“Kadın” kategorisine dâhil edilen deneyimlerin ve anlatıların çeşitliliği düşünüldüğünde, bu kategori feminist politikalar için hâlâ gerekli mi yoksa Butler ve diğer post-yapısalcı teorisyenlerin önerdiği gibi artık ondan kurtulmalı mıyız? Fiziksel niteliklerimizi yeniden yapılandırmayı ve bedenlerimizi arzularımıza daha çok uyacak şekilde yeniden oluşturmayı vaat eden yeniden üretim teknolojilerini nasıl değerlendirmeliyiz?
Koronavirüs dışında hiçbir şey konuşamayacak hale geldiğimiz zamanlardayız ancak bugünler de geçecek ve hiçbir şey konuşamayacak hale gelmeyelim diye geçtiğimiz şubatta çıkan bir kitaptan bahsetmek istiyorum kısaca: Tenin Sınırlarının Ötesine: Güncel Kapitalizmde Bedeni Yeniden Düşünmek, Yeniden Oluşturmak ve Geri Almak. Silvia Federici’nin makalelerinden ve dört bölümden oluşan bu kitabın özellikle son kısmındaki iki yazının “Dans Eden Bedene Övgü” ve “Son Söz: Neşeli Militanlığa Dair” başlıkları bile tek başına oldukça ilgi çekici. En azından benim için öyle; çünkü dans etmeyi çok seviyorum ve neşenin “ne olduğunu” iyi biliyorum.
Dans neden önemli? “Bedeni yeniden sahiplenmemizin merkezinde dans vardır. Aslında dans eylemi, bir bedenin yapabileceklerinin, kapasitesinin, konuştuğu dillerin, varoluş mücadelemizin ifadesinin icadı ve keşfidir. Dansın felsefesi olduğu kanaatine vardım çünkü dans dünyayla ilişki kurduğumuz, diğer bedenlere bağlandığımız, kendimizi ve etrafımızdaki mekânı dönüştürdüğümüz süreçleri taklit eder. Maddenin aptal, kör, mekanik olmadığını, aksine bir ritmi, bir dili olduğunu ve kendini etkinleştirdiğini, kendini örgütlediğini danstan öğreniriz. Bedenlerimiz, öğrenmemiz, yeniden keşfetmemiz, yeniden icat etmemiz gereken bir akla sahip” diyor Federici.
Peki neden “neşeli”? Federici’ye göre: “Neşeli militanlığın ilkesi, politikamızın özgürleştirici olması, yaşamlarımızı olumlu, bizi büyüten, bize neşe veren bir yolla değiştirmesidir, aksi durumda politikamızda yanlış giden bir şeyler var demektir. Kederli politikalar çoğu zaman, bireysel olarak, tek başımıza neler yapabileceğimize dair abartılı bir duygudan kaynaklanır ve bu da kendimize fazla yüklenme alışkanlığına yol açar.” Neşeli politikanın zaten şimdide kurucu olduğunu ve bugün bu gerçeği daha fazla insanın gördüğünü söylüyor: “Politik etkin oluşumuz, yaşamımızı ve etrafımızdaki insanlarla ilişkilerimizi olumlu biçimde değiştirmeli. Gerçekleştirebileceğimiz şeyleri, asla görmeyeceğimiz bir geleceğe sürekli ertelemekten keder doğar ve sonuçta şimdide neyin mümkün olduğunu göremeyiz.” Siyaset yapma tarzlarını ters yüz eden, içinde “yaşam” barındıran; politikaya yeni bir ses, soluk, renk getiren ya da buna davet eden feministler, Federici’nin ne demek istediğini gayet iyi anlayacaktır. Ancak, bu “yeniliğe”, “dönüşüme” açık olmayanlar ya da ne yaptığımızı anla(ya)mayanlar, anlamak istemeyenler için de bu sözlerin aydınlatıcı olacağını umuyorum.
