Şafak Şule Kemancı’nın, Sınır/sız[1] ekibi küratörlüğünde gerçekleştirdiği, 17 Haziran 2021’de açılan ilk solo sergisi bütün kuşlar benim bahçeme gelir, 1 Ağustos 2021 tarihine dek Depo’da[2] ziyaretçilerini bekliyor. Sergiyi bir cümleyle ifade edecek olursak, kuir/ trans/ feminist arzu ve bu arzunun kutlaması diyebiliriz. Son zamanların en heyecan veren sergisini gezdikten sonra Şafak Şule Kemancı’yı daha yakından tanımak ve işlerine dair konuşmak için bu söyleşiyi gerçekleştirdik.

Biraz sizi tanıyabilir miyiz? Sanatla uğraşmak, sanatçı olmak isteği/düşüncesi en başından beri var mıydı?

Çocukluğumda sürekli resim yaptığımı hatırlıyorum. Resim yapıyordum, legolarla oynuyordum, Barbie bebeklerime kıyafetler yapıyordum, böyle hummalı bir şekilde üretiyordum. Ortaokul ve lisede resim derslerim çok iyiydi ve sınıf arkadaşlarımın resimlerini de ben yapardım. Lisede tiyatro set tasarımı okumaya karar vermiştim. Babam 1985 yılında Londra’ya mülteci olarak gitmişti. Ben de yaz tatillerimi onun ve eşinin yanında geçiriyordum. Lise bitince de Londra’ya taşındım. Önce üç buçuk yıllık bir oturum alma sürecim oldu ve bu süreçte okula gitmedim. Aklımda hep oturum hakkı aldıktan sonra sanat ya da tasarım okumak fikri vardı ve böylece üniversitede tekstil tasarımı okudum ama ürettiklerim tasarımdan çok sanata yakın olduğu için de tekstil sanatlarına yoğunlaştım. 2001 yılında, mezuniyet projesi olarak duvar kağıdı işini yaptım. 2006 yılında yine Londra’da Plastik Sanatlar yüksek lisansı yaptım. O aradaki beş yılda da, bir yıl tam zamanlı olarak fonksiyonel tıp okudum; aromaterapi, refleksoloji, beslenme gibi konularda eğitim aldım; aralarda da Türkiye’ye gelip gittim. Yüksek lisansım sırasında yaptığım işten soğumaya başladım. İşlerimi derinden gelen bir protesto ihtiyacıyla üretiyordum ama bu işler heteronormatif eğitmenler tarafından beğeniyle karşılanınca çok bozuluyordum. Çünkü ben onların canını acıtmak isterken onlar beni alkışlıyorlardı. Bu yüzden bütün hevesimi kaybettim. Londra’da grup sergilere arada sırada katılsam da üretmeyi neredeyse bırakmıştım. 2012’de Türkiye’ye taşındıktan sonra, bir iki istisna dışında, sadece Onur Haftası sergilerine iş ürettim.

Tekrar üretme isteği geldiği için mi yoksa sadece Onur Haftası sergisi için mi üretiyordunuz?

Sadece Onur Haftası için yapıyordum. Hatta şöyle oluyordu, bir yıl hiç üretmiyordum, sergide yer alıp almayacağım belli olduğu anda bir iş üretip sergiye veriyordum. O senenin temasına göre üretiyordum daha çok.

Buradan solo sergi fikrine gelirsek, bütün kuşlar benim bahçeme gelir adlı ilk solo serginizin küratörlüğünü Sınır/sız ekibi yapıyor. Sınır/sız Türkiye’deki LGBTİ+ örgütlenme deneyimlerinden gelen bağımsız aktivist sanatçılar İlhan Sayın, Ozan Ünlükoç ve Metin Akdemir’den oluşuyor. Sınır/sız ekibiyle yollarınız nasıl kesişti? Solo sergi fikri nasıl doğdu?

