Feminist grevlerin asıl yeni ve heyecan verici yanı, patriyarkaya karşı mücadeleyle kapitalizme karşı mücadelenin, her ikisini de zenginleştirecek biçimde bir sentezini geliştirmeyi başarmış, içinde yaşadığımız patriyarkal kapitalizme karşı bugüne kadar yöneltilmiş eleştirilerden çok daha katmanlı bir eleştiriyi pratikte gerçekleştirmiş olması.
Elimizdeki kitabın tarihçesi, 2017 yılının Şubat ayında ABD’de yayınlanan sekiz imzalı bir çağrıya dayanıyor. Manifesto’nun yazarlarının da içlerinde olduğu bu sekiz kadın, ABD’li kadınları 8 Mart’ta örgütlenecek uluslararası feminist greve katılmaya çağıran bir metin yazıyor[i]. Ardından yine bu kadınların üçünün kaleme aldığı Manifesto, 2018 yılının Kasım ayında New Left Review dergisinde yayınlanıyor ve nihayet 2019 Mart’ında Verso yayınlarından bir Ek ile birlikte kitap olarak basılıyor. Çağrı’nın Manifesto’ya dönüşmesi ve ardından ilave edilen Ek’le birlikte metnin tonundaki bir değişimi izlemek mümkün: İlk çağrıda gelişmekte olan yeni feminist dalgaya bir katkı sunmaktan söz eden yazarlar, Manifesto kitap haline gelirken yazdıkları Ek’te amaçlarının “Bir kurtarma operasyonu veyahut rota düzeltmesi… politik bir karmaşa döneminde feminist mücadelelere yeniden yön vermek” olduğunu söylüyorlar (s.94). Bu yön verme çabası ise metni feminist bir metinden feminizan bir sol/sosyalist metne doğru evriltiyor. Aşağıda ilkin yazarları da haklı olarak heyecanlandırmış olan feminist grevleri neden bu kadar çarpıcı ve heyecan verici bulduğumu kısaca anlatacağım. Ardından söz konusu Manifesto’nun barındırdığı kimi sorunları ele alacağım.
2017 yılında başlayan feminist grevlerin ayırıcı özelliği belki de, bu denli kitlesel feminist eylemlerde ilk kez kadınların somut gerçekliklerini tüm katmanlarıyla ve zenginliği içinde kapsamaya açık olmaları. Birbirleriyle bir ağ şeklinde ilişkilenen kadınlar kendi deneyimleriyle diğer kadınların deneyimleri arasında köprüler kurarak, yaşanan tekil sorunların nasıl birbirini beslediğini ortaya koyarak bütünlüklü bir patriyarkal kapitalizm eleştirisine doğru yol alıyor, tekil sorunlarını bütünleştiriyorlar. Örneğin kürtajın yasaklanmasının kadınlara yönelik erkek şiddeti ve kadın cinayetleriyle, binbir veçhesiyle erkek şiddetinin kadınların karşılıksız bakım emeği ve içine sıkıştırıldıkları ücretli/ücretsiz emek kıskacıyla, düşük ücretli ve güvencesiz çalışmayla bağlantılarını kurarak grevde birbirlerine yer açıyorlar. Bu arada göçmen kadınların kendi özgül sorunlarıyla katılımları hareketin ırkçılık karşıtlığını aktif olarak üstlenmesine yol açarken, örneğin Latin Amerikalı yerli kadınların mücadeleleri harekette ekoloji duyarlılığının feminist bir mesele olarak benimsenmesini ya da lbtq kadınlara yönelik şiddetin gündeme dahil olması homofobi ve transfobiye karşı duruşun güçlenmesini sağlıyor. Çeşitli alanlarda kapitalizm ile patriyarkanın işbirliği ifşa edilirken, giderek genişleyen bir yelpazede ırkçılığın, sermayenin, kamunun, kurumların patriyarkayı nasıl dolayımladığının örnekleri sergileniyor.
Grevlerin bu kapsayıcılığının somut sorunlardan hareketle, somuttan soyuta, özelden genele bir devinim içinde kurulmuş olması çok önemli. Bu bize kolektif bir feminist öznenin nasıl kurulacağına ilişkin önemli bir bilgi sağlıyor. Öte yandan tamamlanmış, ucu kapalı bir program ya da perspektifle yola çıkmak yerine, buluşulan kadınların somut gerçekliğiyle kendi gerçekliğimiz arasında bağlantı kurabilmenin bizi daha dönüştürücü, daha radikal hedeflere götürebileceğini gösteriyor. Bu dinamizm bir yandan patriyarkal kapitalizme ilişkin tahlili boyutlandırırken bir yandan da içinde yaşadığımız toplumsal ilişkileri yıkma potansiyelimizi artırıyor.