Kitabın genelinde dört soru ön plana çıkıyor; bu soruları olduğu gibi aktarmam gerekirse: “Kadın” kategorisine dâhil edilen deneyimlerin ve anlatıların çeşitliliği düşünüldüğünde, bu kategori feminist politikalar için hâlâ gerekli mi yoksa Butler ve diğer post-yapısalcı teorisyenlerin önerdiği gibi artık ondan kurtulmalı mıyız? Daha kapsamlı ifade etmek gerekirse, kaçınılmaz olarak kurgusal olmaları ve tamamen karşıt temeller üzerine inşa edilmiş birlikleri tercih etmeleri yüzünden her türlü politik kimliği reddetmemiz mi gerekir? Fiziksel niteliklerimizi yeniden yapılandırmayı ve bedenlerimizi arzularımıza daha çok uyacak şekilde yeniden oluşturmayı vaat eden yeniden üretim teknolojilerini nasıl değerlendirmeliyiz? Bu teknolojiler bedenlerimiz üzerindeki kontrolümüzü mü arttırıyor, yoksa onları kapitalist piyasanın ve tıbbın hizmetinde kâr ve deney nesnelerine mi dönüştürüyor? İlk bölüm hariç, bu sorular çerçevesinde okuduğumuz kitabın birinci kısmı da 1970’lerdeki feminist harekete ayrılmış. Federici’nin bunu yapmasının sebebi kalan bölümleri daha anlaşılır kılmak, 70’lerdeki hareketin cinsiyetli duruşunu değil de kullandığı “stratejileri” göstermek; hareketin kazanımlarını ve eksik bıraktıklarını, yanlışlarını ortaya koymak; kapitalizmin saldırdığı “beden” algısına bir yenisini önermek ve kendi deyimiyle “performans” teorisyenlerinden farklı bir konumda durduğunu söylemek ki “Normatif kadınlık inşasına dair eleştiriler, Judith Butler’ın toplumsal cinsiyetin “performans” olduğunu iddia etmesinden çok önce başladı,” diyor. Federici, Butler gibi #MeToo hareketini eleştirenlerden aynı zamanda ancak başka bir gözle, yapısal bir sorun olduğunu ileri sürerek: “Çoğu kadın, cinsel şiddetin sapkın erkeklerin güçlerini kötüye kullanmaları değil de yapısal bir sorun olduğunu göremediği için #MeToo (BenDe) hareketinde de benzer bir dinamiğin ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Bunun yapısal bir sorun olduğunu söylemek, çoğumuzun içinde yaşamaya zorlandığı ekonomik koşulların kadınları cinsel istismar tuzağına ittiği anlamına gelir.”
Kabul etmekte zorlananlar olacaktır ama kapitalizmi anlamak için de feminizme, feministlerin mücadele tarihine ihtiyaç var. Federici’nin, “beden”e bakış açımızı genişletmemizin kapitalizme karşı geliştirilecek stratejiler için önemli olduğu vurgusuna katılıyorum. Birinci bölümde kadınların bedenleri üzerinden nasıl “çifte bir makineleşme sürecinden” geçtiğini; köleliğin, sömürgenin de kadınlar söz konusu olduğunda bambaşka işlediğini örnekler üzerinden anlatıyor. 1970’lerden sonra da cinselliğin kontrolünü kendi ellerine almak isteyen ve doğurmaya karar verme hakkı için “beden politikaları” adı altında örgütlenen feministleri aktarırken şöyle başlıyor: “Beden politikaları, hükümetlerin onları düzenlemek için tarihsel olarak benimsedikleri kapsamlı yasaların da gösterdiği üzere, en mahrem ve belki de en ‘özel’ deneyimlerimizin gerçekleşmesinin aslında ulus devlet açısından çok büyük endişelere konu olan politik meseleler olduğunu ifade ediyordu. Dahası yeni yaşam üretme kapasitemizin bizi erkeklerin yaşadıklarından çok daha kapsamlı, işgalci ve aşağılayıcı, aynı zamanda direnmesi daha zor olan sömürü biçimlerine maruz bıraktığını da onaylıyordu beden politikaları. Erkekler kapitalist sömürü ile kolektif olarak ve ‘iş yerinde’ karşı karşıya kalırken, kadınlar bu karşılaşmayı, erkeklerle ilişkilerinde, evde, doğum yaparken hastanelerde, sokaklarda hakaret dolu yorumlar ve saldırıların hedefi haline geldikleri bireysel deneyimlerle yaşadılar. Feminizm, ‘bedenler’ olarak tanımlanmamıza, kendimizi feda etmeye ve başkalarına hizmet sunmaya hazır olduğumuza dair varsayımsal hazırbulunuşluğumuz için bize değer verilmesine karşı başkaldırıydı. Hayattan beklentilerimizin eve bağlanmayla, erkeklerin cinsel hizmetçiliğini yapmakla, devlet için işçi ve asker üretmekle tanımlanmasına karşı bir isyandı.”
