2022 yılı başında, Aysel Tuğluk İçin 1000 Kadın kampanyasıyla Aysel Tuğluk şahsında, birçoğu ağır hasta olan yüzlerce mahpusun sağlıklı yaşama ve tedavi görme hakkını savunmak bir araya gelen kampanya grubu Aysel Tuğluk’un tahliye olabilmesiyle çalışmalarının odağını genişletti. Hasta Kadın Mahpuslara Özgürlük adıyla çalışmalarına 2023 Mart’tan itibaren devam ediyor. Hasta Kadın Mahpuslara Özgürlük kampanya grubundan Hacer Özdemir’le kadın mahpusların yaşadığı zorlukları ve maruz kaldığı ayrımcılığı konuştuk.

AyselTuglukicin1000kadin olarak başlattığınız kampanya, Aysel Tuğluk’un nezdinde bütün hasta tutsakların durumuna dikkat çekmek için yürütülmüş bir kampanyaydı. Kampanyanın ilk çıkış sürecini, çalışmalarını ve Aysel Tuğluk serbest bırakılana kadar yürütülen diğer çalışmalardan da kısaca bahsedebilir misin?

Hasta tutsaklarla ya da hasta mahpuslarla ilgili uzun zamandır görünmeyen veya görünür hale getirilmeyen bir çalışmaydı. Aysel tanıdığımız, bizimle birlikte mücadele veren ve dışarıda olan biri olduğu için daha canımızı acıttı ve daha görünür oldu. Aysel ile ilgili birçok platform, kurum çalışma yürüttü: TJA ayrı bir şekilde çalıştı, açıklamalar, eylemler ve Kadınlar Birlikte Güçlü o dönem pandemi dönemiydi, zoom üzerinden benzer çalışmaları gündemleştirmeye çalıştı. EŞİK, Kadın Koalisyonu, aslında Türkiye’de var olan bütün platformlar bir şekilde gündemine aldı. Çünkü gün geçtikçe durumu kötüye gidiyor ve hiçbir şey yapılamıyordu. Onun için de bu ayrı ayrı çalışmalar yerine “biraz daha ortak ne yapılabilir” konusu ortaklaştırıldı ve 2 Ocak 2022’de bütün kadın örgütlerine, Tabipler Birliği’nden, İHD’ye, herkese bir çağrı yapıldı. Çağrıyı da aslında bir grup kadın olarak başlattık. Çağrıdan sonra da zoom üzerinden bir toplantı yaptık ve çok kapsamlı bir tartışma yürütüldü: Bundan sonra ne yapılabilir, nasıl çalışmalar yapılabilir vb. Bin Kadın kampanyası karar olarak o toplantıda ortaya çıktı. Bin kadına ulaşabilir miyiz, diye bir kaygı da vardı ilk başlarda ama bir gecede iki bin kişiyi geçen bir kampanya oldu. Hemen kampanyanın sosyal medya hesapları açıldı ve o toplantıya katılan çoğu kişi de kampanyanın bir parçası oldu, onu belirtebilirim hani bir iki kişiyle sınırlı kalmayan bir çalışmaydı. Her hafta toplantıların devam ettiği, düzenli çalışma yürütülebilen bir kampanyaya da dönüştü. Web sitesi açıldı, sosyal medyada çok görünür oldu. Twitter’da tweet zincirleri oldu, videolar paylaşıldı hani birbirine çağrı yapan ve biraz sorumluluk da veren bir yerden. Bütün her yere hızlıca yayıldı ve bu kampanya farklı sekiz dile de çevrildi. Sadece Türkiye ile sınırlı kalmayan, 54 ülkenin desteklediği bir kampanya hâline geldi. Van’dan Edirne’ye, Edirne’den Kars’a kadar, Kars’tan Antalya’ya kadar var olan tüm platformlar, kadın dernekleri bu kampanya ile ilgili duyurusunu yaptı, sahip çıktı ve sokak eylemi olarak açıklamalar yaptı. Tüm barolara mektup gönderildi. BM, Adalet Bakanlığı, İnsan Hakları Komisyonu gibi her yere mektup gönderildi. Bu mektup sonucunda 20 baro kampanyayı sahiplenen açıklamalar yaptı. Aysel 27 Ekim’de tahliye olabildi. Bu kampanyanın sonucu tahliye oldu diyebiliriz çünkü “cezaevinde kalamaz” raporu olduğu hâlde cezaevinde tutuluyordu. Kampanya tek kişi olarak Aysel’e değil, cezaevlerindeki hasta tutsaklara dair bir yaklaşımdı da aynı zamanda. Bir de Aysel bilinen, siyasi kimliği olan, yıllarca kadın mücadelesi veren, ilk kadın eşbaşkan olarak seçilen bir kadındı, o yüzden bu kampanya onun etrafında oluştu ve sonuç aldı diyebilirim. Uzun zaman sonra, bir kampanyadan sonuç alınması biraz umut da oldu açıkçası hepimize.