2018’de, Onur Haftası kapsamında, aynı ekibin düzenlediği Sınırsız ve 2019’da Sınır/sız ALAN isimli sergilere katılmıştım daha önce; İlhan, Metin ve Ozan’la arkadaşız aynı zamanda. Solo bir sergi yapalım fikri onlardan çıktı. Ben grup sergileri çok seviyorum, hem bir tek benim işim olmadığı için anksiyeteye kapılmıyorum hem de birlikte iş koyma/üretme fikri çok hoşuma gidiyor, heyecan veriyor. Solo sergi fikri aklımın ucundan bile geçmemişti. Belki de hem tasarım hem eğitmenlik yaptığım yoğun tempolu bir işte çalıştığım için solo sergi fikri pek aklıma gelmiyordu. Sınır/sız ekibi bu fikirle gelince, önce “Evet, olur, neden olmasın?” dedim ama sonra oldukça korktum. Çünkü tek başına olmak çok acayip bir hismiş. Bir de pratiğimin başında olsam, daha farklı olabilirdi ama ben 20 yıldır üretiyorum ve ilk defa tümden kendimi açtığım bir sergi olacak, sanki iç organlarımı gösteriyorum gibi bir histi. O yüzden çok paniğe kapıldım. Ama Sınır/sız ekibi beni rahatlatarak, iyi hissettirerek bu panik duygusuyla başa çıkmamı sağladı.

Peki küratör ekiple birlikte çalışmak nasıl bir deneyimdi? Oturup masa başında konuşup, tartışıp, bazı temalar belirleyip ve ondan sonra işlerinizi üretmeye mi başladınız yoksa sizin aklınızda zaten birtakım fikirler vardı, onları somutlaştırıp mı devam ettiniz?

İlk sergi toplantımıza, elimde bir listeyle gitmiştim. Bilinç akışı yöntemiyle yaptığım bir listeydi, esinlendiğim filmlerden, sevdiğim sanatçılardan, beni heyecanlandıran birkaç kelimeden oluşuyordu. Onlar da fikirlerini söylediler ve bu şekilde yola çıktık. Sonrasında çok doğaçlama ilerledi her şey. Plan yapmadık. Ben işlerimde de hiç plan yapmıyorum, tamamen doğaçlama çalışıyorum. Bir iki ayda bir buluşup fikir alışverişi yaptık. Yavaş yavaş sergi metnini, sergi ismini düşünmeye başladık ve o şekilde ilerledi.

Tam da burada sergide bizi karşılayan Alok Vaid-Menon’un “Yola Gelmiyoruz” şiirinden bahsedelim isterim. Tüylerimizi diken diken eden bir örtüşmesi var şiirle serginin. Öyle güzel karşılıyor ki bizi hemen girişte. Çevirisi de muhteşem olmuş. Nasıl oldu Alok Vaid-Menon ile tanışmanız, şiiri keşfedişiniz?

Alok Vaid-Menon’u yıllardır sosyal medyadan takip ediyorum. Amerikalı bir performans sanatçısı ve yazar. Blogunda çok güzel yazıları ve şiirleri var. Sergi için bana ilham verecek yazıları okurken, “Yola Gelmiyoruz” şiiriyle karşılaştım, bir buçuk yıl önce. Bu şiir benim için tamamen bir sergi ilham metni oldu. Çok geri döndüm bu şiire, istediğim his, söylemek istediğim şey tam olarak buydu. O başka yer olma, başka yerin nesilleri olma, tıkılmak istendiğimiz kalıplardan taşma, yola gelmeme hali. Yola gelmemek benim için çok önemli. Sergide yer alan büyük siyah ve pembe bitkiler, biraz bununla ilgili aslında, Sonra Alok’a işlerimin fotoğraflarını göndererek yazdım, şiiri kullanabilir miyiz diye, o da çok tatlı bir şekilde kullanmamıza izin verdi. Şiirin çevirisini Eda Çaça yaptı. Ona da buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

Serginin adına nasıl karar verdiniz? Sergi, bütün kuşlar benim bahçeme gelir, adını küçük İskender’e ait bir mısradan alıyor. Bol çağrışımlı, davetkar ve iç ısıtan bir isim olmuş. Bu adı duyunca sergiyi gezme isteğiyle doluyoruz, o bahçeyi biz de görmek, duymak, koklamak istiyoruz.

İsim bulmak çok zor oldu bizim için. Ben önce “bir varmış bir yokmuş” adını düşündüm. Hani yokuz ya lezbiyenler olarak, varız ama yok sayılıyoruz ya. Ama sonra vazgeçtim. Bir de olumlu bir isim olsun istiyordum. küçük İskender’in de ölüm yıldönümüydü o ara, harıl harıl onun kitaplarını taramaya başladım. Bu mısraı görünce, dedim ki tam olarak bu. Hem çok flörtöz, romantik ve davetkar hem de bir sürü başka tınısı var. Bahçe aslında vulva gibi de geliyor bana. Bütün ışıkları yaktı aslında isim olarak bende. Bir femme olarak, “bütün butchlar benim bahçeme gelir”i çağrıştırması da hoşuma gitmedi değil.

