Kadın hareketleri, hem örgütlenme hem de eylemlilik bakımından, Rosa Luxemburg’un kendiliğindenlik tasvirine ve devrim felsefesine yaklaşan özellikler içeriyor.
“Raya Dunayevskaya, hem Marksizmin hem de kadınların kurtuluşunun tarihinde önemli bir düşünürdü; yirminci yüzyılın en uzun soluklu aktif devrimci kadınlarından biriydi.” Dunayevskaya’nın Rosa Luxemburg, Kadınların Kurtuluşu ve Marx’ın Devrim Felsefesi (1982) başlıklı kitabı, feminist şair Adrienne Rich’in bu sözleriyle açılıyor. Özenli ve akıcı çevirisiyle kitabı Türkçeye kazandırmış olan Melda Yaman ile yaptığımız zihin açıcı söyleşiyi paylaşıyoruz.
Rosa Luxemburg, Kadınların Kurtuluşu ve Marx’ın Devrim Felsefesi çok katmanlı bir çalışma.. Dunayevskaya, Luxemburg’un etkili ve eleştirel bir tasvirini yapmakla kalmıyor, buradan Marx’ın özgürlükçü yorumlarına dek uzanıyor. Bu kitabı çevirmeye nasıl karar verdin?
Raya Dunayevskaya’nın çalışmalarını ilgiyle okuyordum. Marx’ın yapıtlarının izinden giden, Kadın Kurtuluş Hareketinin gücüne inanmış, devrimci ve özgürlükçü bir kadın Dunayevskaya. Ayrıca teoriyle pratiği birbirinden ayrık süreçler olarak değil, birbirinin içinden geçen, birbirini koşullayan süreçler olarak, aralarındaki diyalektik ilişkiyle kavrıyor. Hareketi teoriden pratiğe, pratikten teoriye hareket olarak görüyor; bu da çarpıcıydı benim için.
Kitap üç ayrı konuyu içeriyor. Dunayevskaya bu üç konuyu, Rosa Luxemburg, Kadın Kurtuluş Hareketi ve Marx’ın Devrim Felsefesi’ni diyalektik bir biçimde birbirleriyle ilişkilendiriyor; bölümler arasında teorik bağlantılar, diyaloglar var. O bakımdan da müthiş bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Bir kitabı önemsemekle çevirmek ayrı şeyler elbette. Açıkçası ben çevirmeyi düşünmemiştim. Çevrilse çok iyi olur dediğim bir yapıttı ama kendim çevireyim diye aklımdan geçmemişti. Köstebek Kolektif’ten arkadaşlar çevirmemi önerince hem sevindim hem de ürktüm doğrusu. Dunayevskaya’yı Türkçeye kazandırmak müthiş olur, diye düşündüm; ama bir yandan da kitabın üç farklı konu ve literatür üzerine olması beni ürküttü. Sonra gözümü karartıp çevirmeye karar verdim. Çeviri sürecinin benim için bu nedenle hem keyifli, hem öğretici hem de zorlu geçtiğini söyleyebilirim.
Dunayevskaya, Rosa Luxemburg’u “Bazen gönülsüz bir feminist olarak görünse de, daima bir devrimcidir” diye tanımlamış. Öte yandan, “kadın sorunu” olarak adlandırılan meselenin onu epey kişisel bir yerden yaraladığını belirtmeyi de ihmal etmiyor. Luxemburg’un bu mesele ile ilişkilenişi üzerine neler söylemek istersin?
Rosa Luxemburg bir kadın olarak bugün için bile çok güç olan birçok şeyi başarmış bir kadın. Döneminde doktora eğitimi alan çok az sayıdaki kadından biri. Genç yaşta devrimci mücadeleye katılmış bir kadın aynı zamanda. Bunların yanı sıra, “erkeklerin dünyasında” bir kadın olarak tutunmaya çalışan bir kadın. Bunun bir yanı devrimci mücadele; örgütün önderlerinden biri olsa da Jogiches’le eş düzeyde olmadıklarını anlıyoruz; hatta Luxemburg da Jogiches’in otoritesini “kabul etmiş” görünüyor. İkinci alan da özellikle Almanya döneminde gördüğümüz teorik / politik tartışmalarda Marksist erkekler arasında var olma çabası. Her iki alanda da kadın olduğu -bir kadın olarak daha geride durması / daha korunaklı olması gerektiği- sık sık hatırlatılıyor.
