Çok uzun bir süre orda burda gördüğüm, bir şekilde karşı karşıya geldiğim mavi yaka erkeklere karşı beslediğim şeyin bir yoldaşlık hissi olduğuna inandım. Meğer bu “memleket garibanı” olmak için gerekli tüm şartları haiz erkeklik beni korkutuyormuş çünkü kadınlar ve çocukların “gariban” erkeğin “garibanlıktan” kaynaklanan öfkesini sakinleştirmekle yükümlü olduğuna tanıklık etmişim.
Okulun yakınlarında bir kafedeydik. Tuvalete gideceğimi söyleyerek yerimden kalktığımda yanımdaki arkadaşım da benimle birlikte ayaklandı. Birlikte aşağı indiğimizde üniseks tuvaletlere ait olan iki kapının da kapalı olduğunu gördük. Beklerken belki o civarda oturan belki de sadece o mekânda eğlenmek için orada bulunan orta yaşlı ve eğer istihdam ediliyorsa ancak mavi yaka bir çalışan olabilecek tipte sakallı bir adam arkadaşıma bakarak kendince bir şaka yaptı ve güldü. Arkadaşım adamın gözlerine bakarak ne kadar anlamsız bir şey yaptığını belirten bir ifade takındı. O an adamın şakasını anlatmak için seçtiği kişi ben olsaydım arkadaşımın takıntığı o ifadeyi takınamayacağımı fark edip “İyi ki bunu bana yapmadı” diye düşündüm çünkü gereken tepkiyi vermek yerine yaptığı o zevzek şakaya –ki ne olduğunu anlamamıştım ve dolayısıyla hatırlamıyorum bile– gülmeyi tercih edebilirdim. O an üzerine her düşündüğümde neden adama yaptığının zevzeklik olduğunu bir şekilde aktarmaktansa gülüp geçiştirmeyi tercih edeceğimi sorguladım… Buraya kadar yazdıklarım otobiyografimden kopardığım bir parça. Sonrasını özet geçmem gerekirse, çok uzun bir süre orda burda gördüğüm, bir şekilde karşı karşıya geldiğim mavi yaka erkeklere karşı beslediğim şeyin bir yoldaşlık hissi olduğuna inandım. Fakat düşündükçe farkına vardım ki aslında hissettiğim şey yoldaşlıkla ilgili değilmiş. Ben bu adamlardan korkuyormuşum. O yüzden de dinlemediğim ve hatta anlamadığım bir şakaya gülüp karşımdaki o yabancı adamın gönlünü hoş edebilirmişim… Korkumun sebebi onları uzaktan seyredip karanlık birtakım hayallere dalmam değil, aksine bütün çocukluğumun onların arasında geçmiş olması.
Birkaç sene önce bir yerde babası yaşındaki garsonu görüp hüzünlenen genç beyaz yakaların bu duruma nasıl da üzüldüklerini okumuş ve onları asıl üzen şeyin ne olduğunu sorgulamıştım. Sonunda asıl meselenin babaları yaşındaki bir adamın annelerinin evde yaptığı işi elalem için yapması olduğuna kanaat getirdim. Yani bir tür “garibanlık” hâli. Bu hâl babamız yaşında olan ve annemizin her yaşta yaptığı işi yapan bir garsonda ete kemiğe bürünmüştü. Ege Cansen seneler önce Türkiye toplumunu popülizmden yola çıkarak bir terimle özetlemiş; “garibanizm.” Garibanlık öyle bir şey ki demiş, kimse gariban olduğunu söylemekten utanıp sıkılmıyor, herkes gariban olduğunu ispat etmeye çalışıyor.[1] Halit Ziya Uşaklıgil de otobiyografisinde ayak işlerine bakan, orda burda yaşayan bir adamı tarif ederken “memleket garibanı” demiş. Onu gördüğümde de düşünmüştüm, kimdir bu “memleket garibanı?”
