Woman In Me (İçimdeki Kadın), Türkiye’de kadınlara ayna tutmak amacıyla 2017 yılında başlayan, bu süreçte bir yıl Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği’nden destek almış olan bir video röportaj projesidir. Aslı Akarsakarya projesinde kadınların ataerkil kültür içinde nasıl var olduklarının hikâyelerini kayıt altına alıyor, söyleşilerle verilen mücadeleyi çok samimi ve gerçekçi bir bakış açısıyla sunuyor. Video röportajlar projenin internet sitesi www.womaninme.net’ten takip edilebilir.
Nazlı: “Öznel algıların ve hikâyelerin birikimiyle, sıklıkla kullandığımız kadın kelimesinin yarattığı idraki tanımlamaya çalışacak,” diyen Woman In Me (İçimdeki Kadın) projeni bize anlatır mısın? Çıkış noktası neydi ve o süreç içerisinde neler oldu? Şu an proje ne durumda?
Aslı: Çıkış noktası benim boynumun borcu idi. Kendimi bildim bileli, ama son yıllarda şiddeti giderek artan biçimde ataerkil düzenin eziyetlerini dert ediniyorum. Adalet ve özgürlük için hasreti en çok bu kulvarda hissediyorum. Bir parçası olmam sebebiyle de elbette, en çok isyan ettiğim meseleydi ve daha fazla dayanamadım, madden de bir şeyler yapmam gerekti.
Projeyi başından beri peyderpey, röportaj yaptıkça yayınlayarak bir bütün haline yaklaştırmayı tasarlamıştım. Teoriden çok pratiğe, soyuttan çok gündeliğe yakın, direkt birinci ağızdan ve olabildiğince az müdahaleyle hikâyeler toplamayı tasarladım. Hem hikâyenin gücüne inandığım için hem de ilk ağızın büyüsü başkadır, onu yakalayabilmek için.
Kadınlığın birçok farklı yüzü olduğunu, hepsini tanıyamasak da en azından varlıklarını bildirebilmeyi, aynı zamanda bu farklı yüzlerin altındaki birçok derdin de ortak olduğunu göstermeye çalıştım. Önyargılarla savaşıyorum, yabancılıkla savaşıyorum, ayrımcılıkla savaşıyorum. Bela bildiğim illa cinsler arasındaki ayrım değil. Toplumumuzun birçok boyutunda kapkalın sınırlarla deneyimlediğimiz ayrımcılıklar da. Amacım hep izleyenle yabancılığı kırmak ve yakınlık kurmaktı. Yakınlık kuracak olan yine hepimizdik. İzlediğimiz şey çünkü biz olmayanı bizim üzerimizden anlatacaktı. Bunu bir ilke olarak önüme koymadım aslında ama bir doğa kuralı olarak biliyordum.
Proje hâlâ devam ediyor. Tek kişi olduğum için çok yavaş ve belki de keyfi ilerliyor. Daha önceki videolarda söylenmemişin, anılmamışın peşinde olduğum için videoların git gide zamansal olarak araları açılıyor çünkü bir sonraki özneyi bulmak zorlaşıyor.
Woman In Me’de yer alan hikâyelerin her biri sarsıcı. “Kadın” olgusunun farklı kökenlerde; kısaca dinsel, mezhepsel, ırksal, ailevi kültürün alışkanlıkları içerisinde nasıl yaşandığını görüyoruz. Bu var olma mücadelelerinin (Buradayız! diyebilen) temsilcileri olarak karşımıza çıkan bu hikâyeler seni nasıl etkiledi?
Başta çıkış düşüncem daha çok, kadının ne olduğunu kadınlığın uzağında olup belki de bilinçli şekilde görmezden gelenlere anlatmak iken, sonrasında kadını kadına gösteren, aramızdaki empatiyi güçlendiren, bir yerde kesişimsellik üzerine pratik bir ayna olarak görülebilecek bir kıvama geldi proje ve bu halinden çok memnunum.
