Kadınlar yaşamı sürdürebilmek için ortak kırılganlıklarını kucaklayarak dayanışmayı örmeye çalışır, fakat devletin ve patriyarkal toplumun çizdiği görünmez sınırlar bu bağların üzerine gölge düşürür.

Kadın dayanışması feminist literatürde güçlü bir kavram olarak yer alsa da çoğu zaman kusursuz ve yekpare bir birlik gibi anlatılır. Oysa sahici deneyimler dayanışmanın hiçbir zaman pürüzsüz olmadığını gösterir. Afet ve göç, bu kırılganlığı en çıplak biçimde açığa çıkarır. Kadınların birbiriyle kurduğu bağlar kırılgan, çoğu zaman geçici görünümlü ama ısrarcıdır. Bu yazı, kadın dayanışmasını afet ve göç bağlamında kırılganlık üzerinden tartışmayı öneriyor. Çünkü dayanışma ne mutlak bir güç ne de kusursuz bir birliktir. Sürekli yeniden kurulan, sahici bir bağdır.
İkinci dalga feminizmin “sisterhood is powerful” sloganının, kadınların politik özneliğini büyüttüğünü fakat aynı zamanda farklılıkları perdelediğini biliyoruz. Feminist hareketin içinden yükselen eleştiriler ise bize dayanışmanın aslında hiçbir zaman yekpare olmadığını hatırlattı. Dayanışma, beyaz ve orta sınıf kadınların deneyimine sıkıştığında dışarıda bırakılanların sesini duymak mümkün olmuyor. Küresel ölçekte baktığımızda da, kadınların tarihsel ve kültürel bağlamlarını görmezden gelerek kurulacak bir ortaklık kolayca soyut bir hayale dönüşüyor. Kesişimsellik tartışmaları bu yüzden çok önemli. Çünkü kadınların yalnızca cinsiyetle değil, aynı anda ırk, sınıf, göçmenlik gibi eksenlerle de baskı altında yaşadığını görünür kılıyor. Daha yakın tartışmalar ise kırılganlığı bir zaaf değil, politik öznelliğin kaynağı olarak düşündü. Dayanışmayı, uyumdan değil, çoğu zaman incinmenin ve öfkenin paylaşıldığı yerlerden okuyanlar var. Türkiye’de feminist hareketin deneyimleri ve Kürt kadın hareketinin açtığı politik ufuk da gösteriyor ki, dayanışma kusursuz birlikten değil, farklılıkları ve kırılganlıkları görerek yan yana gelebilmekten güç alıyor.
Deprem sonrası kurulan konteyner kentler, kadın dayanışmasının mekansal kırılganlığını en görünür biçimde açığa çıkarır. 21 metrekarelik dar alanlarda çok kişinin yaşamaya zorlanması, kadınların gündelik hayatını neredeyse imkansız hale getirir. Tuvalet ve banyo düzenlemelerinde bile ayrımcı politikalar devrededir. Yerel halka ayrı imkanlar sağlanırken (konteynerların içinde tuvalet ve banyo olması gibi) göçmen ve mülteci kadınlar ortak alanlara mecbur bırakılır. Kadınlar yaşamı sürdürebilmek için ortak kırılganlıklarını kucaklayarak dayanışmayı örmeye çalışır, fakat devletin ve patriyarkal toplumun çizdiği görünmez sınırlar bu bağların üzerine gölge düşürür.
Afetler ve göç, kadınların zaman deneyimini parçalar. Her felaket, kadınları bir kez daha sınır aşmaya, yeniden yerleşmeye, sıfırdan başlamaya zorlar. Savaş nedeniyle ilk kez kamp hayatına itilen mülteci kadınların, 6 Şubat depremlerinden sonra aynı mekanda kurulan kampa yeniden yerleştirilmesi bu döngünün çarpıcı örneklerindendir. Bir mekanın farklı felaketlerde tekrar tekrar dayatılması, dışarıdan bakıldığında “yeniden başlama” olarak olumlanabilir, fakat kadınların deneyiminde bu durum bitmeyen bir yıpranma ve sürekli bir yeniden başlama hali anlamına gelir. Üstelik şimdi bu kampların da kısa süre sonra boşaltılacak olması “onurlu gönüllü bilgilendirilmiş geri dönüş” adı altında kimi kadınları yeniden sınır aşmaya yeniden sıfırdan başlamaya zorluyor. Zaman ilerleyen bir çizgi olmaktan çıkıyor geri sarılan, kadınların yükünü ağırlaştıran bir döngüye dönüşüyor.
