Son zamanlarda özellikle öykü türünde kadınların isimleri daha bir görünür olmaya başladı. Evlerin içinde kendine ait bir oda bulamayan kadınlar, sıkıştırıldıkları mutfaklara sığamayıp kitap raflarına doğru uzanıyorlar. Sevil Kesimal adını edebiyat dergilerinden hatırlayanlar olacaktır. Kesimal mutfağında pişirdiklerini derlemiş toplamış Dut Kokusu adıyla okura sunmuş. Parklarda buluşup öykü kitabını ve daha fazlasını konuştuk.

Dut Kokusu, Unutmaya Dair ve Hayatta Kalmaya Dair olmak üzere iki bölümden oluşuyor. “Genç bir kızın tarçın rengi etekleri dizlerine kadar sıyrılmış… Gökyüzünde asılı ay ışığı, küçük bir gölün üstüne düşmüştü…” cümleler nereye varacak diye beklerken bir de bakıyoruz ki tüm o anlatılan sahne bir kurabiye kutusunun üstündeki resme aitmiş. Kamerayı takip eder gibi sonra sonra görüyoruz adamı ve kadını. Sanki yönünü şaşırmış bu öykü, birinci bölümde yer alacakken kendini ikinci bölümde Hayatta Kalmaya Dair’de bulmuş. Ne dersin Sevil, buradan başlayalım mı konuşmaya? Yoksa benim bu öyküde kaçırdığım bir şey mi var? Neden özellikle altını çizdin, Unutmaya Dair ve Hayatta Kalmaya Dair?

Kaçırdığın değil aslında yakaladığın bir şey var. Öykülerin iki bölüme ayrılması, okurla kurmak istediğim ilişkiden kaynaklanıyor. Yazdığım öykülerden kopmayı, karakterleri artık kendi haline bırakmayı beceremediğim gibi okurun da peşine düşüyorum. Kendimce kurduğum bir oyun aslında. Öykünün kitapta konumlandırdığım yerden bir kez daha okunması isteği gibi algılanabilir.

Bu dosyada yer alan öykülerdeki karakterler, geçmişin yakıcı, iz bırakan, zihinlerinin bir yerinde ortaya çıkacakları ânı kollayan anılarla baş etmeye çalışan karakterler. Bunun için kimi zaman unutmayı kimi zaman da zihinlerinde sürekli canlı tutarak geçmişten beslenmeyi seçiyorlar.

Bu öyküde, kadın karakter ayrılığın kaçınılmaz olduğunu hissettiğinden, bildiğinden, belki de seçtiğinden, bunu bir melodrama dönüştürmek yerine unutulmama isteğini dile getirmekle yetiniyor. Ayrılıkla baş etmek ve yaşamayı sürdürmek için kendince bulduğu bir çözüm. Ben anlatmak istediğim hikâyenin öykü diline ve anlatım biçimine karar verirken, karakterin sesine kulak verir, onu işitmeye çalışırım. Karakterim, iletisine aracı olarak seçtiği nesnelerle eğlenceli bir oyun kurmuş ama öyküye kulak kabarttığımda duyduğum acıklı bir inleyiş yalnızca; unutmaya dair ama “Unutma(sın) Diye.”

Dut Kokusu yol boyunca üstüne sinen kekin, sokağın, ağacın, denizin kokusu gibi… Sende kalanlar. Bir dönemin tanıklığı gibi Bergen, Zeki Müren, Kardinal Kuşu… Dışarıda bıraktığın öykülerini de düşününce bu öyküleri tek tek nasıl topladın?

07Bugün geriye dönüp baktığımda, belleğim hayatın gerçek akışını kaydederken, sözünü ettiğin bu kokuları, rüyaları, odanın duvarına vuran güneş ışığını, eşyanın gölgesini, eşyanın dokusunu, küskün bir bakışı kaydetmişti zaten. Ayrılıkla sınanmış, hapse düşülmüş, susulmuş, küsülüp barışılmış, uzak ülkelere gidilmiş, sonra dönülmüş ama bütün bu akışın içinde silik, anlık belirip sonra kaybolan, üzerinde konuşulmaya pek de değmeyen ayrıntılar olarak duruyordu.