Sergide hem bir ses tasarımı var hem görsel bir tasarım var, işlerin sergileniş biçimleriyle. Kuşların öttüğü, dev bitkilerle, erotik imgelerle bezeli bir bahçeye giriyoruz. Sergi için kaleme aldığı metinde Seçil Epik, “Sınır/sız ekibinin küratörlüğünde gerçekleşen sergi bütün kuşları etrafına toplamak isteyen davetkar ve oyuncu bir bahçe, queer ve feminist bir ekosistem yaratıyor. Politik ve toplumsal olarak yalnızlaştırılmış, izole edilmiş ve sınırlanmış bedenlerin aşkın bir ifade alanı bulduğu bu bahçede sanatçı zamanı ve mekanı, bedeni, ikiliği ve normu aşan bir yapı kurguluyor,” diyor; daha iyi ifade edilemezdi sanırım. Damarlarımızda, kalbimizde, her yerimizde hissediyoruz girdiğimiz arzu ve ilham dolu ekosistemi. Aynı zamanda ekoseksüel kavramıyla da tanışıyoruz sergideki işleri görünce. Daha önce söylediğiniz gibi doğaçlama yöntemle çalışan, kendi yaratım sürecinde gelişen işler üreten bir sanatçı olarak, nasıl bir yapı kurgulamak istediniz? Ekoseksüel kavramıyla ilk karşılaşmanız nasıl oldu? Bu kavramların sizdeki çağrışımlarına dair neler söylemek istersiniz?

Ekoseksüel terimiyle ne zaman tanıştığımı pek hatırlamıyorum. Annie Sprinkle ve partneri Beth Stephens’ın yarattığı, doğayı cinsel olarak arzulamayı ve sevgili ilişkilerinde olduğu gibi ona karşı bir sorumluluk almayı kapsayan bir akım diyebiliriz. Annie Sprinkle’ı yıllardır severek takip ediyordum. Bu terimle ilk karşılaştığımda beni öyle çok fazla çarpmamıştı. Bir fikir olarak kafamın bir köşesinde kalmış. Sergiyi hazırlarken, işler birer birer ortaya çıkmaya başladıktan sonra yeniden bu kavrama döndüm. Doğal olarak insan merkezli olmayan erotizm içeren işler ortaya çıkmaya başladı ve bu da ekoseksüelliğe çok uyuyor gibi bir farkına varma oldu benim için. Oyun oynar gibi, kendime bir dünya kurarak yaratıyorum. Bir şey anlatmaya çalışmıyorum. Tek tek işler üreyip sergi şekillenmeye başlayınca biz de böyle bir ekosistem oluştuğunu fark ettik. Doğayı anne gibi görmemek ama arkadaş gibi de görmemek, doğayla erotik bir bağ kurabilmek.

İşlerinizde oldukça dikkat çeken başka bir özellik de farklı teknikler kullanmanız. Zanaat ve sanatın farklı tekniklerini bir araya getiriyorsunuz. Geleneksel yöntemler kullanma fikri nasıl oluştu? Şimdiye dek cam altı resim tekniğiyle yapılan işlerde görmeye alışık olmadığımız imgeler kucaklıyor bizi.

Farklı teknikler ve malzemeler bana hep heyecan veriyor ve farklı oyuncaklarla oynamayı çağrıştırıyor. Bu sergiye kadar diğer duvar kağıtlarını hep serigrafi yöntemiyle kendim basıyordum. İlk kez buradaki duvar kağıdı işim dijital yöntemle basıldı. Aslında birebir elle bir şey yapmak benim çok hoşuma gidiyor. Aynı zamanda geleneksellikle hiç de geleneksel olmayan konular arasındaki gerilim her zaman ilgimi çekiyor. Yaşadığım ülkeye göre de değişiyor. Mesela İngiltere’de duvar kağıdı ağırlıklı çalıştım, orada cam altı yapmak aklıma bile gelmedi. Burada cam altı ve fayans düşünüyorum. Neredeysem ona göre şekilleniyor. Başka bir yere gitsem oraya ait özgün tekniği kullanmak isterim. Coğrafyayla çalışmak hoşuma gidiyor. Bu geleneksel yöntemler sanat çevreleri tarafından biraz küçümsenen, feminen bulunan yöntemler de olabiliyor. Heykel deyince akla ilk olarak taş gibi sert ve soğuk bir malzeme geliyor mesela ama benim heykellerim ya kumaştan ya da polimer kilden.