Şu ara orta sınıfın kaymak tabakasına ait olmayan 50+ yaş erkeklerle yaptığım görüşmelere dayanarak bir doktora tezi yazmaktayım ve görüşmelerin çoğunu baş başa yapmadım. Hemen hepsinde yanımızda birileri vardı. Bazen ev halkıyla, bazen aracılarla bazen komşularla birlikte oturup bize anlatacak şeyleri olan erkekleri dinledik. Bir gün birinin bahçesinde görüşmeyi tamamlayınca görüşmeci beni kadınlarla yalnız bıraktı. O zaman aralarındaki en yaşlı kadın Karadenizlilere has biçimde asıl onu dinlemem gerektiğini söyleyip köyde geçen genç kızlığını anlatmaya başladı. Regl olduğunda tekrar tekrar yıkayıp odasında gizli saklı kuruttuğu bezinden bahsetti. Sonra onu başka hikâyeler takip etti. Görüşmecilerden de bir sürü yoksunluk hikâyesi dinlemiştim. Fakat onlar bunları böyle çekinmeden seslerini yükselterek anlatabiliyorlardı. Bunları peş peşe düşününce işte o “memleket garibanı” denen kişinin kendi “garibanlık” hikâyesini göğsünü gere gere anlatabilen kişi olduğuna ikna oldum. Yani garibanlığı devlet büyükleri tarafından tanınan kişi olduğuna. Yani garibanlığı resmi tarih anlatısıyla uyuşan kişi olduğuna. Dolayısıyla da erkek olduğuna. İşte meğer bu “memleket garibanı” olmak için gerekli tüm şartları haiz erkeklik beni korkutuyormuş çünkü kadınlar ve çocukların “gariban” erkeğin “garibanlıktan” kaynaklanan öfkesini sakinleştirmekle yükümlü olduğuna tanıklık etmişim.
Bunu keşfetmem yukarıda bahsettiğim otobiyografi yazımıyla mümkün oldu. Tarih öğrenimimi Zafer Toprak’ın tez olarak otobiyografi yazdırmasıyla tamamlamıştım. Fakat otobiyografi yazmak bana öyle iyi gelmişti ki sanırım kişisel tarihimi anlatan bu metin üzerinde on yıl kadar gidip gelmişimdir. Bu sağaltıcılığa ihtiyacım vardı çünkü Boğaziçi Üniversitesinde aldığım derslerin yan etkileri yani okulun gizli müfredatı (“hidden curriculum” dedikleri şey) sayesinde yıllarca sürecek bir panik bozukluk şölenine giriş yapmıştım. Yaşadığım buhranın sebebi o rekabetçi ortamda nasıl tutunacağım telaşı değildi. Okuduklarımla kendi varoluşumu ve bir kadın olarak toplumdaki yerimi sorgulamaya başlamıştım. Kendi isteğim sandığım birçok şeyin bana ait olmadığını idrak ediyordum. Sosyal Bilimler dediğimiz şeyle de işte böyle tanıştım. Nükhet Sirman’dan sosyoloji dersi aldığımda Zygmunt Bauman okutmuştu. Sosyolojinin tanıdık bildik olan her şeye yabancılaşma pratiği olduğunu söylüyordu. Bundan o kadar haz aldım ki… Zira içinde bulunduğum psikolojik durum gereği gerçeklikle ilişkim zaten tehlikedeydi. Kendime yabancılaşmıştım. Ama zamanla bu benim için bir hayata tutunma stratejisine dönüştü çünkü bu alan insanların sağduyuyla (“common sense”) hallettiği birçok şeye yabancılaşarak bakmamı ve onu sorunsallaştırabilmemi sağlıyordu. Bu hâli sağlıklı bir şeye dönüştürebilmek için beş yılımı harcadım. Sonra tesadüfen Gerontoloji alanının kurucularından James Birren’in “Guided Autobiography,” adıyla bir otobiyografi yazma tekniği geliştirdiğini öğrendim. Eğitimini aldım ve sanırım şu an Türkiye’de bu eğitimi almış bulunan ilk ve tek kişiyim. O nedenle yöntemi Türkçeye “Rehberli Otobiyografi” olarak kazandırmaya çalışıyorum. Şu ana kadar birçok kadınla gönüllü olarak etkinlik düzenledim ve otobiyografi yazmanın özellikle kadınlar için ne kadar politik bir eylem olduğuna tanıklık ettim. Zira beraberce konuşulmayanı konuşulabilir hâle getirmek için uğraştık ve daha önemlisi bazısıyla hayatımızdaki örüntüleri keşfettik. Tıpkı o Karadenizli kadın gibi hiçbiri bizi “memleket garibanı” yapmayacak yoksunluklarımızı paylaştık.
