansıttığını düşündüğüm için kullanmayı uygun bulduğum ifadeleridir.