İkinci alana daha yakından tanıklık ediyoruz. Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne katıldığında vakit kaybetmeden kritik tartışmalarda taraf oluyor. Dönemin “koskoca” -tabii ki hepsi erkek- Marksistlerini sözünü sakınmadan eleştiriyor. Marx’ın izinde bir kadın olarak Marksizmin tüm dünyaca tanınan -tabii ki hepsi erkek- büyük isimleri arasında ayakta kalmak için çabalıyor. Hemen hepsinden hem teoride hem de pratikte ileride olsa da bir kadın Marksist / devrimci olarak her şeyden önce kadın olarak görülüyor. Bebel ile Adler arasındaki yazışmalar bu bakımdan ibretlik. Odalarda, sendikalarda, iş yerlerinde yakından tanıdığımız erkekler arası işbirliği örneği bu mektuplar.
Gelgelelim Luxemburg onların cinsiyetçi saldırılarına karşı açık bir feminist, hadi feminist demesek de açık bir kadın mücadelesi yürütmüyor, görmezden geliyor, kulaklarını tıkıyor. Bir yanı bu. Ama kadınları örgütleme sürecinde, yaptığı konuşmalarda, mektuplarında eril tahakkümün farkında olduğunu da anlıyoruz.
20. yüzyıl başında kadın hareketinin iki farklı kanaldan ilerlediğine dair peşin hükümlü bir tarih yazımı var. Bu kavrayışa göre sosyalist kadınlar işçi kadınları örgütlemeye odaklanmışken feministler oy hakkı için mücadele etmekteydi. Dunayevskaya, Clara Zetkin’in İkinci Enternasyonal’e önerdiği Uluslararası Kadınlar Günü’nün ilk kutlandığı tarihte (8 Mart 1911), Almanya’da sosyalist kadınların oy hakkı mücadelesinin doruğa ulaştığını hatırlatıyor. Aynı tarihlerde, Rosa Luxemburg’un bu konuda yaptığı önemli bir konuşma da var. Bu iki hareketin aslında birbirini dışlamadığı gibi karşılıklı etkileşimde olduğuna dair bir çıkarsama yapabilir miyiz?
Ne güzel bağladın. Ben de böyle düşünüyorum. İki mücadele hattı olduğunu ifade etmek, bu ikisinin yalıtık olduğu anlamına gelmiyor. Sosyalist kadınlar işçi kadınlara yoğunlaşmışlarsa bile onları işçi kadınlar olarak, kadın örgütçüler ve hatta kadınlar olarak da güçlendirmeyi hedefliyorlardı. Bunun da ötesinde, feminist mücadele güçlendikçe tüm alanları, tüm örgütlenmeleri, her çevreden kadın hareketini ve kadını etkilemeye başlıyor. Bunun en güzel örneklerinden biri de 1905 devriminden 1917 Şubat devrimine giden süreçtir. Bu süreçte çok sayıda kadının işçileştiği doğrudur; Bolşeviklerin kadınları örgütlediği de doğrudur; ama aynı zamanda (sosyalist olmayan) feminist hareket de o dönemde yükselmiştir. Oy hakkı mücadelesi Rusya’da da epey etkindir o dönemde. Ayrıca 1917 Şubat’ında işçi kadınlar sokaklara sadece işçi olarak ezildikleri için çıkmadılar; 8 Mart’ı kutlamaya çıkmışlardı. Pek çoğu kadın olmanın “ikinci sınıf” olduğunu biliyordu ve muhtemelen bununla da mücadele ediyordu.
Leo Jogiches’ten ayrılmasının ardından, Luxemburg kendisini en özlü şekilde şöyle ifade etmiş: “Leo’dan kurtulduğum için bir kez daha kendimim”. İkilinin romantik ilişkisi usanmadan köpürtülen bir mevzu iken Dunayevskaya, bu “kişisel mesele”ye politik bir yaklaşım getiriyor. Ayrılığın Luxemburg’un entelektüel faaliyetini olumlu yönde etkilediğini düşünüyor örneğin. Dunayevskaya’nın yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun?