Keşfedilen bu örüntüler anlamlıydı çünkü mahremi mahrem içinde görmeyi engelliyordu. Bize ait sandığımız ve bu yüzden söylemeye utandığımız dramaların bize mahsus şeyler olmadığını gösteriyordu. Otobiyografisiyle bir anda birçok kişinin radarına giren genç Fransız yazar Édouard Louis belki de bu yüzden “Hep bir utanma hissiyle yazıyorum” diyor.[2] Ama şu kuraldan da vazgeçmiyor: “Söylenemeyecek olan ne var? Neyi söylemek çok zor? Söylenmesi gereken şey ne? Bunların gerisinde kalan her şeyden kurtulabilirsiniz çünkü hiçbiri ilgi çekici değil.”[3] Her an her konuda atılganlık gösterebilirmiş gibi duran o Karadenizli yaşlı kadına bezini neden odada gizli saklı kuruttuğunu sorduğumda “E utanıyordum” demişti ve bunu derken bir anda yine çocukça bir utangaçlıkla yüzünü kapatmıştı. Bazı şeyleri söylemek bu yüzden zor. Utanıyoruz. Utanıyoruz çünkü o dramalar sadece bize ait zannediyoruz. Böyle zannediyoruz çünkü bazılarımızın “garibanlığı” başka türlü bir “garibanlık.” İktidarın tanıyıp da onayladığı bir “garibanlık” değil. Kişiyi “memleket garibanı” yapacak türden bir “memleket garibanlığı” değil. Daha çok memlekete sokulmuş yabancı bir cisim gibi bir şey.
Parantez içinde söyleyeyim, bu garibanlık vurgusu önemli. Neden derseniz, Fethi Açıkel’in dediği gibi Türkiye’de yıllardır baskın olan siyasi söylem “içinde ezikliğin ve acı söyleminin önemli bir yer tuttuğu” “kutsal mazlumluk” söylemi. Bu söylem “‘Dünyanın kahpeliği,’ ‘Avrupa’nın nankörlüğü,’ ‘sisteminin adaletsizliği,’ ‘hayatın zalimliği,’ ve ‘feleğin kahpeliği’ karşısında ben-ideali tehdit altına giren yığınların ideolojisidir.”[4] Bu bağlamda Yael Havaro-Yashin’in tespitini paylaşmam çok yerinde olur. Yael Navaro-Yashin doksanlarda önemli kazanımlar elde eden Refah Partisi’nin Türkiye Cumhuriyeti tarihini devlet ve toplum karşıtlığı üzerinden okuduğunu ve asli kültürü Sünni-Müslümanlığa dayalı olan toplumu zalim bir laik devletin karşısında konumlandırdığını söyler. Ve şöyle bir tespit yapar; RP temsilcileri devlet içindeki iktidar alanlarını genişletmelerine rağmen devlet karşısında konumlandırdıkları “sivil toplum” söylemine sığınarak parti aktivitilerini bir sivil toplum aktivitesi olarak adlandırıp kendilerini yozlaşmış zalim bir devletin ekonomik, toplumsal ve kültürel anlamda “kurban ettiği” “kimsesizler” olarak tanımlamaya devam etmektedirler.[5] Bununla birlikte düşünebileceğimiz bir örnek vereyim. Yoksullara yardım amaçlı kurulan bir vakıf, Bülent Arınç’ı 2010 yılında “Yılın Yoksul Babası” seçmiş.[6] Yani bu yoksullukta ve garibanlıkta derin bir hikmet var…