Mart 2023’ten beri Hasta Kadın Mahpuslara Özgürlük olarak devam ediyorsunuz. Bu kampanyanın amacı, kapsamı, çalışmaları neler?

Türkiye zorlu süreçler geçirdi. Aysel Tuğluk tahliye olduktan sonra hemen kampanya grubu bir araya geldi ve diğer hasta kadın mahpuslar ilişkin de bir çalışma yürütelim dedik. Başlangıçta da aslında bu tartışmalar vardı, bütün hasta kadın mahpuslar için bir kampanya olsun ama başlangıçta Aysel için olsun konusunda ortaklaşıldı. Hasta Kadın Mahpuslara Özgürlük kampanyasına dönüştürebiliriz ve hatta binlerce Aysel olarak kendimizi nasıl ifade edebiliriz tartışmaları yapıldı. Ortak bir açıklama yapıldı ama Türkiye öyle bir atmosfere girdi ki maalesef, deprem süreci başladı ve biz de çalışmaları durdurmak zorunda kaldık. Depremden sonra cezaevlerinin koşulları nasıl konusunda bir çalışma yürütüldü ama gündeme sokabileceğimiz bir çalışma değildi. Sonrasında konuyu gündemleştirdik ama bu defa da herkesin seçimlere kilitlendiği bir atmosfer oldu. Bu atmosfer nedeniyle Aysel ile ilgili olan kampanya gibi bir çıkış, duyuru yapamadık. Sahiplenme yeterince gelişmedi. Biz de bu sırada cezaevlerinde hangi hasta mahpuslar var, neler oluyor, durumu en ağır olanlardan başlayalım dedik. Çünkü maalesef çok hasta var. Durumu en kötü olanlardan başlayarak bir sıralamaya gitmek zorunda kaldık. Önümüze ilk on kadının durumunu alarak bu on kadının özgürlüğü için nasıl bir çalışma yürütebilir, ne yapabiliriz diyerek başladık. Aysel Tuğluk kampanyasının sosyal medya hesapları kalsın bir arşiv olarak dedik ve hemen yeni kampanya için sosyal medya, web sitesi çalışmalarına başlandı. Bayramda bir çalışma yaptık, bayramlaşma dönemi bizim dışarıda belki çok gündemimizde değil ama mahpuslar için çok önemlidir. Çünkü açık görüş günüdür, bütün ailelerin, akrabaların gittiği bir gündür. Cezaevinin şartları da çok zorlaşmış, bu görüşler yapılmıyor bazı yerlerde. Onun için bayramlaşma, destek olma, kart atma, sizinle beraberiz diyebilme konusunda çalışmalar yapıldı. Bir Twitter odası açıldı, sosyal medyada paylaşıldı. Şu ana kadar altı hasta kadın mahpusa özgürlük için yürüttüğümüz bir süreç. Bir de şöyle bir şey belirtmek isterim, cezaevlerinin durumları, koşulları şüphesiz zor ama mimarisinden iç tasarımına, cezaevlerinin işleyişi bir erkek aklı ve erkeklere yönelik bir tasarım. Yani kadınları mekan olarak da zorlayan bir mahpusluktur cezaevi. Biz şu anda sadece hasta kadınları gündeme getiriyoruz ama mesele sadece hasta olma da değil. Bu koşullar neden bu kadar hasta üretiyor, bu koşulları nasıl değiştirebiliriz? Neden zor, ağır hasta olmayan tedavi olmak istemez, çünkü tedavi koşulları… Hastane normalde bir haktır, bu hakların verilmesi de gerekir yalnız pratikte öyle işlemiyor. Kendim de cezaevinde kaldım biliyorum, hastalığın için gidiyorsun saatlerce ringde kalıyorsun, tek başına gitme gelme koşulları zaten ağır hastaysan çok zordur. Sevk öyle çabuk çabuk çıkmıyor, bir de gidip saatlerce hastanede beklemek. Dilekçe yazarak başvuruyorsun hastaneye gitmek için, ayları yılları alan bir randevu sistemi var. Randevu aldıktan sonra da çoğu zaman doktor seni görmeden dönebiliyorsun ve bu işkenceye dönüşen bir süreç