Çünkü o Hasan Ali Toptaş’tı. Türkiye’nin Kafka’sıydı. Bense kumaşı yosmalıktan ibaret bir “çocuk ve kadın yazar”dım.
13.12.2020 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan Hasan Ali Toptaş’ın röportajı yanında yayımlanmayan, kendisine ayrı bir linkte küçük bir yer bırakılmış metnin tamamıdır. Tetikleyici unsurlar içerir.
Ağustos 2018’de Türkiye’nin “bağımsız internet gazetesi” mottosuyla faaliyet gösteren T24 adlı haber sitesine bağlı kültür-sanat platformu K24’te “Türkiye yayıncılık sektöründe cinsel taciz ve zulüm” başlıklı bir metin yazdım. Bu yazıyla, uzun zamandır üzerine düşündüğüm #MeToo hareketini Türkiye’de, yayıncılık sektöründe başlatma isteğimi harekete geçirmiş bulundum. Söz konusu yazıda faillerin isimlerini vermeye korkmuştum; çevremden aldığım çeşitli uyarılar da çekinmeme sebep olmuştu. Fakat daha önemlisi o yazıda yaşadıklarımın sadece bir kısmını anlatabilmiştim. Bunun temel sebebi yaşadıklarımı taciz olarak kabul etme süreçlerimin henüz tamamlanmamış oluşuydu. Şimdi, 2018’de bahsedemediğim bir husustan bahsetmeyi öncelikli buluyorum.
Çocukluğum ve ergenliğim boyunca dış dünyanın bana neler yaptığını, hangi zararları hangi yollarla verdiğini görmeye başladığımda yirmilerimin başlarındaydım. Kendimi feminist olarak tanımlamayı bile bilmiyordum, yapabildiğim tek şey benliğimi ve bedenimi ezip geçen olguları ve olayları uzaktan izleyip kendi içimde isyan etmekti. Tam da böyle bir süreç içerisinde; algılamaya, öğrenmeye çalışırken yazdıklarımı dergilerde yayımlatmaya başlamamla beş-altı yaşlarından beri hayalini kurduğum tek mesleğe -yazarlığa- adım atmış oldum. Türkiye edebiyat camiasından -ki bu tamlama da çok sorunlu; çevre, dünya, yazan insanların oluşturduğu topluluk da denebilir o “camia”ya- insanlarla temas etmeye başladım. İlk temaslarım hep erkeklerleydi. Çünkü dergilerin editörleri, yayınevlerinin sahipleri onlardı; açıkçası gördüğümün ötesine dair bir fikrim de yoktu. Müthiş bir iştahla aldığım dergilerin, gazetelerin güncel kitap eklerinin bana “duayen, usta, sıra dışı yazar” başlıklarıyla pazarladığı her kim varsa onlara gıpta ediyordum; madem ben de iyi bir yazar olmak istiyordum, bir gün benim için de aynı ifadeleri kullanmalıydılar, ben de emek veriyordum, canımı dişime takıyordum. Böylece yine çoğunluğu erkek olan yazarların başarıları her gün, her hafta, her ay bilinçaltıma kazındı. Kendime rol model almak istediğim diğer bütün kadınlar ölüydü; içimdeki yazma ateşini kiminle paylaşacaktım? Varlık’ın Yaşar Nabi Nayır ödülüne dosyamı hazırlarken etrafıma bakmış ve benim dışımda bütün “genç yazarlar”ın bir “usta”sı olduğunu fark etmiştim. Üstelik Enver Ercan diye biri vardı, güçlü biriydi; onun okuduğu metinlerin sahipleri bir yerlere geliyordu. Demek ki ben de artık camiadan birileriyle ilişkilenmeliydim. Bunu kendimden ve yazdıklarımdan ödün vermeden nasıl yapacağımı da pek bilmeden, “benden daha yetkin birinin” yazdıklarımı “onaylamasını” ve bana “cesaret vermesini” istiyordum. Varlık ödül töreninde bunu görmüştüm çünkü, o zamanlar küçük iskender’le Enver Ercan’ın yanında duranlar yazdıklarını rahatlıkla yayımlatabiliyorlardı. Kime gidebilirim, kime nasıl ulaşabilirim diye düşününce boy boy resimleri ve hakkında kurulan övgü cümleleriyle Hasan Ali Toptaş’la iletişim kurmaya karar vermiştim. Ona “Hasan’ım Ali” diyorlardı; çünkü o Anadolu’dan, taşradan geliyor ve yazdıklarını kişiliğiyle mükemmel kılıyordu. Candandı, mütevazıydı, babacandı, diğer burnu havada yazarların aksine genç bir yazarı hor görmez demişlerdi bana -kim dediydi hatırlamıyorum-.