Evet, ne diyordum? İktidarın, devlet büyüklerinin tanıyıp onaylamadığı türden “garibanlıklar.” Dolayısıyla kolektif biçimde haykırılması zor “garibanlıklar.” Louis’nin bahsettiği söylenmesi zor şeyler işte bunlar çünkü bunlara korsan “garibanlıklar” muamelesi yapılır. Karadenizli kadının genç yaşında köyünde yaşadığı “garibanlık” korsan, kocasınınki ulu orta her yerde anlatılabilen bandrollü “garibanlık.” Fakat bu bandrollü garibanlık hâli kırılgan bir hâl. Mesela Gökhan Topçu babalara ve sosyal politikalara dair makalesinde devletin erkekleri her zaman evin geçimini sağlayan birey olarak kodlayıp hiçbir zaman bu anlamda onlara güvenmekten vazgeçmediğine, dolayısıyla da kapsamlı bir sosyal politika geliştirmediğine değinmiş.[7] O yüzden intihar eden “ev reislerinin” “garibanlıkları” bir anda korsanlaştırılır ve hemen “psikolojiktir” damgası yer. Zira korsan “garibanlıklar” her zaman “psikolojiktir.” Asla “sosyolojik” ve “politik” arka planları olduğu düşünülsün istenmez. Neden istenmez? İstenmez çünkü devlet ancak makbul garibanlıklar karşısında “yozlaşmış” bir “zalimdir.” Öbür türlü her zaman iç ve dış güçlerin tehditleri altında kurtarılmayı bekleyen bir kurban gibidir.[8] İşte bu ayrım sayesindedir ki politik olanın yaygın olarak devletin bu ikinci kişiliğiyle ilgili olduğu düşünülür. Yani buna göre politika, devletin güvenliğine dair ciddiliği tartışılmayacak meselelerin konuşulduğu yerde durur. O nedenledir ki devlet büyükleri kadınlar, cinsel yönelimler, üreme ve aile üzerine konuştuğunda bu yorumlar hep “gerçek gündemi” saptırma taktikleri olarak görülür. Halbuki Zeynep Kurtuluş Korkman’ın 2016 yılında bir makalesinde söylediklerine göre devlet büyüklerinin kadınlar, cinsel kimlikler, üreme ve aile üzerine konuşmasını çabucak “gerçek” politikadan uzaklaştıran taktiksel davranışlar olarak yorumlamak politikaya dair cinsiyetlendirilmiş bir varsayım olduğunu gösterir. Yani buna göre “gerçek” politika siyasetçilerin askeri ve ekonomik yani daha “ciddi” meseleleri tartıştığı yerde olup biten bir şey. Peki kadınlar, cinsel yönelimler, üreme ve aile üzerine söylenenler “gerçek” politikadan alıkoymak için edilmiş “boş sözler” midir? Elbette değildir. Öncelikle bu sözleri bir saptırmadan ibaret görmek, bu sözlerin hedef aldığı kişiler için ölümcül bile olabilecek politikaları hafife almak demektir.[9] Bu bağlamda Çatlak Zemin’in birkaç sene önce hazırladığı karneden birkaç cümle paylaşayım. Yıl 2008, Recep Tayyip Erdoğan: “En az üç çocuk doğurun.” Yıl 2012, Sefer Üstün: “Tecavüz sonucu hamile kalan kadınların kürtaj olması gerekir.” Yıl 2012, Recep Akdağ: “… bebeğin hakları.” Yıl 2012, Melih Gökçek: “Tecavüz sonucu hamile kalan kadınlar kendini öldürsün.” Yıl 2012, Diyanet: “Kürtaj cinayettir.” Yıl 2013, AKP Kırıkkale il başkanı: “Kadınları hafifçe dövebilirsiniz.” [10] Liste uzayıp gider. O yüzden şimdi bir başka araştırmadan bahsedeceğim. Eylem Ümit Atılgan erkek ve kadın katillere verilen cezalara dair bir araştırma yapmış ve kadın katili erkeklerin en çok “Sen adam mısın?” sorusu üzerine öfkeye kapılıp cinayet işlediklerini söylediklerinde haksız tahrik indirimi