Aynı şey fetiş malzemelerini kullanmakta da geçerli mi?

O da aynı gerilimin bir parçası. Aynı zamanda da kendi hikayemizi anlatma yöntemi benim için. Birkaç kişinin, sergiyi gezdikten sonra; “Çok tanıdık geldi bize bu işler,” demelerine şahit oldum. İşte istediğim şey tam da bu. Aramızda kodlu bir dilimiz olduğunu düşünüyorum, o dili konuşmak çok güzel. Gizli bir dil ve görsel olarak o gizli dili konuşuyoruz. İşte orada dildolar var, fetiş malzemeleri var, ayol elleri var. Anında herkes onun ayol eli olduğunu anlıyor ya da dildonun dildo olduğunu, vulvaların vulva olduğunu anlıyor. Bu tam olarak bu dili konuşmak oluyor ve fetiş de onlardan biri. Kendi hikayemizi anlatmak ve aslında izimizi bırakmak istedim.

Buradan sergide yer alan işlerinize gelebiliriz sanırım. Dev bitkiler, hem gizemli merak uyandıran, her an başka bir şeye de dönüşme potansiyeline sahip hem de şehvet uyandıran belki biraz da hibrit canlılar. Kuir arzuyu da çağrıştırıyorlar bir taraftan.

Bitki aslında onlar, davetkar, şehvetli ama hibrit tarafları da var sanırım. Siyah bitki benim için tam da öyle zaten; seksi, davetkar ama çekiniyorsun da biraz. Odada tek başına davetkar bir şekilde bizi bekliyor. İçeri girmeye çekinenler, çaktırmadan girenler, çaktırmadan dokunanlar oldu. Kürklü kısmı dokunmaya davet ediyor, herkes elini sokmak istiyor içine. Siyah bitki, en baştan beri yapmak istediğim şeydi ve en son biten iş oldu ilginç bir şekilde. Hepsini beton ayakta tutuyor. O minik fanus içindeki heykellerde de beton var. Onların gövdesi minicik, beton olmasa ayakta durmazlar. Pembe bitkide de beton var. Domestik hiçbir şeye gönderme olmasın diye çiçekler betondan çıkıyor. Saksı değil toprak da değil başka bir yerden çıkıyorlar. Bu dünyaya gönderme çok az olsun istedim. Çok yüklü ya anlamlar. Saksının anlamı da toprağın anlamı da çok yüklü, o kadar çok anlamı var ki. Onların hepsinden sıyrılsın istiyorum. Beton çok kullandığım bir malzeme. Daha soğuk ve daha az anlam yüklenebilir ya da yüklenen anlam bana daha uygun olabilir.

Mezuniyet işi olarak duvar kağıdı yaptığınızdan bahsetmiştiniz, yaklaşık 20 yıl sonra bu sergi için de bir duvar kağıdı ürettiniz ama belki bu kez bambaşka saiklerle diyebilir miyiz?