Kadın dayanışmasının sınırları yalnızca gündelik hayattaki zorluklarla değil, politik iktidar ilişkileriyle de çizilir. Devlet, mültecilerin yaşam alanlarına erişimi engelleyerek ve dayanışmayı gösterilen mekanlara sıkıştırarak kimin nerede yan yana gelebileceğine karar verir. Ataerkil kurumlar ise dayanışmayı ya gölgeler ya da kendi meşruiyetleri için vitrine taşır. Kimi zaman da kadınların kurmaya çalıştığı dayanışma doğrudan cezalandırılır: örneğin bir ortaokul öğrencisinin nişanlandırılmasını ilgili kurumlara şikâyet ettiğinizde, kamptaki çalışmanızın engellenmeye çalışılması bu siyasal baskının somut biçimidir. Böylece dayanışma yalnızca zor değil, doğrudan kriminalize edilmeye açık hale gelir. Feminist politika, bu siyasal kırılganlığı ifşa etmeyi ve dayanışmanın alanını daraltan iktidar yapılarını teşhir etmeyi gerektirir, eminiz. Ama buralarda bunun bedeli vardır ve ağırdır; bir daha o kadınlarla hiç yan yana gelemeyecek olmak.
Dayanışma yalnızca yapısal engellerden değil, duyguların iniş çıkışından da örülür. Yorgunluk, suskunluk, korku ve hayal kırıklığı bağları zayıflatabilir. Ama umut, ısrar ve inadına yeniden yan yana geliş her defasında dayanışmayı yeniden kurar. Bu nedenle duygusal kırılganlık bana öyle bir hissettiriyor ki bir zaaf değil, dayanışmanın en sahici kaynağıdır.
Kadın dayanışması çoğu kez küçük ve kırılgan pratikler üzerinden kurulur. Gece aydınlatmanın yetersiz olduğu kamplarda birlikte tuvalete gitmek güvenliği sağlamak için bir stratejiyken, tuvalete gitmemek için beş litrelik pet şişe kullanmak, kadınların güvenlik ile mahremiyet arasında nasıl sıkıştığını gösterir. Çok çocuklu bir ailenin kızıysanız, okul çağında nişanlanmak ya da yaşça büyük adamlarla çocuk yaşta evlendirilmek zamansal kırılganlığı daha da ağırlaştırır. Kadınların ömürleri erkek iktidarıyla hızlandırılır. Hastanede borç nedeniyle rehin kalmak, kadınların sağlık hakkının nasıl piyasanın insafına terk edildiğini gösterir. Bu anlarda dayanışma yalnızca destek değil, hayatta kalmanın kolektif bir stratejisidir. Kırılganlık, bu bağların kurulduğu zemindir; eksiksiz bir güç değil, yeniden kurulabilen küçük ama ısrarcı ortaklıklar yaratır.
Arada kalmak, köksüzleşmek ya da yeniden başlamak çoğu zaman feminist tahayyül için ufuk açıcı bir potansiyel olarak tasvir edilir. Fakat kadınların deneyiminde bu durum çoğu kez ağır bir yük, bitmeyen bir yeniden başlama döngüsüdür. Feminist tahayyül için imkânları görmek elbette önemlidir, hayal kurmak, ufuk açmak ve yeni olasılıkları düşünmek küçümsenemez. Ancak tahayyüller, tek başına kadınların hayatındaki yükleri hafifletmez, hafifletmiyor. Üç yıla yakındır ortak tuvalet ve banyo kullanan, geceleri pet şişeyle idare etmek zorunda kalan, doktora ancak ölümcül bir noktada gidebilen, cinsel tacize saldırıya uğradığında sınır dışı edilme korkusuyla susmak zorunda kalan göçmen ve mülteci kadınlar için imkan, yalnızca hayalde değil, dayanışmanın somut pratiklerinde anlam kazanır. Feminist tahayyül, kırılganlıkları görüp onları romantize etmeden, tam da bu kırılganlıkların içinden kurulan dayanışmayı beslediğinde gerçek bir politik güce dönüşür.
Savaş, afet ve göç, kadın dayanışmasının kırılganlığını bütün boyutlarıyla görünür kılar: dar mekanlarda, yeniden dayatılan kamplarda, siyasal sınırların gölgesinde, duyguların iniş çıkışında ve gündelik hayatın zorlu pratiklerinde. Dayanışmayı güçlü kılan şey, kırılganlığını gizlememesi ve her defasında yeniden kurulabilmesidir. Feminist politika açısından mesele, kırılganlıkları aşmak için önce bu kırılganlıkları kucaklamak olabilir mi. Bu kucaklama kadınları edilgenleştiren bir dil değil, kırılganlığın içinden kolektif bir güç üretmek ve dayanışmayı oradan kurmak anlamındadır. Çünkü buralarda kadın dayanışması mutlak bir güç ya da kusursuz bir birlik değil, yeniden yeniden kurulan bir bağdır.
Kırılganlığın içinden yükselen bu küçük ısrarlar, dayanışmayı bir ihtimal olmaktan çıkarıp, gerçeğin ta kendisi kılar.