oluyor. Ondan dolayı çok ağır hasta olmadan hastaneye gitmeyi istememe durumu da var. Koşullar zor, gidince de çoğunun tedavisi yarıda kalıyor ya da yapılmıyor. Eksik sağlık hizmetinden kaynaklı gelişen bir süreç de oluyor. Ağır hastalar kampanya listemizde normalde olmayan genç bir kadın, Özge Özbek, altı yıl üç ay hapis cezası almış. Cezaevine girmeden önce açık beyin ameliyatı oluyor, çok riskli bir ameliyat. Ameliyat olduktan üç gün sonra tutuklanıyor ve cezaevine götürülüyor. Tedavisi yapılamadığı için durumu daha ağırlaşan bir hâl aldı. Bir de biz yalnızca bir hastalığı söylüyoruz ama hastalıklar iç içe geçen bir süreç oluyor. Ameliyattan sonra vertigo, dengesizlik, sol kulağında yanılmıyorsam %70 işitme kaybı, bir sürü başka başka şey oluyor. En son şiddetli baş ağrılarıyla karşılaştığında ciddi boyutta tümörde çoğalma oluyor ve riskli bir hâl aldığından acil Ankara’ya sevk edilmesi ve tedavi olması gerektiği söyleniyor. Bu operasyon yüksek ihtimalle ölüm riski taşıdığı için ölüm sonucu olursaya dair evrak imzalatılıyor. Genç bir kadın, durumu hâlâ ciddiyetini sürdürüyor. Biz bu süreçte özellikle Twitter odaları yaptık. Avukatları, aileden biri, adli tıp ile ilgili meseleye dair Tabipler Birliği’nden katılımlar oluyor ve bu süreçle nasıl başa çıkılabileceği konusunda bir yol bulunmaya çalışılıyor. Gündemleştirdiğimiz hasta kadın mahpuslardan Gülistan Abdo vardı. Yirmi yaşında, yaralı bir şekildeyken gözaltına alınıyor. Bu yaralı hâliyle günlerce işkencede kalıyor. İşkence sonucunda da bacağını kaybediyor. Parmaklarından başlayan kangren ilerlemiş hızla, bacağı kesilmek zorunda kalınıyor. Cezaevi ortamı öyle bir şekilde ki tuvalet bile ciddi bir sorundur. Bacağı olmayan biri için tuvalete gidip gelme bile büyük bir mesele, onun için alafranga tuvalet talebi, dilekçeleri isteniyor, verilmiyor. Şu anki durumu çok ağırlaşan bir hâl aldı Gülistan’ın. Şöyle bir dezavantajı da var, Rojava vatandaşıdır. Aslında otuz yılını da doldurmuş, normalde tahliye olması gerekiyor. İnfaz yakma uygulamalarından etkilenen de birçok hasta tutsak var, o da onlardan birisi. Yürüyemiyor, dolayısıyla kilo alma meselesi var, tansiyondur, böbrektir, rahminde kist oluşumu vb. bir sürü ayrı ayrı hastalıkların da oluştuğu bir sürece evriliyor maalesef. Yine benzer mesela Ayfer Çiçek var. Alındığı zaman, Kürkçüler’de bir odada on beş gün tek başına tutuluyor. Psikolojik sağlığı bu süreçle bozuluyor, daha sonra hem kendine hem arkadaşlarına zarar verebilecek bir evreye dönüşüyor. Cezaevi koşulları çok zorlu olduğu hâlde bu defa ona da bakmak, nöbet tutmak gibi bir süreç de başlıyor. Bakırköy Hastanesi’ne götürüldü, teşhis de konuldu, cezaevinde kalamaz raporu da var ama maalesef devam ediyor cezaevinde kalmaya. Onun da kullandığı ilaçlar nedeniyle elli kilodan seksen kiloya hızlı bir şekilde kilo alma meselesi ve kilo alınca da ağırlaşma, yürüyememe bir sürü sağlık sorunlarına da neden oluyor cezaevinde. Cezaevinde hastalara ayrı diyet yemeği çıkması gerekirken talep var ama uygulanmaz hiçbir zaman. Mesela ekmekte kepek ekmeği başvuruları var, girişimler var ama hiçbiri karşılanmıyor, bu hastalıklarını daha çok pekiştiren bir dönem de oluyor.