Duvar kağıdını 2001 yılında üniversite mezuniyet projesi olarak yapmıştım. İngiltere’de eşcinsellerin, kendi özel alanları dışında herhangi bir fiziksel teması yasaktı; otel odası dahil olmak üzere. 2003 yılına kadar böyleydi. Yani sadece kendi evinde cinsel aktivitede bulunabilirdin; onun bile sınırları vardı, mesela BDSM yasaktı. Bu yasa yürürlükteyken, diyelim iki kadın sokakta el ele yürüyor, polis seni halka kötü örnek olmaktan durdurabiliyordu, el ele tutuşmayın diyebiliyordu. Yine aynı dönemde açık görüşlü olduğunu söyleyen insanlar arasında, eşcinseller ne yaparlarsa yapsınlar kendi dört duvarları içinde yaptıkları sürece kabulümdür diyenlere rastlıyordum. Bizim de minnet duymamız bekleniyordu. Ben bu tip lafları duydukça sinir oluyordum. Dedim ki tamam, o zaman ben o dört duvarı alacağım ve kamuya açacağım. O yüzden o dönemki sevgililerimle, arkadaşlarımla cinsel pozlar verdik, onları fotoğrafladık ve ben o imgeleri gayet dekoratif bir duvar kağıdı haline getirdim. Okul bitirme projesi olarak bu duvar kağıdını sergiledim. Mecburen sıkışmış olduğumuz dört duvarı kamuya açmış oldum. Ondan sonra da duvar kağıdı yapmaya hep devam ettim. Bu sergideki duvar kağıdı ise bir kırılma noktası oldu diyebiliriz. Çünkü burada bir protesto yok, tam tersi kendi hikayemizi anlatma ve kutlama üzerine kurulu. Burada Esra ve Özge adlı arkadaşlarımla birlikte çalıştık. Bundan önce ürettiğim duvar kağıtları sertti, bu kez çok romantik, yumuşak olsun istedim. Gerçekten doğal olsun istedim, ben yönetmedim onları. Kendi bakış açımızdan kendi hikayemizi anlatmak benim için çok önemli. O yüzden de serginin tek isimli işi, “Esra ve Özge”. Özellikle lezbiyenler olarak, erotik materyal olarak çok kullanılıyoruz ya o yüzden kendi bakış açımızdan kendimizi anlatmak çok değerli benim için.

Üniversitedeyken Tee Corinne diye bir sanatçıyı keşfetmiştim. İlk lezbiyen sanatçı olarak onun işleriyle tanıştım. 70’li yıllarda sevgilileriyle kendini fotoğraflamış, lezbiyen çiftlerin yataklarını fotoğraflamıştı. O kadar büyük bir heyecan hissetmiştim ki, çünkü o kadar az rastlanan bir durum ki bizim hikayemizi anlatan sanatla ya da görsellerle karşılaşmak. Sonra Catherine Opie çok sevdiğim başka bir sanatçı. Duvar kağıdında biraz onu vermek istedim, basit bir şekilde kendi hikayemizi anlatmak.

Sergide yer alan bazı işler bir serinin parçaları olarak üretilmiş. Bir işin seri olacağına nasıl karar veriyorsunuz? O seri ne zaman tamamlanıyor ya da tamamlanıyor mu?

Galiba bu tekstil tasarımdan gelen bir alışkanlık benim için, bir şeyi seri olarak anlatmak. İşlerime hiç isim koymuyorum ama seri olduğunda isim de geliyor, mesela “Ayol Elleri” öyle. O bir seri ve seriler hiç tamamlanmıyor. “Ayol Elleri” hep devam edecek, “Vulvalar” hep devam edecek. Her biri kendi içinde bir dünya oluyor sanırım. “Ayol Elleri”ni çok sevdim mesela ve bana bir tane yetmedi, ojeyle boyuyorum bu arada; oje, sim gibi malzemeler kullanmayı seviyorum. Vulvalar önce tekti, kendi vulvamı yapmıştım önce ve tek olarak kalacaktı. Sonra Ozan, bu seri olsa önerisini yapınca, etrafımdan başka vulva renkleri almaya başladım ve seri oluşmaya başladı. Vulvalar birebir kişilerin vulvalarının rengi bu arada.

Hem Seçil Epik’in sergiye dair yazdığı metin hem Alok Vaid-Menon’un şiiri hem de sizin işleriniz öyle güzel örtüşüyor, birbirini tamamlıyor ki hayranlık uyandırıyor bu ahenk. Tüm bu sürecin hepimiz için yeni, karanlık ve bilinmezliklerle dolu olan pandemi koşullarına denk gelmesi de çok ilginç bir taraftan. Pandeminin nasıl bir etkisi oldu üretim sürecinizde?

Ben biraz mükemmeliyetçi ve kontrolcüyüm o yüzden her şeyin oturması gerekiyordu (gülüyor). Uykusuz geçen geceler, acayip bir çalışma temposundaydım. Yaklaşık dokuz ay sadece üretime yoğunlaştım başka hiçbir şey yapmadım. Bir taraftan pandemi süreci bir taraftan da yarı zamanlı çalıştığım işim vardı. Pandemi süreci o anlamda iyi oldu benim için, sosyalleşemediğim bir süreçte oturup çalıştım aslında. Bir de geçen sene açılacaktı sergi, bir yıl ertelenmesi çok iyi oldu, çünkü aynı sergi olmazdı eğer geçen sene açılsaydı. O anlamda benim için iyi oldu.

