Yarı ifşa olmayı göze alıyor ve kişisel bir bilgi vererek yazıma başlıyorum: Yakın bir zamanda, hemen herkes tarafından “İslamcı” veya İslamcılığa yakın akademisyenlerin dominant olduğu bilinen bir üniversitede, İslamcı veya İslamcılığa yakın akademisyenlerin ciddi anlamda hüküm sürdüğü bir bölümde, çok da bilinçli bir şekilde olmaksızın bir doktora programına başladım. Henüz bilimsel hazırlık senesinde olduğum için lisans birinci sınıflarla birlikte bazı dersler alıyorum. Bu derslerde kitaptan okuyarak not aldıran hocalardan tutun “İbadet etmeyenler hayvandan da aşağıdır,” konulu tartışmalara giren öğrencilere kadar hayretle izlediğim birçok şeye şahit oldum ve ne yalan söyleyeyim, ilgi çekip mimlenmemek adına çok da ağzımı açmadım. Ama bir olay var ki beni hem tartışmaya girmeye zorladı hem de çocukluk hatıralarımın kafama üşüşmesine neden oldu.
Her ne kadar dersi tamamen kendi siyasi/dini görüşüne dayanarak anlatsa da (belki de her akademisyen bunu biraz yapar) “hoca” olarak saygı duyduğum ve dersini dinlemekten nispeten keyif aldığım bir hocanın dersindeydik. Öncesini anlatmaya gerek yok, şöyle bir cümle sarf etti: “…Tabii Ömer Seyfettin, Sait Faik’le karşılaştırılamayacak kadar büyük bir edebiyatçıdır.”
Üniversiteye kadar hep muhafazakâr bir eğitimden geçtiğim ve muhafazakâr yazarlar dışında okumaya teşvik edildiğim bir yazar olmadığı için Sait Faik’le, birçok başka edebiyatçı gibi, çok geç tanıştım. Ama tanışır tanışmaz da benimsedim. Çünkü çocukluğum, gençliğim, onun anlattığı tarihi yarımadanın tam karşı kıyısından cami minarelerine bakarak, Haliç kıyısında hayal kurarak geçti. Doğal olarak bu, bence oldukça cüretkâr tespit içimde kızgın bir eko yaptı. Sordum, “Hocam, neden Ömer Seyfettin Sait Faik’ten ‘çok daha büyük’ bir edebiyatçıdır?” Hafif tebessüm etti, çünkü başından beri benim anlattıklarını kabul etmediğimi biliyordu. “Birçok nedeni var,” dedi, “öncelikle Ömer Seyfettin birçok nesil tarafından okunmuştur, ders kitaplarına bile girmiştir. İkincisi çok geniş kitleleri etkilemiştir. Üstelik türünün ilk örneklerini o vermiştir.” Her argümanına bir cevabım vardı, ama lisans birinci sınıflarla aldığım derste, 18 yaşındaki öğrencilerin hepsi bana dersi neden uzattığımı soran, öfkeli gözlerle bakarken bunları söylemenin gereksiz olduğunu düşünerek sustum. Burada onları dile getireyim: Öncelikle ders kitaplarına girmiş olmak demek iyi bir edebiyatçı olmak demek değil; sadece devlet destekli bir edebiyatçı olmak demektir ki yazdığı milliyetçi hikâyelerle Ömer Seyfettin bu niteliği fazlasıyla karşıladı her zaman. Geniş kitleleri etkilemek iyi edebiyatçı olmak demekse, Pucca Hasan Ali Toptaş’tan daha iyi bir edebiyatçıdır mı diyeceğiz mesela? Türünün ilk örneklerini vermek edebiyatçı için iyi bir nitelik olabilir; ancak dersin hemen başında Tanzimat döneminin batı edebiyatına açılan kapısı diyebileceğimiz Şinasi için “Evet, ilkleri yaptı ama kesinlikle iyi bir edebiyatçı değildi,” demesini nereye koyacağız?
Neyse, girişi çok uzattım, ama bütün bir hafta boyunca içimde taşıdığım bu tartışma beni çocukluğuma, aşırı içe kapanık geçirdiğim 9 yaşımın yazına götürdü. Muhafazakâr bir ailede büyüdüğümü söylemiştim, bundan bağımsız mı değerlendirmek gerek, tam bilemiyorum ama bir çocuk olarak kendi kitaplarımı seçme, kitapçıya gidip kitap alma imkânım da pek olmadı. O yüzden evde ne varsa onları okuyordum. O yaz da babam, iş yerine düzenli olarak gelen (her ne kadar şimdi terörist oldukları için evdeki bütün kalıntılarını yok etmiş olsak da) Zaman gazetesinin yanında verilen Ömer Seyfettin’den Seçmeler ve Dünya Klasiklerinden Seçmeler isimli iki kitabı eve getirdiğinde hazine bulmuş korsan gibi kitaplara gömülmüş, o iki kitabı bütün yaz evire çevire, defalarca okumuştum.