Arkadaşları mı onun başında nöbet tutuyor?

Evet. Hem kendine zarar verme durumu var hem de arkadaşlarına zarar verdiği için böyle sürekli nöbet tutup tetikte olmak zorunda kalınıyor. Ayrı bir işkencedir aslında onunla birlikte tutuklu olan kişiler için de. Kendi başına da zaten hücrede de tutuldu ve bu psikolojisini daha kötü hâle getiren de bir sürece evrildi.

Şunu da merak ediyorum cezaevi mimari olarak erkeklere göre tasarlanmış diyoruz ya, birkaç örnek verebilir misin?

Zaten yönetimi, biçimi erkeklere yönelik dizayn edilmiş, örneğin zaten hiçbir zaman güneş görülmez. Küçücük pencereler vardır, sadece gökyüzü gözükür, kışın çok soğuk olur, yazın da çok sıcak olur yanar o beton, ona göre yapılır cezaevleri. Örneğin kantindeki eşyalar kadına yönelik değil, erkeğe yöneliktir. İhtiyaçlarını da bir erkek gelir not alır ve birçok şeye de “kantinde yok” der istediğin zaman. Kantinde yoksa başka bir yerden de alma şansın yok. Çünkü koli alınmıyor, dışarıdan hiçbir şey alınmıyor. Bir de çok az kıyafet veriliyor cezaevlerinde. Kadınların hastalık halleri daha fazladır. Elbiselerini yıkama, kurutma bu başlı başına sorundur. İyi kurutulamadığı için sürekli nemli, ıslak giymek zorunda kalınıyor ve kadın hastalıklarının en fazla olmasına yol açıyor. Mesela regl dönemleri, sancılı ve kötü geçen süreçlerdir. 12 kişilik kalınan koğuş sistemlerinde, otuz-kırk kişi kalıyor, doğal olarak psikolojik işkenceye dönüşen bir mekan hâline geliyor, banyosudur, tuvaletidir her şey sırayla beklediğin ve sürekli hızlı girip çıkman gereken bir şey. Daha fazla ihtiyacı olan biri daha fazla kalma ihtiyacı duyar ama böyle bir lüksü yok. Betonudur, yapısıdır hiçbir şekilde zaten kadına uygun mekanlar değildir.

Fatma’dan bahsetmek istiyordun, oradan devam edelim mi?