İzleyici projeyi ilk ağızdan anlatılan hikâyeler olarak algılıyor evet ama ben onun içindeydim. İçinde olduğunuzda ortada bir hikâye de kalmıyor aslında, onun yerine kişilerle karşı karşıyasınız. Onları, evlerindeki kanepelerinde size heyecanla, üzüntü ya da neşeyle bir şeyler anlatırken bizzat görüyor, tanıyorsunuz. Bu süreçte en şaşırdığım şeylerden biri tüm bunları mümkün kılan güven oldu. Tanımadığım kişilerin benimle konuşmayı kabul etmesinden, beni evlerine davet etmeleri sonra da kendilerini anlatmalarından her seferinde derinden etkilendim. Sanırım her şeyden öte önemsediğim ve değer verdiğim bu var. Tanımadığın birine zamanını ve güvenini vereceksin, açılacaksın sonra internet üzerinde gezinecek ve değiştirilemez bir röportaja dönüşeceksin. Reddedildiğimde evet canım çok sıkılıyordu ama belki de doğal olan oydu.
Kabul edildiğimde ise süreç her seferinde ve şaşmazlıkla şöyle ilerliyordu; yazışıyorduk, tanışıyorduk, evine gidiyordum, tüm amatörlüğümle kameramı kurup not aldığım soruları önüme koyuyordum. Sohbet esnasında mesela bana videoda kullanmamı istemedikleri, duyulmasını istemedikleri şeyleri anlattıkları da oluyordu, burayı yayınlama diyorlardı ama anlatıyorlardı. Ben bu güveni nasıl kazandığımı hiç kavrayamadım. Ancak bu davranışlar büyük bir minnet hissi büyüttü bende. Abartmıyorum, hayatı daha çok sevdiğim günler oldu onlar. Evlerden her çıkışımı hatırlıyorum. Bu röportajlar beni böyle etkiliyordu işte, inancım perçinlendi, umut doldum, minnet duydum.
Açıklamadığımda çok soyut kalıyor, kalmasın. Neye inancım perçinlendi, ne için umut doldum? Bir direnişin, bir örgütün içinde olmayan, çoğu kendisini feminist olarak tanımlamayan ya da görmeyen bu kadınların hepsi de mücadele veriyordu. Hepsi sorguluyor, hepsi direniyor ve yanlışın yıkımını istiyorlardı. Belki bu sebepten yollarımız kesişti, kuvvetle muhtemel. Ama nasıl umutlanmayayım?
Ataerkil toplumun normlarından ve kalıplarından hepimiz payımızı alıyoruz. Kimi zaman öldürülüyor, kimi zaman şiddetin çeşitli durumlarına maruz bırakılıyoruz. Röportaj yaptığın kadınlardan birini, Pınar’ı[i] geçen sene kaybettik. Ayrıldığı erkek arkadaşı tarafından öldürüldü. Bu acıların bizler üzerindeki etkisi için ne söylemek istersin peki?
Pınar’ın ölümüne hâlâ inanamıyorum. Çok gerçekaltı, çok saçma. Onu her andığımda içim sızlıyor. Çok üzgünüm. Pınar ile tanıştığımız ve röportajı yaptığımız gün aslında erkek arkadaşının, katilinin evindeydik. Pınar’ı el üstünde tutan, bize de gün boyu çok yardımcı olan kibar biri olarak hatırlıyorum onu. Bu yüzden işte, hiçbirimiz bu beladan azade ve güvende değiliz. Ki yine röportaj yaptığım Tuba Korkmaz’ın “Bu mevzu varoşlara ait bir mevzu, eğitimsiz insanlara ait bir mevzu, bana zaten dokunmaz diyordum,” deyişini, şiddetin sınıflar üstü bir niteliği olduğunu sonradan anladığını anlatışını unutmuyorum. Ona dokundu, Pınar’a dokundu. İsmi bile kaybolan yüzlerce, binlerce kadına dokundu. Yakınlarda Emine Bulut’a dokundu. Yarın?
Kayıplarımızı nasıl kucakladığımıza bağlı olarak farklı şekillerde büküyoruz yaşamı ve geleceği. Aktif olarak yeni bir sosyal cinsiyet algısı inşa ettiğimiz dönemlerdeyiz ve bu kanlı geçiş hayır, zannımca ne tutucu politikalar ne de konuya yeter ağırlığın verilmemesinden kaynaklanıyor. Maalesef bu kanlı geçiş yeni, eşitlikçi anlayışın erk tarafından idrakindeki hazımsızlık ve onun can havlinden sebepleniyor.