Bu ve benzeri yazıları okurken bugünü anlamak, aynı hataları yapmamak ve yarını inşa etmek için geçmişte yaşananları hatırlamamızın -hem özelde hem de genelde- ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum her seferinde. Aslında Silvia Federici de bunu bilinçli olarak yapıyor: “Tüm bunları, birkaç yıldır yüz binlerce kadının, kadına yönelik şiddete, kadınların borçlandırılmasına karşı çıkmak ve kürtaj hakkı elde etmek için akın akın sokaklara döküldükleri Buenos Aires ve Arjantin’in diğer bölgelerinden gelen o müthiş mücadele görüntülerini izledikten sonra yazdım. Üstelik bu kadınlar tüm çeşitliliklerine ve fikir ayrılıklarına rağmen, kadın olmanın anlamını dönüştüren kolektif kararlar vererek mücadele ediyorlar. ‘Kadınları’, bir politik özne ve açıkça tartışmalı ama aynı zamanda yaratmaya çalıştığımız bir dünya vizyonu inşa etme açısından hep yeniden tanımlanan bir kimlik olarak kabul etmeden böyle mücadeleler nasıl yürütülebilirdi? Her türlü toplumsal ve politik özdeşleşme olasılığını reddetmenin mücadeleyi yenilgiye uğratacak bir yol olduğunu ileri sürdüğüm ikinci bölümde geliştirdiğim argüman budur. Bu, yaşayanlar ve ölüler arasındaki dayanışmanın inkârıdır ve tam anlamıyla insanları tarihinden yoksun düşünmektir.”
Tabii burada aklıma gelen başka bir şey daha var; ne yazık ki Türkiye’de de türlü amaçlarla özellikle feministlerin mücadele tarihinin, yürüyüşlerinin inkâr edilmesi gibi akıl dışı tutumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Kadınların mücadele tarihini kendi platform kuruluş tarihinden başlatmak, çarpıtılmış bir tarih yazımı, yok sayma ve benzeri tutumların her şey bir yana büyük bir sorumsuzluk örneği olduğunu, bu yöntemlerin hayatın hiçbir alanında yeri olmaması gerektiğini, kadınların yüzyıllar boyunca bu davranışlara “erkekler” tarafından maruz bırakıldığını ben de bu yazıda hatırlatmak ve not olarak düşmek isterim.
Beden ve beden politikalarına odaklanan Federici’nin bu konuda oldukça anlamlı soruları, cevapları var; düşündürüyor. Fikirlerine katılın ya da katılmayın, her şekilde güncel tartışmalara katkıda bulunuyor. Ayrıca teknoloji ve toplumsal düzen ilişkilerini belli noktalarda eleştiren biri olarak Silvia Federici’nin teknoloji ve feminist hareketin (genel olarak toplumsal hareketlerin de) birlikteliği ile ilgili kitap öncesinde karşılaştığım uyarıları[i]na yakın olduğumu da belirtmek isterim.
Kitapla ilgili yanıtlarını da içeren yakın tarihli bir söyleşi de şurada.
[i] Bir örnek olarak bkz. https://www.youtube.com/watch?v=ATnHjlQB2Sg&feature=youtu.be