Her “romantik” ilişki aynı zamanda politik bir mesele değil mi? Romantizmin kendisi de politikleştirilmeli, öyle değil mi? Feministler epeydir gerek aşkı gerekse aşkın hayatımızda kapladığı yeri eleştiriyor, tartışıyor. Luxemburg’la Jogiches’in ilişkisine gelince, bu ilişkinin, her ne kadar yoldaşça ve arkadaşça olsa da, aşk ilişkisi, kadın erkek ilişkisi olduğu müddetçe eşitsizlik ve hiyerarşi barındırdığını görmezden gelemeyiz. Dunayevskaya burada çok önemli bir noktanın altını çiziyor; biz kadınlar kendi başımıza ayakta durdukça çok daha özgür çok daha yaratıcı olabiliriz. Bu basitçe liberal özgürlükçü ideallerin peşinde olma meselesi değil; kendi yaratıcı potansiyellerimizi, insan potansiyellerimizi keşfetme, hayata geçirme meselesi. Dunayevskaya’nın tavrını Rosa Luxemburg’un en önemli biyografilerinden birini yazmış olan Nettl’ınkine kıyasla çok da olumlu bulduğumu söylemeliyim. Nettl, Rosa Luxemburg’un Leo Jogiches’le ilişkisinin koptuğu dönemi ele aldığı bölüme “Kayıp Yıllar” başlığını vermiş; bu ayrılığı Rosa için “kişisel yaşamında ciddi bir altüst oluş, belki de yaşamının en önemli sarsıntısı” olarak nitelemişti. Dunayevskaya Nettl’e açıkça karşı çıkıp, bu yılları “muhteşem, bağımsız, kendini geliştirme” dönemi olarak görüyor.
Luxemburg’un 1905 devrimine ilişkin gözlemleri, onu kitlelerin kendiliğinden hareketleri üzerinde durmaya yöneltiyor. Dunayevskaya da kadınların kendiliğinden harekete geçmesiyle başlayan bir dizi tarihsel olayı hatırlatmış: Rusya’da Şubat Devrimi, Afrika’da Aba İsyanları, 1960’larda yolan çıkan Kadın Kurtuluş Hareketi vb. Luxemburg’un zihnindeki devrim felsefesinin kadın hareketlerinde ete kemiğe büründüğünü söyleyebilir miyiz?
1905 Devrimi Luxemburg’un hayatında büyük önem taşıyor; fiili bir devrimin içinde olmak, süregiden bir devrimin yakından tanığı olmak müthiş bir deneyim, müthiş dönüştürücü bir deneyim elbette. Luxemburg’u büyük kılan bunlar değil ama; devrimden dersler çıkarması, devrimi bitmiş bir süreç olarak görmemesi, orada durmaması. 1905 deneyimini, sonraki devrimler için, “beklenen” Avrupa -Almanya- devrimi için ilk adım olarak görüyor.
Dahası Luxemburg, otoriter / muhafazakâr sendika önderliğine eleştirel yaklaşan biriydi; önderliğin örgütlenmeyi yahut sınıf bilincini “işçilere öğrettiğini” düşünmüyordu. Kitlelerin kendiliğinden eylemliliğini önemsiyordu. Ama tabii kendiliğindenliği bilinçli eylemin karşısına koyup, salt içgüdüsel bir eylem olarak görmemek gerek. 1905 Devrimi’ndeki kitle grevleri ve sovyetler, kitlelerin hem akıl olarak hem de güç olarak kendini ortaya koymasıydı. Kendiliğindenlik, sadece devrimin değil, öncü önderliğin de itici gücüydü. Şu sözleri bunları özetliyor: “Kısacası, Rusya’daki kitle grevlerinde kendiliğindenlik unsuru, Rus proletaryasının ‘eğitimsiz’ olmasından değil de, devrimlerin, hiç kimsenin onlara hocalık taslamasına izin vermemesinden ötürü böyle baskın bir rol oynuyor”.
Dunayevskaya döneminin kadın hareketinden, kadınların eylemlerinden, ABD’deki siyah kadın eylemlerinden, Afrika’dan, Portekiz’den… çeşitli örnekler veriyor; “Bugünün Kadın Kurtuluş Hareketi, daha önce ne Marksist olmayanlar ne de Marksistler tarafından dile getirilmiş olan yeni ve benzersiz yönler ortaya koymuştur”, diye yazıyor. Dunayevskaya’ya göre o dönemde Kadın Kurtuluş Hareketi, vakti gelmiş bir İdea’dan dünya çapında bir harekete dönüşmüştür.
Aslında bugün de benzer bir süreçten geçiyoruz. Türkiye’de yaprak kıpırdamazken kadınlar sokaklardaydı; pandeminin hemen öncesinde feminist grevler, mesela, dünyanın dört bir tarafında birbiri ardına ortaya çıkıyordu. Bu bakımlardan kadın mücadelesi, kadın eylemleri, feminist grevler, kadınların hem akıl hem de güç olarak damgasını vurduğu eylemler. Ayrıca kadın hareketleri, hem örgütlenme hem de eylemlilik bakımından, Luxemburg’un tasvirine yaklaşan özellikler içeriyor.