23 yaşındaydım. Ya birinden aldım mail adresini ya da kendi sitesinden ulaştım; tam hatırlayamıyorum. Ona yazdıklarımı okumak ve yorum yapmak için vakti ve isteği olup olmadığını sordum. Kabul etti. Dünyalar benim olmuştu; demek ki gittiğim yol doğruydu, demek ki yazmak kurduğum bir çocukluk hayalinden ya da ailemin “hobi olarak yine yaparsın” diye kulağımı çektikleri bir hobiden ibaret değildi. Usta-çırak ilişkisi olarak gördüğüm ilişkimiz böylece başlamış oldu. Birçok mail gönderdim ona, beni sevmesini ve saygı duymasını, takdir etmesini umarak; bana hiçbir yerde baskısı olmayan eski kitaplarını bile gönderdi.
2008-2009 civarıydı, o zamanlar MSN vardı, oradan yazışıyorduk arkadaşlarımızla. Hasan Ali Toptaş’la da orada yazışmaya başlamıştık. Çok uzun bir süre neredeyse her gün, saatler süren sohbetler ettik. Ben bu esnada İşletme Fakültesi’ni bitirmiş ve kurumsal bir şirkette işe girmiştim. Yazarlığı tam zamanlı bir meslek haline getirmek için önümde çok uzun bir yol vardı, ama işte Hasan Ali de vardı; yazdığıma değer veriyor ve bir gün hayallerime kavuşacağımı söylüyordu.
Aramızdaki iletişimin değişip farklı bir tarza bürünmesinin hangi aşamada gerçekleştiğini tam olarak söylemek benim için zor. Aklımda kalıp beni bugünüme dek takip eden sözcükse yazarken kolay: “Fütursuz”. Hasan Ali yazdıklarımın da benim de fütursuz olduğumuzu söylüyordu hep. Yazdığım metinlerdeki fütursuzluğum ruhumun fütursuzluğundan ileri geliyordu. “Ben fütursuzum,” diye düşünüyordum. “Yazdıklarım fütursuz.” Böyle başladı.
Eryaman’da bir evi vardı; eşinin ve kızının yaşadığı eve yürüme mesafesinde bir “yazı evi”ydi burası -o Ankara’da ben İstanbul’daydım bu arada-. O yazı evine benimle konuşmak için “karısından kaçıp” gidiyordu. Ben ona hikayelerimi, metinlerimi anlatırken o bana uzun uzun eşiyle olan ilişkisini anlatmaya başlamıştı (Ben bu yazıda bu anlatımın ayrıntısına girmeyeceğim çünkü Hasan Ali Toptaş’ın eşi olarak onun yanında durmayı seçen bir kadına bunu yapamam). Yalnızdı, sevgiye özlem doluydu, çoğu zaman çaresizdi. İlk eşi de onu sevmemişti; “Yatak” öyküsünü bunu anlatmak için yazmıştı.
Hassas ruhu yaralıydı, benden yardım bekliyordu. Bunları açıkça söylediği zamanlar da oldu, ama başlarda ima ediyordu ve ben yaralarıyla aslında neyi anlatmaya çalıştığını bilmeden ona yardım etmek için yanıp tutuşuyordum. Onun sohbetine, sözlerine, taleplerine yanıt vermezsem beni silip geçeceğini hissettiriyordu. Benim gençliğimde nefes alıyordu, buna benzer bir şey demişti, o nefesi kesersem nelere sebep olabileceğimi düşünemiyordum -ya kendine bir şey yaparsa, daha kötüsü ya bir daha yazamazsa?- Hem benim büyümem lazımdı; onun söylediği şeyler karşısında olgun ve anlayışlı olmam, onun kaçıp sığındığı köşesi olmam lazımdı. Bir gece yine yazı evine gitmişti. Telefonda konuşuyorduk -MSN harici telefon konuşmalarımız da oldukça fazla ve uzun süreliydi-. Yalnızdı, yalnız bırakılmıştı. İçindeki şehvet onu yiyip bitiriyordu.
“Sesini duyduğum an kalkıyor (…)[1],” dediğinde ne diyeceğimi bilememiştim. Ne denir buna? “İnce bir ip üstündeyim,” diye düşünmüştüm, “Ters bir şey söylersem beni siliverir -belki de yazmayı bırakır.” Edebiyatla arama bir penis girmişti. Bunu nasıl yönetecektim?
“Sen tam bir yosmasın,” diyordu. “Ruhun da yazdıkların da fütursuz ve yosma.”
Onun bunları söyleyişi, söyleyiş tarzı ve buyurganlığı, adeta bir yarı tanrı olarak davranması, henüz birçok açıdan kendini tamamlayamamış/gerçekleştirememiş ve bir nevi büyüyememiş benliğim üzerinde yıkıcı izler bırakmaya başlamıştı. Susuyor, konuyu öyküye, edebiyata ve yazıya getirmeye çalışıyordum.