alabildiklerini göstermiş. Yani yargı, erkeklerin en çok “adam olmadıkları” söylendiğinde kontrolü kaybederek saldırmalarını “beklenen” bir tepki olarak yorumluyor. Ancak Atılgan’ın en önemli tespiti bana kalırsa şu; Türk Ceza Kanununun haksız tahrik indirimiyle ilgili maddesinde “Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında” suç işleyen kimseden bahsediliyor fakat bu maddenin gerekçesinde “haksız fiil” “hukuk düzenince” tasvip edilmeyen bir fiil olarak tarif ediliyor. Haksız tahrik indirimi alan erkeklerin çoğu örneğin “cilveli saat sormak,” “sık banyo yapmak,” “televizyon kumandasını yere fırlatmak,” “‘Bana karışamazsın!’ demek” gibi fiiller neticesinde cinayet işlemişler. Atılgan bu noktada çok doğru bir soru yöneltiyor: Bu fiillerin “hukuk düzeninin tasvip etmediği” haksız fiiller olduğundan emin miyiz?[11] Değiliz. Bu fiiller ancak yazılı olmayan toplum kurallarını ihlal eden fiiller olabilirler. Siyasetçilerin kadınlar, cinsel yönelimler ve aile üzerine yaptığı yorumlar işte bu yazılı olmayan toplum kurallarını tasdikleme işlevi görüyor. Zeynep Kurtuluş Korkman’ın makalesine geri dönecek olursam orada da şöyle bir örnekle karşılaşıyorum. 2013 yılında dönemin başbakanı Erdoğan’ın isteğiyle pronatalist politikaları desteklemek için bir komisyon toplanıyor. 2015 yılında dönemin başbakanı olan Ahmet Davutoğlu erken evlilikleri ve çocuk doğumunu desteklemek için teşvik paketi açıklıyor. Kürtajla ilgili düzenleme kadın hareketi sayesinde geri çekilse de pratikte kürtajla ilgili birçok kısıtlama söz konusu oluyor… Gerçekten de hastanelerin veya özel muayenehanelerin sitelerini şöyle bir yoklayın, kürtaj veya “tıbbi tahliye” işlemlerini gerçekleştirseler bile bu ifadelerin sitelerinde yer almadığını göreceksiniz. Zeynep Kurtuluş Korkman ikinci olarak “gerçek” politikayla özel alana dair yürütülen politika arasında suni bir ayrım yaratmanın özel alana dair yürütülen politikaların iktidarın neoliberal politikalarını uygulayabilmesi için ne kadar merkezi bir yerde durduğu gerçeğini örttüğünü belirtmiş.[12] Zira devlet, bakıma ihtiyacı olan insanları kendi kurumlarına değil, aileye yani ailedeki kadına yönlendiriyor.[13] İşte korsan “garibanlıklar” bizzat norm dışındaki her “acayip şeyin” tehdidi altında kurtarılmayı bekleyen devletin yadsıdığı kendi iktidar alanında üretiliyor. Yani bir “garibanlığı” korsan yapan, devletin onunla iç ve dış tehditlerin altında kurtarılmayı bekleyen aciz kişiliğiyle ilişki kurması. O nedenle iktidar değiştikçe bunların kapsamı da genişler ve daralır. Garip olan, 1980’lerden beri yükselen sağ ve Siyasal İslam neferlerinin kendi “garibanlıklarının” bandrollü olduğunu bir türlü kabul etmemesi ve kendi “garibanlıklarının” arka planına bir tarih, sosyolojik ve politik arka plan yerleştirirken diğer “garibanlıkların” üstüne “psikolojiktir” damgası yerleştirmesidir.