Hiç umutsuz değilim. Ama sosyal idrak maalesef aşırı yavaş ve acılı süreçler sonunda gelişiyor. Kayıplarımız hep sızımız ve yaramız olacak. Telafisi yok.
Yakın zamanda “Bayan, Kadın ve Dişi” başlıklı bir yazı yayımladın. Yazında “Ahlak: Kadının cinselliğini, rolünü ve önemini unutmaya yönelik çaba” diyorsun. Bunu Woman In Me projesinde yer alan hikâyelerden yola çıkarak biraz daha açabilir miyiz?
Böyle alıntıladığımızda sanki “ahlak”ı kendimce tanımlamışım gibi anlaşılıyor ancak öyle değil. İki nokta sonrası, özellikle sadece kadına mahsusmuş gibi kullanılan ahlak kurallarıyla yapılmaya çalışılanın ne olduğunu açıklamaya çalışmıştım. Şimdi tekrar bakınca keşke oraya namus yazsaymışım diye iç geçirmeden edemiyorum. Zira namus kelimesi sözlükteki değilse de pratikteki anlamı ile kadına özel, kadına kodlanmış olarak kullanılmakta, erkeğin namusu denildiğinde bile karısı ya da kızıyla ilgili bir ahlaksızlık, daha da daraltırsak şaşmaz bir kesinlikle cinsel ahlaksızlık akla gelmekte. Namus bu haliyle kadının cinselliğini ve bedenini kontrol eden kurallar silsilesi haline gelmiş durumda. Yazımda da belirttiğim gibi bu kontrol ataerkil toplum için elzem çünkü kadın bedeni, özellikle de üreme yeteneği kontrol altına alınması gereken, kadının inisiyatifine bırakılması düşünülemeyecek kadar önemli bir değer.
Konuştuğum kadınların hayatına bu nasıl yansımıştı onu örneklendireyim. Feride Uludağ[ii]’ın kocasıyla çok ciddi sorunları olmasına, boşanmak istemesine rağmen komşusunun şu tavsiyesi; “(Kocan) evde olsun da ayakkabısı kapıda dursun.” Evli olmanın, bir erkeğin himayesinde olmanın toplum tarafından kadın için en uygun yaşam biçimi olduğunun dayatılmasına dair bir örnek bu.
Yasemin Çakal[iii]’ın kronik olarak, giderek artan biçimde şiddet gördüğü evliliğini sonlandırma düşüncesini annesine açtığında annesinin “Gelinliğinle girdiğin evden kefeninle çıkacaksın,” deyişi. Kocandır, yapar, evine dön biçiminde telkin edilişi gibi…
Tuba Korkmaz[iv]’ın mahkeme sürecinde,çalıştığı fabrikadaki herkes ile yattığını iddia etmeleri, Tuba’nın bunun doğru olmadığını ispat etmek zorunda bırakılması…Yani bir cinayete teşebbüs savunmasını kurbanın cinsel özgürlüğü üzerinden yapmaya çalışmaları, sistemin buna izin vermesi çok acı; kadın cinselliğinin, bedeninin sahibi eşidir, ağabeyidir, babasıdır ve kadın, başına buyruk hareketleri ile bu erkeklere zarar verir. Tuba’nın “namussuz” olma ihtimali, zanlının “masum” olma ihtimalini güçlendirir. Bu bağı Tuba’nın davasında saldırganın avukatı şöyle dillendirmiştir: “Ben bunca yıllık evli kadınım, ben bu kadının yaptıklarını yapmış olsam kocam beni öldürür.”
Biz bu lafları duyar dururuz ve çok ilginçtir ki delirmeyiz. İçinde ve alışık olmak bunu gerektirir çünkü dışarıdan bakabilmek, sorgulayabilmek ve başka şekilde düşünebilmek pratiğini bize edindiren feminizme ve feministlere şükranımı burada hemen tekrar dillendireyim. Çünkü artık deliriyoruz. Tek tük de değil, hiç olmadığı kadar kalabalık deliriyoruz.
Hidayet Şefkatli Tuksal[v] bir röportajında, muhafazakâr kesimde veya Anadolu’da geleneksel örüntüler içerisinde yaşayan kadınların, hayatlarını daha kolaylaştırmadığı, yaşantılarına zıt bir önerme ile geldiği ya da görüş olarak uç buldukları için feminizme itimat etmediklerinden bahsediyor. Bu konuyu biraz daha açalım istiyorum. Kendisini ataerkil düzen içerisinde var eden, uğradığı eziyet ve ayrımcılığa rağmen düzen içerisinde davranan çok kadın var. Peki, sistemin sıkıntılı olduğu daha iyi nasıl ifade edilebilir? Sorunları ve bu sorunlardan doğan sonuçları daha ortaklaşa bir biçimde nasıl anlatmak mümkün?