O, benim flörtöz, yosma, orospu bir ruhum olduğunu defalarca tekrarlarken, bana söylediği her şeyi ben “hak ettiğim” için taşımak zorunda kalıyordum. Utanmazdım ben. Sesim çıktıkça -ben ne diyor olursam olayım- o şehvetinde boğuluyordu – söylediğim şeyin bir önemi yoktu. Ben geçiştirmeye, lafı metinlerime çevirmeye çalışıyordum. O eşini ne kadar da sevmediğini anlatırken ben yazdıklarımı ona yollamaya devam ediyordum.
O zamanlar kameralı telefonlar yeni çıkmıştı sanırım. Görüntü çok net değildi elbet, bana attığı fotoğrafıysa asla unutmadım: koyu yeşil bordo ekoseli boxerının ön açıklığından görünen cinsel organının bir kısmı ve önündeki kabarıklık. “Bak,” demişti. “Yine sesini duyunca bu hale geldi. Bir gün Eryaman’a gelmelisin ve onunla ilgilenmelisin.”
Belki de Hasan Ali’nin o güne kadar olan tecrübelerine göre onunla ilgilenmeliydim, ama bunu istemiyordum.
Onunla ilgilenmeliydim, bunu istemiyordum ama bunu Hasan Ali’ye söyleyemiyordum. Söyleyemezdim. Yaptığı her şeyi farkında olarak yapan bir erkek karşısında henüz cinselliğin, toplumsal cinsiyetin, tacizin ne olduğunu bilmeyen bir çocuktum.
Ona itiraz edemedikçe ondan gelen sexting mesajları devam etti; telefon konuşmaları devam etti. Ona sohbetlerimizi bitirmek istediğimi söyleyemeye cesaret edemedim ama mesajlar ve telefon görüşmeleri o kadar ısrarlı bir hal aldı ki, o çocuk aklımla bile telefonlarını açmamaya, MSN’de çevrimiçi olmamaya başladım. Sonra bir gün bana uzun bir mail attı ve bana “küstüğünü” ve artık benimle konuşmak istemediğini söyledi. Sebebini sordum ona, söylemedi. Benim bu yarı tanrıya inancım böylece bitti.
Bugün 35 yaşındayım. Hasan Ali Toptaş’ın ruhumda açtığı yaralardan bu yana 12 yıla yakın zaman geçti. Bu 12 yılda Hasan Ali Toptaş’ın eylemlerini taciz olarak adlandırabilmem uzun zamanımı aldı. 2018’de yaşadıklarımın bir kısmını taciz olarak adlandırabilmiştim ama yukarıda da söylediğim gibi bunu yazamamıştım. Çünkü o Hasan Ali Toptaş’tı. Türkiye’nin Kafka’sıydı. Bense kumaşı yosmalıktan ibaret bir “çocuk ve kadın yazar”dım.
Pelin Buzluk’un kitabındaki Hasan Ali Toptaş ithafını kitabın baskısından silmemesinin yahut yeni baskılarda düzeltememesinin anlaşılamıyor oluşunu aklım almıyor. Pelin içinde kopan fırtınalara rağmen edebiyatta erkeğin iktidarının ve Hasan Ali’ye düzülen övgülerin altında ezilerek kaç gece kendini suçlayıp yaşadıklarının kendi hatası olduğuna inandırıldı. Kaç gece mahkemeler kurup kendini astı. Yalnız şunu söyleyeyim ki ne Pelin’i ne de beni bu şekilde çökertemez hiç kimse çünkü biz her gece zaten öldük.
Bize saygı duymamız söylendi; biz Türkiyeli kadınlar ve yazarlar olarak “usta”ya saygı duymayı ekmek gibi, su gibi öğrendik; bacaklarımızı kapayıp oturmak ve gömleğimizin düğmelerini sımsıkı kapatıp kimsenin gözüne malzeme olmamak kadar iyi öğrendik. Biz Hasan Ali Toptaş’ın bizlere yaptıklarının taciz olduğunu anlayıp kendimize bile söyleyemedik; söylediğimizde gecelerce uyuyamadık ve kendimizi suçladık. Çünkü “usta” hatadan münezzehtir.
“Bunu ben istedim” suçluluğuyla yanımıza hangi erkek yaklaştıysa boynumuzu eğip sustuk ve yaşadıklarımızdan ailemize ve arkadaşlarımıza bahsedemedik.
Doğarken suçluyduk biz, kime neyi anlatabilirdik ki?