Kısacası politika bizim için şu anlama geliyor, bilmem kaç yaşında temelde sosyal sınıfımızdan, etnisitemizden, dinimizden veya cinsiyetimizden kaynaklanan bir travma yaşarken bir yandan mecliste o travmaya yol açabilecek toplumsal kanalların açılması için şöyle konuşmalar yapılıyordu, siyasetçilerin iki dudağı arasına bakan birileri de bunları gazetelerde böyle yazıyordu, o yazılanları okuyanlar da kendi aralarında şöyle konuşuyordu, sonra öyle bir yasa çıktı ki bizim sadece bize ait zannettiğimiz o travma devlet büyükleri tarafından seri üretime bağlandı. Artık o travmayı öyle ya da böyle yaşamayan kalmayacaktı…
Şimdi en başta yazdıklarıma geri dönecek olursam, o kafede bize şaka yapan o mavi yaka adamın karşısındaki tutukluğumla (neyse ki benimle konuşmadığı için anlamadı) beyaz yakaların babaları yaşındaki garson için hissettikleri o hüzün toplumsal bir örüntünün parçası değil mi? O toplumsal örüntü “garibanlığa” dair üretilen bilgiden bağımsız düşünülebilir mi? Evet parçası. Hayır düşünülemez. Kendi tarihimi yazarken ve başkalarını dinlerken bu örüntüyü keşfetmemiş olsaydım anlatmaya utanırdım. Ama utanmıyorum. Çünkü Louis’nin Babamı Kim Öldürdü (sonunda soru işareti yok çünkü bu bir soru değil, beyan) oyununda demeye çalıştığı gibi politika bizler için ölüm kalım meselesi ve siyasetçiler bizim yaşam öykümüzün ta içinde hem yaşadıklarımızı hem de onları nasıl hikâyeleştireceğimizi şekillendirerek birer hayalet gibi dolaşıyorlar.
[1] Ege Cansen, “Toplum Mimarisi,” Hürriyet, January 20, 2001.
[2] https://www.nytimes.com/2020/03/31/magazine/edouard-louis-french-literature.html
[3] https://www.dw.com/en/french-author-edouard-louis-why-macron-will-lead-voters-to-the-far-right/a-40895631
[4] Fethi Açıkel, “‘Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi,” Birikim 70 (1996): 163.
[5] Yael Navaro-Yashin, Faces of the State: Secularism and Public Life in Turkey (Princeton: Princeton University Press, 2002), 140-143.
[6] http://www.yoyav.org.tr/yilin-yoksul-babasi
[7] Gökhan Topçu, “Varsayılan Aile Kıskancında Babalık: Türkiye’de Farklı Babalık Algıları ve Sosyal Politika İlişkisi,” Toplum ve Bilim 145 (2018): 95-97.
[8] Öztan, “Türk Sağında Devlet Fetişizmine Dair,” in Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, eds. İnci Özkan Kerestecioğlu and Güven Gürkan Öztan (İstanbul, İletişim, 2012) 429.
[9] Zeynep Kurtuluş Korkman, “Politics of Intimacy in Turkey: A Distraction from ‘Real’ Politics?” Journal of Middle East Women’s Studies 12 (2016): 114-115.
[10] http://akpkarnesi.catlakzemin.com/
[11] Eylem Ümit Atılgan, “Erkeklerin Öldürme Hakkı: Erkeklik İndirimi,” Toplum ve Bilim 145 (2018): 163-165.
[12] Kurtuluş Korkman, “Politics of Intimacy,” 114-115.
[13] Berna Yazıcı, “The Return to the Family: Welfare, State, and Politics of Family in Turkey,” Anthropological Quarterly 85 (2012): 103-140.