Yalnız Ömer Seyfettin’in hikâyeleri beni hiç içine çekmiyor, üzerime garip bir ağırlık çökmesine neden oluyordu. Ne Pembe İncili Kaftan’ı bir kereden fazla okudum ne Kaşağı bende, diğer arkadaşlarımın aksine, iyi ya da kötü bir etki bıraktı. Ömer Seyfettin hikâyeleri benim için evde kitap olmadığında rastgele bir sayfasını açıp okuduğum ansiklopediler kadar bile ilgi çekici değildi. Bir tanesi hariç: Ebemkuşağı. Açıkçası Ömer Seyfettin’i hiçbir zaman “iyi bir edebiyatçı” olarak görmedim, göremedim. Bu, kendimi dindar ve muhafazakâr olarak tanımladığım ortaokul/lise yıllarımda da böyleydi, kendimce kendi çizgimi bulduğum, sosyalist feministim dediğim şu yaşımda da böyle. Tartışılabilir bir konu ama bu yazıdaki gayem bu değil. Ömer Seyfettin’i benim için okunabilir kılan tek eseri, hikâyesi bu Ebemkuşağı’dır. Şu anda bile hangi saiklerle yazıldığını çok anlayamasam da hikâyenin atmosferi, yazarın sanki anlattığı şeyin tam olarak ne olduğundan haberi yokmuşçasına yazdığı o cüretkâr sahneleriyle Ebemkuşağı, anımsanmaya değer bir edebiyat ürünüdür bence.
Hikâyenin konusunu şöyle bir özetleyeyim de “E hani LGBTİ, bir saattir boş boş konuşuyorsun,” demeyin. Ebemkuşağı, yani gökkuşağı, erkek kıyafetleriyle gezmeyi seven ve ileride bir gün asker olmak isteyen, 10-13 yaşlarında bir kızın, bir ikindi vakti gördüğü bir rüyayı anlatıyor. Rüyasında, köyde hep güzelliğine hayran olduğu genç bir kadınla evlenebilmek için tek yolunun, gökkuşağının altından geçerek erkek olmak olduğunu öğrenen bu kız çocuğu, (yanlış hatırlamıyorsam) ağabeyinin pantolonunu, ayakkabılarını, tüfeğini falan kuşanarak, köydekilere kafa tutup onlarla kavga ederek gökkuşağının altından geçmek için koşmaya başlıyor ve saatler süren bir koşunun ardından gerçekten gökkuşağının altından geçiyor ve erkek oluyor. Bir anda bıyıkları çıkıyor, vücudu genç bir erkek vücuduna dönüşüyor falan feşmekan. O an öyle mutlu oluyor ve yazar bunu öyle güzel ifade ediyordu ki okurken her seferinde yüzümde geniş bir gülümseme yayılıyordu. Tabii ben genç erkek bedenine kavuşmuş bu kız çocuğuyla köydeki genç, güzel kadının kavuşmalarını, birlikte olmalarını beklerken hikâye kızın rüyadan uyanmasıyla sona eriyordu. Ben de hikâyenin geri kalanını hep hayal gücümle tamamlıyordum.
Bu hikayeyi hatırlayınca internette küçük bir araştırma yaptım da, meğer gökkuşağının altından geçince cinsiyetin değişeceği inancı Anadolu’da eski bir inançmış. Bu efsanenin kültür dünyamızdaki tek ürünü de bu Ömer Seyfettin hikayesi değilmiş. Mesela, Ebemkuşağı’nın yazımından seneler sonra, Nejat Saydam’ın yönettiği Köçek (1975) filminde Müjde Ar, gökkuşağının altından geçerek erkek oluyor ve film boyunca bu iki cinsiyet arasında gidip geliyor. Şimdi bakınca oldukça radikal bir imge değil mi?
Bu hikâyeyi okumamın üzerinden 17 sene geçmesine rağmen tesiri bende hâlâ devam ediyor ki bugün bu yazıyı yazıyorum. Bu yüzden cinsiyet, cinsel kimlik, cinsel yönelim üzerine ilk sorgulamalarımı yapmaya iten; yüzyıllar boyu erkekleri alaimisemaya korkarak baktıran ve o büyük, o ihtişamlı erkekliklerini kaybetmemek için yağmurlu havalarda tedirgin eden bu efsaneyle beni tanıştıran Ömer Seyfettin’e teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Bir teşekkür de babama gelsin; muhafazakâr düşünceden uzaklaşmamam için her türlü önlemi alıp okuduğum kitaplardan, konuştuğum arkadaşlara kadar her şeyime müdahale etmesine ve birbirinden değerli birçok edebiyatçıyla tanışmamı geciktirmesine rağmen, sırf yazarının muhafazakarlığına güvenerek bana bu kitabı getirdiği ve en az yazarı kadar bilinçsizce aklıma cinsiyet belasının sorgulamasını düşürdüğü için.
Son olarak: Mais la pluie sera, alaimisema!