Bir hikâyeye yoğunlaştığımda, anlatının oturduğu zemini, zamanın ve mekânın ruhunu ararken akışa bırakıyorum. Karakterin içinde bulunduğu gerçekliği kurgularken, belleğinde o âna dair yer etmiş olduğunu varsaydığım, kimi zaman da olmasını istediğim kokular, sesler, renkler kendiliğinden beliriyor. İronisini de içine taşıyarak elbette; bir sıkıyönetim bildirisini dinlerken fonda Zeki Müren şarkıları çalıyor, Bergen eye-liner çekiyor gözlerine. Zihnimde yıllarca gezinen bir görüş hikâyesinde, kolaycacık, zar gibi soyulan kırmızı bir oje imgesi yerini koruyor. Ben sadece o belleğe sadık kalıyorum. Kurgulayarak yeni bir gerçeklik yaratırken ruhuna dokunmuyorum.

Kalem herhalde birdenbire eline gelmedi, içindeki bu dere nasıl uyandı, ne zaman akmaya başladı? Buraya gelene kadar yolda neler gördün?

Kalem uzun zamandır elimde. Önceleri içimdeki yazma isteği üzerine çok da kafa yormuyordum. Akışa bırakmıştım. Sonraları bunun yanıtına bir sinemacıda rastladım. A. Tarkovski, kafasındaki, edebiyatla sinema ne ölçüde birbirine benzer sorusunu, “İkisinin arasındaki ortak nokta, her şeyden önce gerçekliğin sunduğu malzemeyi yoğurma ve yeniden düzenleme konusunda sanatçının sahip olduğu eşsiz özgürlüktür,” diye yanıtlıyor. Sanırım beni yazmaya iten de yazmanın sunduğu özgürlük alanının büyüsüne kapılmış olmam. Yaşanılandan farklı bir gerçeklik yaratmanın, karakterleri değiştirip dönüştürmenin iyileştirici yanını sevdim. Kurmacanın rüzgarına kapıldım.

Yazmaya devam ediyor ancak yayınlatma konusunda çok da istekli olmuyordum. Ancak yazmaya devam etmem için bu öykülerin artık yayınlanması, doğruyu söylemek gerekirse benim bu öykülerden ayrılmam gerekiyordu. Çünkü yayınlanmamış öyküler yeni yazdığım metinlere sızıyor, bir öykü karakterim başka bir hikâyede konuşmaya başlıyordu.

Yayınevime [Bilim ve Sanat Yayınları] beni yüreklendirdikleri için teşekkür borçluyum. Çünkü öykü dosyamı, yayınlamaya hazır olup olmadığımı anlamam için, bir kitap taslağı haline getirdiler. Yayın Yönetmenim Mehmet Öz’le okuma seansları yaptık. Bu çalışma sayesinde, bu hikayelerin dilini bulduğunu, artık vedalaşma zamanının geldiğini anladım. Kitapta ilk yazdığım öykü de, dosyamı yayınevime teslim ettiğim günlerde nokta koyduğum öykü de yer alıyor. İç rahatlığıyla vedalaştık. Bir yağlıboya resmini kitabın kapağında kullanmamıza izin verdiği için Çağlayan Efendioğlu Öz’e de ayrıca teşekkür ediyorum. Çok içime sindi.

Yolda hiç kaleme küstüğün, geri dönmeyi düşündüğün oldu mu?

Sorunu doğru anladıysam kaleme küsmek demeyim de hikayeye küstüğüm oluyor. Ben hikayemi önce kafamda gezdirir dururum. Bu pek öyle kısa bir süre de olmuyor kimi zaman. On yıl kafamda gezdirdiğim öykü var desem halimi anlarsın. Karakter peşimi bırakmaz. Yazdığım her öyküye sızmaya çalışır, lafa karışır, hatta ters ters bakar, beni burada unuttun diye.