Yeri gelmişken biraz da çalıştığınız işten bahsedelim mi? Sanatsal üretim sürecinizi nasıl etkiliyor işiniz?

Göçmen Kadınlar diye bir markamız var. Yaklaşık altı yıldır var olan, bir vakfa bağlı iktisadi işletme. Her yerden gelen göçmen kadınlarla çalışıyoruz. Irak, İran, Suriye, Afganistan, Nijerya, Kamerun’dan gelen kadınlarla atölyeler yapıyorduk, pandemi öncesinde. Ben onlara dikiş dikmeyi, baskı yapmayı ya da takı yapmayı öğretiyorum. Pandemi sürecinde dersleri çevrimiçi olarak yapmaya çalıştık ve üretim devam etti. Kadınların çoğu zaman içinde Türkçe öğrendiler tercümansız da iletişim kurabiliyoruz artık. Severek yapıyorum işimi. Yaratıcılık yönünden de ortaya çıkardıkları ürünlerden yaratıcı mutluluk duymaları hoşuma gidiyor.

Söyleşimizin başlarında da bahsettiğiniz gibi ilk işlerinizi üretirken protesto etmek, karşı çıkmak, karşı çıktığını haykırmak en önemli motivasyonunuzken zaman içinde bu motivasyonun değiştiğini görüyoruz. Bu tabii ki sizin hayat deneyiminizle de doğrudan ilgili, sanatınıza da yansıyan bu değişim ve dönüşüme dair neler söylemek istersiniz?

En büyük hayal kırıklığına yüksek lisansımı yaparken uğradım diyebilirim. Drag king performansı yapıyordum ve bölüm başkanı okula da drag king olarak gelsene demişti. Kendimi kullanılmış gibi hissetmiştim. O yüzden de üretimi durdurmuştum. Ama Onur Haftası sergilerinde kendimiz için ürettiğimiz için o istek yeniden canlanmaya başladı. Yani cis-hetero kişilere dert anlatmak için değil kendimiz için bir şeyler yapmaya başlayınca, oradaki heyecan, biz bize olmak, kendi kendimizi kutlamak iyi geldi bana. Onur Haftası sergileri için ürettiğim işler de hep kendimizi kutlamak üzerineydi; hiçbiri protesto için değildi. Oradan filizlendi ve bu sergi de o şekilde oluştu. Artık öyle bir derdimin olmaması beni rahatlatıyor çünkü o duvara toslamak gibi bir şey, önün açılmıyor o zaman. Benim karakterimde de o yok aslında. Ben kendimi aktivist olarak tanımlamıyorum mesela.

Türkiye’nin durulmayan gündemi, her geçen gün artan baskı ve zorbalığın dengenizi bozmasına izin vermeden, büyük bir yoğunlukla kendinizi sanatsal üretime vakfetmek hiç de kolay olmasa gerek ya da bu mümkün mü?

Haber okumuyorum. Sevgilim beni eleştiriyor haber okumadığım için (gülüyor). Elimden bir şey gelmeyecekse moralimi bozmak ve kirlenmek istemiyorum. Bir de ailesel olarak çok şanslıyım bence onun çok etkisi var. Hiç geleneksel yetiştirilmedim. 15 yaşından beri aileme açığım. Hatta 11 yaşıma dek Heybeliada’da, yarı vahşi bir çocuk gibi büyüdüm diyebilirim.

Yaptığınız işler bir taraftan da politik. Kuir olmayı politik bir durum olarak tanımlar mısınız?

İşlerim politikse, bir o kadar da romantik. Kuir olmak politik bir tutum bence. Ben doğal olarak kadınlardan hoşlanıyorum, politik lezbiyenlik de vardır ama benimki öyle olmadı. Ama kuir bir hayat tercih etmek benim için politik. Ben kabul edilmek, tolere edilmek, normal olana dahil edilmek istemiyorum. Benimki, romantik, eğlenceli, oyunsu bir politik varoluş. Bir de tabii haz bazlı ve seks-pozitif. Bu benim için çok önemli. Hazzımıza, arzularımıza ve tutkularımıza sahip çıkmamız lazım. Jean Cocteau’nun 1927’de yazdığı Beyaz Kitap adında bir kitabı var. Orada şöyle diyor; “Ama hoş görülmeyi kabul etmeyeceğim. Bu benim aşka ve özgürlüğe olan sevgimi zedeler.” O hoş görülme ihtiyacının tam tersinden bahsediyor. Normal olma, hoş görülme, bir şey kanıtlama ihtiyacı ya da yer edinme ihtiyacımız yok. Başka bir yer istiyoruz biz.