Türkiyeli “erkek” ve “iktidara sahip” olmayan bir bireyin yaşadıklarını kamusal alanda anlatmasından önce, yaşadıklarını saldırı ve taciz olarak tasvir edip kendi içinde kabullenme sıkıntısı var; uzun zaman alan, inkarlarla ve kendini suçlamayla bazen belki de bir ömür süren sıkıntılar bunlar. İfşada bulunan bir kimse, zaten kendisini yarı tanrı ilan etmiş bir erkeğin üzerine basıp yükseleceği bir kariyeri düşünecek durumda değildir çünkü ifşada bulunan bir kimse -hele ki ifşa edilen sektörün tanrılarındansa- Taksim Meydanı’nda kendini yakan bir insanın psikolojisine bürünmüştür.
Hem ne kariyeri? Tek bir kitaptan kazanılan 3 bin lira, şanslıysa ayda en fazla birkaç platforma yazıp alacağı 300-500 liralık teliflerle kuracağı bir kariyerden mi bahsediyorsunuz?
Hasan Ali Toptaş yaptıklarını çok iyi biliyor. İbrahim Çolak da biliyordu – ki o da taciz ettiği, insanlara yaşattıkları için değil, üstat olarak görüldüğü mütedeyyin çevreye rezil olduğunu düşündüğü için yaşamına son verdi. Onu kimse intihara sürüklemedi; o yüceltilmiş erkekliğinin artık devam edemeyeceği hayatının ve devam ettiremeyeceği pratiklerinin farkına vardı ve bir seçim yaptı. Özür dileyip iyi bir insan olmaya çabalayabilirdi, ama erkekliği buna izin vermedi.
Hasan Ali Toptaş edebiyat camiasında elde ettiği güçle kendine bir iktidar alanı oluşturmuş, benim dışımda birçok kadın üzerinde bu iktidarın pratiklerini uygulamış ve iktidarının tadını doya doya çıkarmış bir tacizcidir. “Kanıt göster, kanıt göster!” diye bağıran güruha söyleyebileceğim tek şey kanıtların 23 yaşındaki bir yazar adayıyla beraber beynimin içine kazındığıdır. Eğer ben Hasan Alilere rağmen hala yazmaya devam ediyorsam bu 23 yaşındaki o kadının, o çocuğun, Hasan Aligillerin taciz dolu her cümleye öyküyle, şiirle ve romanla cevap verme çabasındandır.
Hukuksal süreçleri başlatabilirsiniz beyler, buyurun başlatın. Hatta lütfen başlatın.
İsimlerinizle listeler oluşturulduğunu görüyorsanız, isminizi gün aşırı arama motorlarında aratıyorsanız, uyuyamayın beyler; devam edin arayışınıza. Biz sizin cinsel organlarınızı, taşradan fışkırttığınız her şeye sinmiş meninizin kokusunu senelerdir sırtımızda taşıdık; her gün kadınların öldürüldüğü Türkiye’de katliamlara çare arayıp üzülmekten bize yaşattıklarınızı birbirimize söyleyip şikayet etmeyi bile kendimize çok gördük. Vakıflarda, yurtlarda çocuklar tecavüze uğradığında sizin sahte yazıklanışlarınızı bile sineye çekip aramızda bir dayanışma kurmaya çabaladık.
Yaptıklarınızın kadınlarla sınırlı olmadığını biliyorum beyler, merhaba! Yıllar boyunca suistimal ettiğiniz transları ve diğer LGBTIQ+ları da biliyorum. Savaş çığlığı atın, buyurun. Biz boyalarımızı çoktan sürdük.
Biz boyalarımızı sizin bize yaptıklarınızın taciz olduğunu anladığımız an sürdük.
Hasan Ali Toptaş iktidarından yararlanarak birçok genç kadını taciz etmiş bir tacizcidir. Suistimalin ve tacizin savunusu yoktur. Özür dilemeyi bile bilmeyen erkekliğinizle mücadele etmek, benim ve kız kardeşlerimin onurlu mücadelesidir.
Açın davayı beyler, hukuk yazılıdır, ve her şey kayda geçer.
Ve unutmayın ki, büyük değişim ve toplumsal dönüşümler insanların, tanrıların tanrı olmadıklarını anladıkları gün başlar.
Korkmuyorum.
[1] Burada tabir erkeklik organının argo tabiridir orijinal söylemde.
Karanlık bir toplumun siyaseti, sanatı, bilimi, edebiyatı, sporu, kısaca her şeyi karanlıktır. Hâlâ Ortaçağ’dan çıkamamış zihinlerin, kutsal tabuların ve yıkılamaz dogmaların olduğu, düşüncenin suç, cinselliğin günah sayıldığı bir ülkede insan ilişkileri kirli olacaktır maalesef. Fizikteki bileşik kaplar teorisi bu kötü hayatımızı açıklıyor.