Bir süredir konfor üzerine düşünüyorum ve ne yalan söyleyeyim, büyüleniyorum. İnsan davranışını en yüksek doğrulukla açıkladığına inandığım kavram haline geldi konfor. İdealleri, uyumu, gruplaşmayı, siyasi, dini ya da benzeri eğilimleri ve tabii hemen tüm insan ilişkilerini. İnsan öncelikle ve en temel olarak, rahatının bozulmasını istemiyor. Diğer her şey bundan sonra ve buna göre şekilleniyor.
Toplumun alışkanlıklarını, davranışlarını, âdetlerini ve bunların insan hayatına yansıma biçimlerini akış olarak telaffuz edersek, feminizmin bana göre asli görevinin akışı sorgulamak olduğunu söylerim. Böyle gelmiş böyle gideri ya da gelenek, örf, kaide olarak daha da kurumsallaşmış ve katılaşmış biçimde hayatımızda yerleşik olanı sorguladığımızda en ılımlı ihtimalle akış karşısında hareketsiz kalıyoruz, akmayı reddediyoruz. Sorgulamak ve süregelenden farklı cevaplar vermek kişiyi büyük bir savaşın ortasında bırakabilir. Yorucudur, zordur, fedakarlık ve emek ister, nihai olarak da kişinin konforunu bozar. Aksinin olmasını çok isterdim ancak bu rahatsızlığı herkesin göze almasını bekleyemeyiz.
Hidayet Hanım’ın videosunu tekrar tekrar izledim, hâlâ da izlerim. Türkiye feminizmine ve bir feminist olarak kendisine getirdiği eleştirileri çok yerinde buluyorum ve çoğunun nedenini hareketin halktan kopuk olmasına bağladığını görüyorum. Toplum pratiklerine gönül indirilmediği, merak duyulmadığı; hatta kişi feminizme emek verip görüşünü inceltmeye uğraştıkça daha teorik/soyut bir algı ve yorum düzeyine geçtiği için gündelik olandan daha da uzaklaşıldığını tahmin ediyorum. Marjinalleşmek derken kast edilen kabaca buna benzer bir şey bence ve sosyal bir hareketin, hele ki feminizm gibi çok girift ve hayatın her katmanıyla bağı olan bir hareketin toplum yaşamına organik ve mütevazı bir biçimde katılmamak gibi bir lüksü olamayacağını düşünüyorum. Hepimiz oturma odalarında, sokaklarda eğri gördüklerimizi inatla gösterebilmeli ve bunu her seferinde yaratıcı, yumuşak ve ete işleyen bir şekilde yapmanın yollarını bulabilmeliyiz.
[i]Pınar Çoban: Vücut geliştirme sporcusu. 2018 yılında eski erkek arkadaşı tarafından öldürüldü. Bir kızı var. Röportajı: https://www.youtube.com/watch?v=64d0JOAy_98
[ii]Feride Uludağ: Ev hanımı. Üç kız annesi. Röportajı için: https://www.youtube.com/watch?v=BYav5z3nSjM&t=11s
[iii]Yasemin Çakal: 2014’de sistematik şiddet gördüğü eşini öldürdü. 3 yıl süren mahkeme süreci sonrasında ceza verilmesine yer olmadığına karar verildi. Ancak hemen ardından karar bozuldu ve Yasemin 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Karar temyiz edilecek. Bir oğlu var. Röportajı için: https://www.youtube.com/watch?v=oAGe0PBbHf4
[iv]Tuba Korkmaz: Seramik sanatçısı. Eski erkek arkadaşı tarafından bıçaklanarak öldürülmek istendi. Bir kızı var. Röportajı için: https://www.youtube.com/watch?v=YoJcAqWAk94&t=27s
[v]Hidayet Şefkatli Tuksal: Muhafazakar feminist yazar ve akademisyen. Röportajı için: https://www.youtube.com/watch?v=Xk9SFGo4DtI&t=3s