Fatma ablası ile beraber kalıyor. Fatma da meme kanseri üçüncü evre. Uzun zaman zaten tedavi edilmediği için kanser ilerledi. Bir zaman tek başına tutuldu ama kendisine bakacak durumda değildi. Kız kardeşiyle beraber olmak için epey sevk talepleri verildi, dilekçeler verildi aynı cezaevinde olsunlar, ablası ona refakat etsin diye uğraşıldı. Fatma, dünyaya, yaşama bakış açısı çok farklıydı, yazı yazan, resim çizen, birebir de tanıdığım biriydi cezaevinde. Fatma’nın yalnızlaştırılan hâli hastalığın ilerlemesine neden oldu maalesef. Ablası, Gülser Özbay, en uzun tutukludur cezaevinde olanlar arasında, tahliye olması gereken otuz yıllıklarda ilk başta odur, maalesef tahliye edilmedi. Edilmeme nedeni biraz kendisinin de yani kız kardeşini bırakıp çıkamadığı için, başka yol, yöntem olmadığı için, dilekçelerle infazını yakmak, cezaevinden çıkmayı istememek gibi bir yaklaşımı da oldu. Kardeşiyle kalıp en azından onun hayatını nasıl daha kolaylaştırabilirim meselesi. Fatma’nın meme kanseri erken tedavi olsaydı, bu kadar vücuduna da yayılmayabilirdi. Doktora sevk edilmesine rağmen maalesef yedi ay boyunca tedavi olamadı, ilaç verilmedi. İlaç tedavisi olmadığı için ilerledi. Yine dediğim gibi onun da tansiyondur, kalptir, astımdır farklı farklı hastalıkların olduğu bir ortama dönüştü. Zaten pandemi zamanı durduruldu birçok tedavi. Pandemi aslında en çok cezaevlerini zorlayan bir sisteme dönüştü. Bir diğer hasta mahpus Selver Yıldırım. Selver Yıldırım kitap çıkaran, yazılarıyla kamuoyu arasında bilinen bir kadındı. O da uzun, otuz yıllık bir müebbet cezası alan bir kadındır. Edebiyat yönü çok kuvvetlidir, kadın dergilerine, gazetelere sürekli yazan birisidir. Yazı, makale, şiir yazmayı çok seven biri. Kronik rahatsızlıktan kaynaklı sağ gözünü kaybetti, sonra sol gözünde de yüzde on-on beşlik kayıp var. Tedavi olması gerekiyor yani. Uzun zaman Elbistan Cezaevi’ndeydi zaten. O cezaevinin şartları çok zordu, çok kötüydü, tedavisi olmadı. Tedavi olmadığı için şu an sol gözünü de kaybetmiş durumdadır, göremiyor yani. Onu en çok zorlayan da yazı yazamaması, neler oluyor cezaevlerinde, dışarda, yani bir parçasıydı dışarının. Şu an büsbütün kopmuş durumdadır. Onun da tedavi hakkı engelleniyor diğerleri gibi diyeyim. Deprem zamanı Elbistan’dan Sincan Cezaevi’ne götürüldü, şu an orada ona bakacak kişiler var olduğu için tek istediği orada kalabilmek. Çünkü tekrar sevki istenilmiş, Antep Cezaevi’ne götürülmek isteniyor. Tedavi hakkını bırakalım, daha düzgün bir cezaevinde kalmak için çabalıyor şu anda. Gündemleştirdiğimiz hasta tutsaklardan biri de Dicle Bozan. Cezaevinde şu an tedavi görüyor uzun zamandır, o da bacağını kaybetti. İltihaplanmış tedavi göremediği için ciddi sıkıntıları var. Biz kampanyaya başladığımızda Dicle Bozan diye biliyorduk onu. Hayatı çok da trajik bir hayat. Resmiyette Rojava, yani Suriye vatandaşıyken ismi Ayşe Abdullah’tır. Kendisini Şilan olarak tanıtıyor, ismini öyle söylüyor ama cezaevindeyken yargılama dönemi Dicle Bozan olarak resmileşiyor. Yargılanan, üç müebbet alan ve şu an tedavisini göremeyen biri Dicle Bozan ama Dicle Bozan diye biri de ortada yok. Öyle trajik bir hikayesi var. Türkiye vatandaşı olmadığı için tedavisidir, bacağına protez için ihaleleri avukatlar anlattı gerçekten çok zor, hükümlü olduğu için avukatları da çok gidemiyor yasal olarak da zor bir mesele. Dicle’nin bacağındaki protez ağır ve çok eski, değişmesi gerekiyor. O yüzden iltihaplanmış ama şu anda onunla yaşamak zorunda kalıyor. Başka çaresi yok ama değiştirilemiyor. Ben cezaevindeyken bir tane şizofren bir anne vardı yanımızda, Erzurum’a ruh ve sinir hastalıkları bölümüne götürüldü. Cezaevinde siyasi olmayan tutuklular da dahil şahitlik yaparız dediler. Biz hepimiz sırayla nöbet tutuyorduk ona, bütün gece sabaha kadar çığlıklar atıyordu, bağırıyordu. Bir de çok güçlü bir yapısı da vardı, zarar da verebiliyordu. Defalarca hastaneye götürüldü, sağlıklı, cezaevinde kalabilir raporu verildi. İkinci bir ceza gibi, gözünün önünde bu hasta mahpuslar eriyip gidiyor bir şey yapamıyor, bakmak, nöbet tutmak zorunda kalıyor kendi farklı farklı sorunları, hastalıkları olmasına rağmen. Eskiden Cumhurbaşkanlığı afları vesaire vardır ama mesela görüyoruz ki örneğin Hrant Dink’in faili gibi olmaması gereken kişiler tahliye ediliyor, olması gereken kişiler tahliye edilmiyor. Kaç cezaevinden cenaze çıktı, sayısını bile tutamaz hâle geldik ya da öleceğini bile bile tutuyor son günlerde bırakıyor, iki üç gün sonra dışarıda yaşamını yitiren kişileri biliyoruz. Ölüme terk etme, ölümleri hızlandırma bir işkence sistemi hâline geldi. Mesela beş yıl içerisinde 2258 kişi yaşamını böyle yitirmiş, Adalet Bakanlığı’nın son verilerine göre. Bu çok büyük bir sayı. Bunlara ne oldu, öldüler mi, öldürüldüler mi bilmiyoruz. Mesela Garibe Gezen’den biliyoruz, sonradan çıkan görüntülerden o öldürüldü. Tedavi hakkının uygulanması, tedavilerin yapılması onun için de lazım. Tutukluluk devam ediyor, davalar görülüyor, ölüm sürecine evrilmemesi için biz dışarıda olanlar da onun için tanıklık ettiğimiz kişilerin başına bir şey gelmesin, sağ salim en azından dışarıya çıkıp son günlerini ailesiyle geçirsin gibi bir yerden çalışıyoruz.