Kimi zaman da yazdığım öykünün dilinden ve anlatım biçiminden kuşkuya düştüğüm olur. Bu kez kafamdaki soru işaretlerini gidermek için hikayenin dilini değiştirip kurgusuyla oynarım. Bu kez de öykü derin bir sessizliğe gömülür; karakterler sus pus, yaprak kımıldamaz. Yol yakınken dönerim.

Şimdi bu söylediklerimden, benim değil de kalemin bana küstüğü çıkıyor.

Sonuç olarak yazılıp bitti o öyküler. Ne kullandığım dile ne kurgusuna ne de biçimine dair bu da şöyle olsaydı, diyeceğim bir öykü yok. Ben bir öykünün bittiğini anlamak için metne kulak kabartırım, karakterlerin birbirine söyleyecek bir sözü kalmamış, sorulacak tüm sorular sorulmuş, yanıtlar verilmiş, açılacak bir kapı, gidilecek yol kalmamışsa tamam derim. Kitapta, yalnızca bir öykünün sonunda, anlatıcının yinelediği bir sözcük var. İkinci baskı yapabilirsek o yinelemeye yer vermeyeceğim. Anlatıya zarar verdiğini hissediyorum. Tabii bu benim hissim ve öykünün gereksiz bir tek sözcüğe bile tahammülünün olmamasından kaynaklanıyor.

Sana iyi gelen, kalemini tetikleyen yazarların var mı?

Bana iyi gelen, daha erken okumadığım, tanışmakta geç kaldığım için yazıklandığım yazarlar var. Ben öykü yazmakla birlikte öykü tutkunuyum da. Ülkemiz ve dünya edebiyatından izlediğim pek çok yazar var. Ama kalemimi tetikleyenin, anlatım biçimi, kendine özgü dili, tekinsizliği ve ironisiyle Vüs’at O. Bener olduğunu söylemek isterim. Kitapta Bener’e ithaf ettiğim bir öykü de var. Nurdan Gürbilek, 2003 yılında Virgül dergisinde yayınlanan “Anlatabilmeliydim” başlıklı yazısında, “Bener’in anlatıcısı bir yandan anlatır, bir yandan da bir türlü anlatamadığını, dahası anlatılamayacağını, aslında anlatmanın bir yararı da olmadığını anlatır,” der.

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin kurucularındansın, ne yazık ki kısa ömürlü bir dernek oldu. Bizden önceki yazarların, şairlerin bir araya geldiği, ürettiklerini paylaştığı, ortak tavır geliştirdiği mekanlar, etkin örgütleri varken bugün meydanın bu kadar boş olması nasıl açıklanır?

Evet, Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin kurucularındanım. Derneğin faaliyette olduğu üç yıl boyunca da saymanlığı ve genel sekreterliği de dahil olmak üzere üstlendiğim görevleri yerine getirdim. Ankara’da 2002 yılından beri düzenlenen Ankara Öykü Günleri ve 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün, yerel yönetimler ve üniversitelerin de desteğini sağlayarak geniş katılımlı etkinliklere dönüşmesini sağladık. Bir yandan da iki aylık bir edebiyat dergisi çıkarmayı sürdürdük. Kısa ömürlü olması elbette üzücü oldu. Vereceğim yanıt belki biraz politik olacak ama sorunun, amaçlanan etkinliklerin ve yayıncılık faaliyetinin sürdürülmesi için seçtiğimiz örgütlenme modelinin yanlış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Sorumluluk gerektiren faaliyetlerin gönüllülük esasıyla yürütülmesinin zorlukları ve ortak çalışma kültürünün oluşturulamaması ne yazık ki derneğin faaliyetlerini sonlandırmasına neden oldu. Bu alanda iyi niyetle başlatılan girişimlerin çoğu da benzer nedenlerle sekteye uğramıştır sanırım.

Öykülerimi görmezden gelmediğin ve soruların için teşekkürler Ayten.

Mart 2020 – Ankara

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.