Dunayevskaya’nın Marx’ı yorumlarken başvurduğu iki önemli kaynak var: 1844 El Yazmaları ile Etnoloji Defterleri. Yazar, Marx’ın erken ve geç dönemlerine ait bu iki kaynak arasında süreklilik olduğunu düşünmekte. (Dolayısıyla Marx’ta epistemolojik kopuş gören yapısalcı / Althusserci önermeyi de çürütmüş oluyor.) Çok önemsediğin Etnoloji Defterleri üzerine Çatlak Zemin’de paylaştığın yazıyı da hatırda tutarak Dunayevskaya’nın bu yapıtla ilgili yorumlarına büyük ölçüde katıldığını sanıyorum.
Dunayevskaya bu defterleri çığır açıcı buluyor; Marx’ın yapıtlarını bir bütün olarak görmek için yeni bir bakış açısı sunduğunu düşünüyor. Dunayevskaya’ya göre Marx bu defterlerde, ilk yazılarında olduğu gibi, hümanizm üzerine eğiliyor; sadece sınıf mücadelesiyle değil, kapitalizm öncesi, Avrupalı olmayan toplumların değerleri ve toplumsal yapılarıyla ve bu toplumlarda kadınlarla erkeklerin birbiriyle ilişkisiyle ilgilendiğini yazıyor. Bütün bunları Marx’ın “süreklilik içinde devrim” kavrayışının bir parçası olarak görüyor.
Dunayevskaya gibi ben de Marx’ın Etnoloji Defterleri’ni çığır açıcı buluyorum. Defterler Marx’ın,1881-1882 arasındaki etnografik çalışmalarına dayanıyor. Tamamlanmış bir yapıt olmaktan çok uzak; uzun alıntılar, yarım bırakılan cümleler, alıntılara iliştirilen ironik yorumlar, tarihten mitolojiye onlarca gönderme barındırıyor. Buna rağmen çığır açıcı bulmamın başlıca sebebi, Marx’ın son zamanlarını Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini tamamlamak yerine etnoloji okumasına ayırmış olmasıdır. Bu okumaların Kapital’in bir bütün olarak amacından ayrı bir yerde olduğunu düşünmüyorum; tersine, Marx’ın yaşam boyu süren amacının bir uzantısı olduğunu; Stanley Diamond’un altını çizdiği gibi, genç bir filozof olarak geliştirdiği “insani olanaklar” görüşünü somutlaştırmaya çabaladığını düşünüyorum. Bunun, Christine W. Gailey’in adlandırdığı gibi “diyalektik dönüş” olduğu kanaatindeyim. Etnoloji Defterleri bu bakımdan 1844 El Yazmaları gibi insanın özgürleşmesi, kadın erkek arasındaki eşitsiz ilişki, kadınların ezilmesi gibi temaları içeriyor. Defterler bende şöyle bir düşünce uyandırıyor; sanki Marx, toplumsal eşitsizliğin kökenlerinin peşine düşmüş, Morgan’ın İrokuaları gibi eşitlikçi toplumlardan nasıl oldu da -cinsiyete dayalı- eşitsizlikler, sınıflar, devlet evrildi, anlamaya çalışıyor. Eşitlikçi ilişkilerin içerisinden eşitsizlikler nasıl çıktı, bunun diyalektiğini kavramaya çalışıyor. Ama burada durmuyor, İrokualar gibi bu komünal topluluklarda geleceğin sosyalist/komünist toplumlarının çekirdeğini görüyor; “en eskinin içindeki en yeniye”, ilkel komünal toplumlardaki sosyalist eğilimin tohumuna işaret ediyor.
Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni başlıklı kitabı, Türkiye’de “kadın sorunu” üzerine söz sarf eden sosyalistlerin başlıca referansı olmayı sürdürüyor. Dunayevskaya, buna karşılık, Etnoloji Defterleri ile mukayese edildiğinde Engels’in yaklaşımını ön açıcı bulmuyor; hatta Marx ile Engels arasında konuyu kavramada derin bir uçurum bulunduğunu ileri sürmüş. Söz konusu olan nüanslar mı yoksa yazarın ileri sürdüğü kadar büyük bir mesafe mi var arada?
Öncelikle şunu söyleyeyim, Engels, Köken’de, 1884 gibi erken bir tarihte kadınların ezilmesi doğal değildir, kadınların ezilmesinin bir tarihi vardır, diyor; -biz feministlerin kullandığı biçimde olmasa da- ataerkil eşitsizliklerden, -adını koymadan- erkeklerin egemenliğinden söz ediyor. Bu hususların hâlâ çok önemli olduğunun altını çizmek isterim.