Kadın hasta mahpusların hayat öykülerini paylaşıyorsunuz ve bununla ilgili sohbet odaları da düzenliyorsunuz aslında. Geri dönüş alıyor musunuz, nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Açıkçası Aysel Tuğluk kampanyasındaki kadar geri dönüş olmuyor. Aysel biraz da tanınıyordu, sembolleşmişti. Hepimizin bir şekilde temas kurduğu bir kadın olduğu için daha farklı gündem oluyordu. Bu kadınları belki tanımıyoruz ama tanımamız gerektiğini düşünüyorum. Cezaevleriyle ilgilenen ilgilenmeyen her kurumun, yürütülen kadın mücadelesinin birbirinden ayrı olmadığını, bağımsız olmadığını sadece bir 25 Kasım’da, 8 Mart’ta kart göndermekle değil de sürekli onları düşünüp bir parçası olup özgürleştirmeleri konusunda ne yapabiliriz konusunu gündemleştirebiliriz. Daha önce Çatlak Zemin’de örneğin kadın cezaevi hikayeleri epey yazıldı. Sonra belki bahsettiğimiz ülke gündemlerinden de belki çok devam edilmedi. Gültan’ın, Aysel’in, Sabahat’ın, Leyla’nın, Rojbin Çetin’in hikayeleri. Aslında Selver Yıldırım da vardı o zaman hatırlıyorum ama depremden sonra kaldı. Çatlak Zemin’de bu hikayelerle hem bir kadının tutukluğu hem hasta mahpus kadın mücadelesi nasıl veriliyor cezaevinde, dışarıda da sesinin duyurulmasına çalışıldı. Belki bu basit bir şey gibi görülebilir ama bana göre basit değil öyle sıradan ele alınmaması lazım. Bu dayanışma ağlarını kurma, büyütme konusunda önemli. Mevcut iktidar, hükümet tarafından bu gündemler sürekli değiştiriliyor da. Dışarıdaki mücadelenin bir parçası kılabiliriz. Kurumlar daha önce çok videolar çekiyordu. Dicle sadece bir Dicle değil, binlerce Dicle, binlerce Fatma olarak gündemleştirilebilir bu konu. Daha fazla sahiplenerek dayanışmayı yürütebiliriz. Bizim de eksikliğimizdir belki yeterince gündemleştiremedik. Hem gündemleştirip hem de özgürlükleri için daha ortak mücadele hattını birlikte kurabiliriz.

Peki hasta kadın tutsak olmanın özellikli ihtiyaçları ve diğer erkek hasta tutsaklardan farkları neler?

Dışarıdakiler cezaevindeki kendi arkadaşını, akrabasını düşünüyor ama cezaevinde olunca daha farklıdır. Aileleri perişan olmuş hâlde çünkü her an cenazesi gelebilir gibi bir korkuyla yaşıyor. Gülistan Abdo’nun annesi şöyle söylemişti, hiç unutmuyorum, “ben kızımın yaşadıklarını hiç bilmiyordum. Afrin dönemindeki savaştan kaynaklı ben de bacağımı kaybettim.” Onun da bacağını kesmişler o dönemde, mayın patlamış. Yaşadıklarını, zorluklarını daha iyi anlamaya çalışıyorum, diyor. Hastaların tedavi, ilaç masrafları daha çok yani ekonomik olarak da daha çok ihtiyaç oluyor. Ailelerin ekonomik durumu iyi olmayabilir, kantin ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda değiller ama farklı dayanışma ağları da kuramıyoruz bu konuda. Çünkü şöyle bir sistem kurulmuş Türkiye’de, cezaevine para gönderirsen suç olarak nitelendiriliyor ve yargılanıyorsun. Bu nasıl değiştirilebilir konusunda da belki ayrı bir mücadele verilir belki bilmiyorum. Kendi ihtiyacını karşılama, tuvaletlerin kullanımı, çamaşır yıkama-kurutamama bunlar hep problem. Hastalar kendi yapamadığında şu psikoloji de oluşuyor; yük oluyoruz arkadaşlarımıza. Bu yük oluyoruz psikolojisiyle yaşadığı şeyleri daha duyurmamaya çalışıyor, bu da psikolojik olarak daha da çökertiyor. Bir de kadınlarda ya rahim kanseri ya da meme kanseri daha çoğunlukta. Bundan kaynaklı daha hijyenik bir ortamda bulunmaları gerekiyor ama cezaevi ortamı zaten hijyenik olmayan bir ortamdır maalesef.