Kuşkusuz bu grevler ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor, kiminde daha radikal bir feminist tını hâkimken kiminde eleştiri okları erkeklerden çok sermayeye yöneliyor. Örneğin İspanya’daki grevlerde erkeklere tahsis edilen konum ve görevler açıkça onların egemenliğini ve ayrıcalıklarını hedef alırken, sözünü ettiğim bütünleştirici perspektif Arjantin’de çeşitli şiddet biçimlerini son tahlilde kapitalizme ve sermayeye bağlama eğilimini taşıyor. İspanyol kadınlar erkek şiddetinden söz ederken Arjantinli kadınların metinlerinde “kapitalist şiddet” kadınlara yönelik şiddet biçimlerinin kapsayıcı şemsiyesi haline gelebiliyor. Ama her ne olursa olsun, birçok yerde grevler kadınların erkekler için duygusal ve maddi emek harcamayı reddettikleri ve ücretli/ücretsiz, formel/enformel, ev içinde, okulda, işyerinde, sokak satıcılığında harcadıkları emeğin çok katmanlılığını ifşa ettikleri süreçler oluyor.
Bana kalırsa Manifesto bir yandan anti-emperyalizmden, ırkçılık karşıtlığından, anti-kapitalizmden hareket eden ve feminizmin geçmişteki kimi örneklerini bu ilkeler adına mahkûm eden soyut radikalizmiyle grevlerin taşıdığı çeşitliliği boğma riskini barındırıyor. Öte yandan da kadınların somut gerçeklikleri arasında bağlantılar kurmak yerine bu gerçeklikleri kendi kapitalizm tahlili içine yerleştirmeye çaba gösteriyor. Özlem Barın sözünü ettiğim yazıda önemli bir ayrıntıya dikkat çekmiş: “Diğer ülkelerde çağrılar platformlar tarafından yapılırken, Amerika’da da bu platformlar mevcutken neden yüzde 99 için feminizm çağrısının bu yıl da 10’un biraz üstünde kadının kişisel imzasıyla yapıldığı sorusu ortada…” Feminizme yön vermeyi açıkça amaç edinmiş bu kadınların kendi anti-kapitalizm, anti-emperyalizm vb. perspektiflerini hareket noktası olarak alma güdülerinin bunda önemli bir payı olduğu kanısındayım ben.
Manifesto’da, sözünü ettiğim soyut radikalizmin çeşitli örneklerine rastlamak mümkün. 2017 tarihli Çağrı’da kürtajın yasaklanmasına karşı Polonya’da yapılan greve açık destek verilirken, Manifesto’da kadınları güçlendirmeye yarayacak hak taleplerini ve adım adım kazanımları “yarım yamalak önlemler” olarak elinin tersiyle iten bir yaklaşım öne çıkıyor: Kürtajın yasallaşmasının ancak “parasız, evrensel sağlık hakkı”yla birlikte anlamlı hale geleceği özel olarak vurgulanıyor. Ve bunun ardından erkek şiddetine karşı mücadelenin alması gereken yön şu şekilde belirleniyor: “Toplumsal cinsiyet temelli şiddeti cezalandıran yasalar polis zulmüne, kitlesel hapisliklere, sınır dışı etme tehditlerine, askeri müdahalelere ve işyerinde taciz ve istismara karşı hileden ibarettir. Yasal özgürleşme kamusal hizmetleri, sosyal konutları ve kadınların ev içi ve işyeri şiddetini arkada bırakmasını güvence altına alan kaynakları içermediğinde boş bir kabuktan ibarettir.”[ii] Ve yine: “Evlilik içi tecavüz veya işyerinde cinsel saldırıyı suç haline getiren yasalar, gidecek başka bir yeri ya da yolu olmayan kadınlara pek yardımcı olmayacaktır.” (s.13) Aslında yazarlar ABD’de oldukça güçlü bir geleneği olan liberal feminizmin genel çerçevesini haklı olarak eleştirmek adına ayırımcılık karşıtı her tür önlemi dışlama, kısmi düzeltmeleri tümüyle reddetme yoluna gidiyorlar. Bu arada liberal feminizm de ‘esas düşman’ konumuna yerleştiriliyor.