Gelgelelim, ataerkinin tarihini özel mülkiyete bağlıyor; kadınların egemen olduğu bir toplumdan erkeklerin egemen olduğu bir topluma geçildiğini savunuyor; erkeklerin güçlenmesini, kendi mülklerini oğullarına aktarma güdüsüyle açıklıyor. Bu açıklama feminist araştırmacılarca etraflıca eleştirildi, Engels’in argümanlarının çoğu antropolojik bulgularla çürütüldü. Ne var ki, özellikle sosyalist solda, kadınların ezilmesini özel mülkiyetle açıklama eğilimi giderek yaygınlaştı, neredeyse genel kabul halini aldı.
Şimdi, Köken’in Etnoloji Defterleri ile ilişkisine gelelim.
Engels, Marx’ın vefatının ardından, 1883 yılının sonlarına doğru, Marx’ın etnoloji notlarının bulunduğu defterleri okumaya başladı; defterlerden çok etkilenerek, Marx’ın “vasiyetini yerine getirmek” üzere iki ay içinde Köken’i tamamladı. Lâkin Marx’ın etnoloji notlarıyla kıyaslanınca, Engels’in Köken’deki analizi farklılıklar barındırıyor. Marx’ın etnoloji defterlerindeki “toplumsal cinsiyet” analizinin daha ince ayrımlı olduğunu söylemek gerekir. Birçok araştırmacı Marx’ın diyalektik analizine karşılık Engels’in analizini daha az diyalektik buluyor. Dunayevskaya’ya göre de Engels ne diyalektiktir ne de kapsamlı bir analiz geliştirmiştir.
Bu yöntemsel farklılığı biraz daha açmak isterim.[1] Engels Morgan’ı izleyerek, ailenin kökeninin anaerkil olduğunu, anaerkil ailelerde soyun kadın üzerinden yürüdüğü tezini (anasoyluluk) kabul ediyor. Anasoyluluğun ve anaerkinin özel mülkiyet yoluyla erkekler tarafından kaldırılıp yerine babasoyluluğun ve ataerkinin geçirildiğini savunuyor. Bu dönüşümü de erkeklerin kendi mülklerini oğullarına aktarma güdüsüyle açıklıyor. Oysa Marx, meseleye, Engels’e nazaran çok daha şüpheci yaklaşıyor, açıkçası anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçişle özel olarak ilgilenmiyor. Marx’a göre aslında tarihsel olarak anaerkil toplumların mı yoksa ataerkil toplumların mı geldiği önemli değil; Marx’ın ilk komünal toplumlara ilişkin notlarında anaerkinin önce geldiğini düşündüğüne ilişkin bir vurgu da bulunmuyor. Dahası, Marx esas olarak komünal toplumların içsel çelişkilerini toplumsal gelişimin ve dönüşümün dinamiği olarak görüyor, bu çelişkilere odaklanıyor. Marx’a göre bu çelişkiler özel mülkiyetin ortaya çıkıp sınıfların oluşumuna sebep olan etkenlerin köklerini içinde barındırıyor. Şöyle ifade edeyim; Marx komünal toplumlarda aile grupları arasında farklı kastların oluşmasının bu toplumların eşitlik ilkesiyle çelişkiye girdiğini, böylece eşitlikçi toplumların kendi karşıtına, kasta dönüşmeye başladığına dikkat çekiyor. Yani, Marx’a göre kast, komünal toplumları izleyen bir süreç değil, bizzat bu komünal toplumların içinden çıkmış, onunla bir arada var olmuş bir süreçtir.
Marx’ın yaklaşımı, sosyalist feminist teori için de özel bir önem taşıyor; ataerkinin kökenini özel mülkiyetle açıklamadığımızda, özel mülkiyetin kaldırılmasının kadınların kurtuluşunu getireceği tezi de iyice zayıflıyor. Kapitalizmin ortadan kaldırılmasının kadınların kurtuluşu için zorunlu bir koşul olduğunu kabul ediyoruz elbette; ama bunun yeterli olmadığını, kadınların kurtuluş için, özgürlük ve eşitlik için mücadeleyi sürdürmesi gerektiğini söylüyoruz.
Teşekkür ederiz.
Esas ben sana ve Çatlak Zemin’e teşekkür ederim.
[1] Bu konuda Melda Yaman’ın yazdığı İngilizce makale için bkz. https://marxismandsciences.org/origin-of-engels-the-origin-a-reappraisal-in-the-light-of-the-ethnological-notebooks-of-marx/