Hasta tutsakların durumu için adli tıp raporlarının belirleyici olduğuna tanıklık ediyoruz. Peki sizin adli tıp kurumunun tavrıyla ilgili gözlemleriniz nelerdir?

Adli Tıp aslında cezaevinde kalamaz raporu vermesi gerekirken… Doktorlar yemin ederek de başlıyor mesleğe ama maalesef farklı gözle bakılıyor. Bir düşman olarak da bakılabiliyor. Bu düşman yaklaşımı, zihniyeti, cezaevindeki tutsağın özgürlüğünü kısıtlayan ve özgürlüğüne mal olan bir sisteme de dönüştürüyor. Onun için adli tıbbın bir an önce siyasi kararlardan ziyade gerçekten insani kararların vermesi lazım. Bütün tedavi hakkına erişimi sağlayan bir sisteme geçmesi lazım. Bu taleple çok fazla dilekçe verdik, veriyoruz. Hukuk kurumlarının da bu konuda epey girişimleri oldu. Maalesef orada işleyen çok kötü bir sistem var ve bu sistem insani sağlık hakkından yararlanılabilecek bir şeye dönüştürülmüyor. Adli Tıp hastaya cezaevinde kalabilir raporu verdiğinde aslında bir kere daha ceza vermiş oluyor. Bu ikinci kere cezalandırma da psikolojik olarak daha kötüye götürüyor ve bu sadece hasta tutsaklar için değil daha genel bir sorun.

Peki, cezaevinde kalamaz raporu alanlar için ne tür bir uygulama var?

Açıkçası her cezaevinde de ayrı bir uygulama var, bir cezaevindeki diğerine uymuyor, kendine göre bir uygulama geliştiriyor. Örneğin ringe bindirme biçimidir, götürme biçimidir, hastanede kalma biçimidir farklı. Bırakmıyorlar aileleri yatağa ziyarete gelsin ya da kelepçeli yatağa bağlayarak tutuyorlar. Keyfi uygulamalar daha da zorlayan işkenceye dönüşen bir hâl alıyor. Oradakilerin insafına kalmışsın. E oradaki de insan olarak görmediği zaman, insani duygularını da yitirdiği zaman daha çok sorunlarla karşılaşılan bir süreç oluyor. Bir de kapasitenin çok fazla olduğu cezaevleri var. Sanırım Türkiye’de en çok cezaevlerine yatırım yapılıyor ve cezaevi kuruluyor. Kadın cezaevleri ama daha kalabalık oluyor, üst üste daha fazla kişinin kaldığı yerlere dönüştürülebiliyor. Yani yapılsın demiyorum ama erkeklere daha fazla alan, o açıdan bile o eril bakışı görebiliyorsun kadınlara yönelik. Örneğin rapor alabiliyorsun, ishal olmadır, griptir ama regl döneminde alamıyorsun. Çünkü kadına yönelik hiçbir hak yok. Hiçbir hak olmadığı için regl dönemlerinde o hastalıkları kapıyorsun ve o hastalıklar kronikleşip daha ağır hastalıklara dönüşebiliyor. Diyelim ki ped alıyorsun, ki alamıyorsun çok pahalı, normalde pedlerin sağlık ürünü olarak da bedava verilmesi gerekir ama en pahalı olan ve ulaşılamayan bir ihtiyaç. Çok zaruri olmasına rağmen mücadele vererek ulaştığın bir ihtiyaç.

Ne kadar bir ped biliyor musun?