Bağlantılar kurma, farklı gereksinimleriyle bir araya gelen kadınlar arasında köprüler kurma stratejisi bu manifestoda yerini başka türden bir bütünleyici anlayışa terk etmiş gibi. Erkek şiddetiyle başka şiddet biçimleri arasında bağlantı kurma noktasından yer yer erkek şiddetinin özgüllüğünün üstünün örtülmesine varan bir bütünleyici anlayış bu. Aslında yazarlar toplumsal cinsiyet temelli şiddet ifadesini kadınların maruz kalabileceği her tür şiddetle erkek şiddeti arasındaki ayırımı silikleştirecek biçimde kullanıyorlar: Piyasanın, kapitalist şirketlerin, devletin şiddetiyle özgül olarak erkek şiddeti arasındaki bu şişirilmiş/abartılmış sürekliliği açıklayan ise, şiddetin yapısal temelinin kapitalist toplumda yatması: “Kapitalizm koşullarındaki cinsel şiddet işlerin normal işleyişindeki bir aksaklık değil, onun kurucu bir parçası… sistemik bir koşuldur.” (s.14) Her ülkede, sınıfta, ırksal-etnik grupta varlığını gösteren yakın partner şiddeti “ailenin ve kişisel yaşamın çelişkili dinamiklerinden ve dolayısıyla kapitalizmin kendi imzası gibi insan üretme ve kar üretme arasına çizdiği çizgiden kaynakla[nır].” (s.12) Başka bir deyişle toplumsal cinsiyet temelli şiddet kapitalist şiddet biçimlerinden biridir. Aslında kapitalizmin öncesinden bu yana süregelen ve kapitalizm altında yalnızca yeni tezahür biçimlerine bürünen erkek şiddeti, Manifesto’nun mantığına göre kapitalizmin dinamiklerinden türemektedir. Ne var ki, kapitalizmin belli dinamiklerinin bu şiddeti artırdığını ya da örneğin kadın bedeninin denetlenmesinin yeni biçimlerinden kapitalizmin de kâr sağladığını söylemek bir şeydir, bu şiddetin kaynağında kapitalizmin yattığını söylemekse tümüyle başka bir şey.
Yazarların kadınların ezilmesini kapitalizme bağlayan yaklaşımının merkezinde toplumsal yeniden üretim tahlili yatıyor. Kapitalizm altında toplumsal yeniden üretim, yani insanların üretilmesi ve bakımı kâr için üretime tâbi kılınmıştır, değersizleştirilmiştir ve sermaye bu işi kadınlara vermiştir. Yeniden üretim ile üretimin birbirinden koparıldığı modern aile biçiminde kadınlar bu işi sevgi karşılığı, yani ücretsiz/karşılıksız yaparlar. Bu ücretsiz yeniden üretim ve bakım emeğinden sermaye kâr elde eder. Günümüzde, kamusal bakım hizmetleri çökertildiği ve “baş bakım hizmeti tedarikçilerinin uzun ve yorucu saatler süren düşük ücretli işlerde çalışmaya zorladığı” (EK, s.105) için bakım krizi başgöstermektedir. Oldukça âşina olduğumuz ve kitaptaki Ek bölümünde sayfalarca süren bu yeniden üretim tahlilinde bir tek şey yok: erkekler ve patriyarka! Yeniden üretim ile üretimin ayrılmasını kapitalizmle açıklamak çok anlaşılır da yeniden üretim işinin neden ve nasıl sermaye tarafından kadınlara verildiği, neden “baş tedarikçi”nin kadınlar olduğu ile ilgili hiçbir açıklama yok; patriyarka tahlili olmaksızın olamaz da. Nitekim bakım krizinin bir değil iki sorumlusu vardır: Kamusal bakım hizmetlerini çökerten sermaye ve erkeklerin bu işleri üstlenmemesini mümkün kılan patriyarka.
Gerek erkek şiddetini, “toplumsal cinsiyet temelli şiddet” ifadesinin kullanışlılığından da yararlanarak kapitalizme bağlayan gerekse toplumsal yeniden üretimin sorumluluğunun kadınlarda olmasını “toplumsal cinsiyet asimetrisi” (EK, s.99) olarak nitelendiren bu anlayışın bütünselliği nihayetinde her şeyi kapitalizme bağlayan bir bütünsellik. Oysa bana kalırsa feminist grevlerin asıl yeni ve heyecan verici yanı, patriyarkaya karşı mücadeleyle kapitalizme karşı mücadelenin, her ikisini de zenginleştirecek biçimde bir sentezini geliştirmeyi başarmış, içinde yaşadığımız patriyarkal kapitalizme karşı bugüne kadar yöneltilmiş eleştirilerden çok daha katmanlı bir eleştiriyi pratikte gerçekleştirmiş olması. Açıkçası ben uluslararası feminist grevlerin yönünü Manifesto’nun yazarlarının değil, örneğin İspanya’daki grevde yankılanan kapitalizm ile patriyarkanın işbirliğine karşı isyan çağrısının belirlemesini umuyorum.
Yazının İngilizcesi için tıklayınız
* Cinzia Arruzza/ Tithi Bhattacharya/ Nancy Fraser, %99 için Feminizm: Bir Manifesto, çev. Utku Özmakas, SEL Yayıncılık, 2019.
[i] Bu çağrı metni ile Özlem Barın ve Filiz Karakuş’un yazıyı yazarken yararlandığım yazıları Çatlak Zemin’de yayınlandı: “Lean-In’den Öteye: %99’un Feminizmi ve 8 Mart’ta Militan Bir Uluslararası Grev İçin”; “İmkansız bir grevi mümkün kılmak: 8 Mart’ta kadınlar yine greve gidiyor” ve “Bu bir genel grev değil feminist grevdir: Kadınlar durursa dünya durur”.
[ii] 2 Manifesto’dan yaptığım alıntıları kitaptan değil, çeviri daha iyi olduğu için sendika org.’daki Gamze Boztepe çevirisinden aldım (s.7).