Nelerden beslenirsiniz, size neler ilham verir? Edebiyat, sinema gibi diğer sanat dallarıyla aranız nasıl?

En çok sinemadan besleniyorum. Görsel sanatları pek anladığımı söyleyemem. Biraz edebiyat ama en çok sinemadan besleniyorum. Sinemada gerçek ve gerçek dışının birleşmesi beni çok etkiliyor. Ulrich Seidl, Apichatpong Weerasethakul, Tsai ming-Liang ve Lukas Moodysson ilk aklıma gelen filmlerini sevdiğim yönetmenler.

Tanımlarla aranız nasıl? Kuir sanatçı ya da kuir feminist sanatçı diye tanımlanmakla ilgili ne düşünüyorsunuz? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz ya da tanımlamak istiyor musunuz?

Bir sanatçı olarak ismimin başına bazı tanımlamaların gelmesi hiç hoşuma gitmiyor. Daha önce Nil Has ile yaptığımız söyleşide bahsetmiştim, heteroseksüel sanatçı ya da erkek sanatçı diye tanımlamalar yok niye kuir sanatçı ya da kadın sanatçı olsun? Çok basit bir denklem bu aslında. Ama her ne kadar hoşuma gitmese de, bir görünürlük oluşturmak ve birbirimizi tanımak için bazen bu tanımlamalara başvurmak zorunda kalıyoruz. Kendimi cinsiyetsiz, femme lezbiyen olarak tanımlıyorum ama benim yaptığım her iş kuir temalı olacak diye bir durum da yok. Şu anda bu sergi öyle ama bir sonraki sergi bambaşka bir tema ile olabilir, hayatım boyunca sadece bu konuyla ilgili üretmeyeceğim.

İşlerinizde kullandığınız malzemeler hobi malzemesi olarak da tanımladığınız polimer kil, kumaşlar, tüyler, simler gibi çeşitlilik gösteren malzemeler. Bundan sonrası için denemek istediğiniz, merak edip kullanmak istediğiniz malzemeler var mı? Kullanacağınız malzemeyi neye göre belirliyorsunuz?

Önce aklıma malzeme geliyor. Fayans ve seramik denemek istiyorum mesela. Polimer kil hobi malzemesi olduğu için seramikten bir alt seviyede görülüyor. Bir de seramik çok eski bir malzeme olduğu için, çok anlam yükü de var. O yüzden daha önce kullanmadım ama artık denemek istiyorum seramiği de. Eylül – Ekim aylarında Ankara Queer Art Program’ı kapsamında bir sanatçı rezidansında olacağım. Programın bir parçası da Türkiye’nin herhangi bir yerinde istediğin bir zanaatı öğrenmek. Bununla ilgili çok heyecan duyuyorum. Henüz seçmedim ama kesinlikle yeni bir zanaat öğrenmek istiyorum.

bütün kuşlar benim bahçeme gelir sergisinin bundan sonraki yolculuğu nasıl olacak? Umarım mümkün olduğunca çok kişiye ulaşır, hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda.

Biz de çok istiyoruz. Önce Ankara’ya gitmesini çok isterim çünkü Kaos-GL ve Pembe Hayat’tan arkadaşlarımızın çoğu sergiye gelemedi. Serginin dolaşması tamamen bütçe ve mekanla ilgili aslında. Bütün bahçelere gidebiliriz. (gülüşüyoruz)

22.07.2021- Moda

www.safaksulekemanci.com

[1] Sınır/sız Türkiye’deki LGBTİ+ örgütlenme deneyimlerinden gelen bağımsız aktivist/sanatçılar İlhan Sayın, Ozan Ünlükoç ve Metin Akdemir’den oluşur. Sınır/sız ekibi, Sınırsız (2018) ve Sınır/sız ALAN (2019) isimli kuir feminist sanatçıların yer aldığı karma sergiler hazırladı.

[2] DEPO / Tütün Deposu Lüleci Hendek Caddesi No.12 Tophane 34425 İstanbul https://www.depoistanbul.net/sergiler/

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.