Rippon, kadın ve erkek beyinleri arasında kategorik olarak hiçbir fark olmadığını ileri sürmüyor. Onun iddiası tüm beyinlerin birbirlerinden farklı olduğu. Kadın ve erkek beyinlerinin grup ortalamaları arasındaki küçük farklara odaklanmak, izlenen devasa bireysel farklılıklar karşısında herhangi bir anlam ifade etmiyor.
Belki The Gendered Brain: The New Neuroscience That Shatters the Myth of the Female Brain (Cinsiyetlendirilmiş Beyin: Kadın Beyni Mitini Paramparça Eden Yeni Nörobilim) adlı bir kitabın tepki uyandırması zaten beklenirdi. Profesör Gina Rippon, bu yılın başlarında bu kitabı yayınlandığından beri sanal alemde epey tacize ve hakarete maruz bırakıldı. Konuşmasında bu maruz bırakıldıklarını, hınca hınç dolu amfiden gelen alaycı kahkahalar ve şaşkınlık nidaları karşısında, çeşitli örneklerle detaylandırmaktan keyif aldığı aşikardı.
Rippon konuşmasının ilk kısmını, bilim insanlarının kadınların neden erkeklerden aşağı olduklarını açıklamaya dair 200 yıllık çabalarına ayırdı. Bu bilim insanlarının, (beyaz üst sınıf) erkeklerin üstün olduğuna ilişkin kanıt arayarak aslında çalışmaya tersten başladığını ileri sürdü. 30 yıl önce beyin görüntüleme teknolojilerinin yükselişi bu tartışmayı yeniden gündeme getirdi ve araştırmacılar, tekrar kadınlar ve erkeklerin arasındaki farkların kaynağını aramaya giriştiler. Tüm bu çabalara rağmen tek güvenilir bulgu, erkeklerin beyinlerinin kadınlarınkinden ortalama %10 daha büyük olduğu; ancak Rippon bu farkın da beden ölçüleri göz önüne alınarak değerlendirme yapıldığında ortadan kalktığını söylüyor.
Rippon, kadın ve erkek beyinleri arasında kategorik olarak hiçbir fark olmadığını ileri sürmüyor. Onun iddiası tüm beyinlerin birbirlerinden farklı olduğu—ve bu da hayatta beyin görüntüleme araştırması yapmış herkesin hakkında hemfikir olacağı bir olgu. Bu yüzden, kadın ve erkek beyinlerinin grup ortalamaları arasındaki küçük farklara odaklanmak, izlenen devasa bireysel farklılıklar karşısında herhangi bir anlam ifade etmiyor. Rippon bizi farklılıkların neden ortaya çıktığını sorgulamaya ve toplumsal normların beyni şekillendirmedeki rolünü göz önünde bulundurmaya teşvik ediyor. Bize beynin esnek yapısını hatırlatarak, çeşitli farklılıklar olsa bile bunların bireylerin neleri yapıp yapamayacağını belirleyemeyeceğini savunuyor. Bizler de bireylerin yeni beceriler öğrenebileceğini ve sözde cinsiyet-temelli farklılık gösteren işleri yapmak üzere eğitilebileceğini biliyoruz.
Bu alandaki araştırmaları büyük ölçüde takip edenlerimiz için, Rippon’ın konuşmasının en ilginç kısımlarından biri oturumun sonundaki soru-cevap bölümüydü. Bu bölüm, alandaki araştırma bulgularına dair genel toplumsal algıyı ortaya sermiş oldu. Bir dinleyici, yakın bir zamanda küçük çocuklarıyla katıldığı bir atölyede kendisine “kızların beyinlerinin aksine, erkeklerin beyinlerinin iki lobu arasındaki bağlantıların henüz oluşmadığının” söylendiğini aktardı. Bunun doğru olup olmadığı sorulunca Rippon “Hayır,” dedi. Bu da doğumda sadece beyin taramasına bakılarak bir görüntünün kız beynine mi erkek beynine mi ait olduğunun anlaşılıp anlaşılamayacağı sorusunu tetikledi. Rippon’ın cevabı elbette vurgulu bir hayır oldu, ama bu durum tam da medyanın araştırmalar hakkında yarattığı izlenimin—hele ki bulguların açık bir farka işaret ettiğini iddia ettiklerinde—ne kadar yanıltıcı olabildiğini gösteriyor.
Bu konudaki son soru, kız ve erkek kardeşlerin beyinlerindeki farkların, beyinlerinin cinsiyetli olmasından mı kaynaklandığı üzerineydi. Buna cevaben Rippon, büyürken birbirlerinden oldukça farklı olan iki kız çocuğu olduğunu, ancak kızların cinsiyeti aynı olduğundan kimsenin bu farklılıkları cinsiyet üzerinden izah etmeye kalkmadığını söyledi.
O halde, toplumun genelini gruplar arası farkların küçük, bireyler arası farkların ise devasa ölçekte olduğuna ikna etmeye hâlâ epey uzun bir yol var gibi görünüyor. Peki, psikologlar ve nörobilimciler insanları bilgilendirmek ve araştırma bulgularının doğru düzgün, sorumluluk sahibi bir şekilde haberleştirildiğinden emin olmak için daha fazlasını yapabilir mi?
Bu araştırmanın bir önemli boyutu da translara dair olası etkileri. Rippon da sözlerinin bedenlerinin beyinleriyle uyuşmadığını hisseden trans bireyler bakımdan çeşitli sonuçları olabileceğini kabul ediyor. Kimliklerine dair yaptıkları bu izah, Rippon’ın sunduğu delillerle çürütülüyor gibi görünebilir. Bu konuda yol alırken trans toplumuyla birlikte konuşulması, bulguların açıkça izah edilmesi, bireylerin psikoloji ve nörobilim alanlarınca desteklendiklerini hissetmelerinin sağlanması belli ki elzem olacak. Bu bulguların, transların yaşanmışlıklarının, deneyimlerinin kimileri tarafından inkar edilmesine yol açmaması son derece mühim.
Rippon cinsiyet farklılıklarını göz ardı etmemiz gerektiğini iddia etmiyor. Eğer farklar varsa, onları bulalım diyor. Bu farklar, mesela kadınlarda daha yaygın olduğunu bilenen Alzheimer gibi hastalıkları çalışırken özel önem kazanabilir. Ancak burada kilit mesele, çevresel bağlamı da göz önünde bulundurarak, bu farkların neden oluştuğunu bulmak. Ve son olarak, cinsiyetler-üstü bireysel farklılıkları incelemek bize daha çok şey söyleyebilecekse, neden cinsiyetler arası farklılıklara odaklanalım ki?
Çeviri: Ezgi Epifani.
Çevirenin notu: Umarım bu çeviri, hiçbir bedenin cinsiyet ve cinsel yönelim dikte etmediğine yönelik daha ileri ve derin araştırmalara vesile olur…
Bu yazı, The Psychologist‘in editör yardımcısı Annie Brookman-Bryne’ın, Leicester Üniversitesi’nde 3 Nisan 2019’da yapılan bir konuşmayı aktarımı. Dr. Rippon’ın 2016 tarihli makalesine de buradan ulaşabilirsiniz.