Fiyatı ne kadar bilmiyorum ama dışarıdaki ile cezaevi farklıdır, cezaevi fiyatı daha pahalıdır dışarıdan. Diyelim ki dışarıda elliyse cezaevinde yetmiştir. Ekonomik kaynak da sadece aile. Bazı ailelerin üç, dört mahpus yakını var, yoksul aileler, gidip gelme bile masraflı. Başka türlü destek de alamadıkları için zor. Yoksul aileleri gidiyor görüşe ama çok para yatıramıyor.

Gidip yatırıyorsun değil mi parayı, uzaktan yatıramıyorsun?

Aile yatırabiliyor.

Biraz konuştuk ama bir de ayrı sormak istiyorum. Hasta tutsaklara genelde cezaevinde arkadaşları bakıyor, refakat ediyor, bu yoldaşlığı nasıl değerlendiriyorsun?

Aslında cezaevinin, kadınlar için hem zor hem mücadele alanı hem de kendini tanıma ve o yoldaşlığın en çok geliştirilen yer olduğunu düşünüyorum. Ben kavramından vazgeçiyorsun, biz kavramı gelişiyor. Yıllarca hiç tanımadığın, karşılaşmadığın insanlarla aynı hücrede kalıyorsun. Zamanla farklı farklı hikayelerini öğreniyorsun, her biri roman olabilecek hikayeler, farklı farklı yaşam zorlukları. Heval, Türkçede “arkadaş” kelimesi bile çok farklı bir şey. Arkadaş, dost oluyorsun, birlikte yaşıyorsun, ailenle ya da en sevdiklerinle bile bu kadar zaman geçirmemişsindir. Sen o yoldaşlarını seviyorsun, dayanışma gelişiyor. Normalde insan cezaevinden çıkarken sevinir değil mi ama sevinemiyorsun, buruk çıkıyorsun. Çünkü arkanda ağır hasta olanları, uzundur tutuklu olanları, ayda bir çocuklarını görüş bekleyenleri bırakıyorsun. Ben koşulları zorlayabilirim, hasta değilim, diğeri çıksa tedavisini görse oluyorsun. Elbiselerini yıkamaktan tutalım tüm ihtiyaçlarını karşılamayı hep arkadaşlar, yoldaşlar yapıyor. Bazen tanıklık ediyoruz, çıkanlar dışarıda da birbirlerini özlüyorlar. Birbirlerini arayıp soran böyle dışarıda da kümelenen bir şeye dönüşüyor. Çünkü cezaevlerinin yalnızlaştıran bir politikası da var. Sen kendinle ilgilenmekten çıkıp sürekli diğerlerini yaşama bağlamakla ilgilenmek zorunda kalıyorsun. Bir de cezaevi çok farklı kişilerden oluşuyor, üniversite, lise öğrencileri var, mahalleden var, siyasetçiler var, her kesimden oluşan bir kadın topluluğu olarak düşün. Sürekli, her kesimden oluşan bu toplulukla aynı yerde, odada kalmak hem zordur hem bir o kadar da o yoldaşlığı, dayanışmayı geliştiren bir mücadeleye dönüşüyor. Kadın-çocuk meselesinin de çok kritik bir mesele olduğunu düşünüyorum. Mesela çocuklarla erkekler kalmaz, kadınlarla kalır. Anneler çok daha fazla etkileniyor. Çünkü cezaevinde kalmamış, sistemi bilmiyor, havalandırma kapanınca çocuk isyan ediyor, ağlıyor, dışarıya gitmek, oyuncaklarla oynamak, parka gitmek istiyor ama anne bunu anlatamıyor. Anlatsa da çocuğun anlaması da mümkün değil. Mekan olarak cezaevi de bir mücadele alanına dönüşen bir yerdir. Özellikle solcular, sosyalistler, Kürt kadın hareketi açısından cezaevi de bir mekan olarak da mücadele alanına dönüşen bir yer. Bu mücadele alanını, bir dayanışma, bir direnişi sürdürebilme ve ayakta kalma alanı olarak da değerlendirmek gerekiyor. Hem bu yoldaşlık moral, motivasyon olarak seni güçlendiriyor, ayakta tutuyor. Hiçbir şeyin yok, bir açıklamaya katıldın ama bakıyorsun üyelikten yargılandın ceza aldın, yöneticilikten yargılandın ceza aldın. Bir bakıyorsun ki hayattan çok farklı bir yer, farklı bir yaşam. Bir bakıyorsun oradaki herkes seni adapte etmek için, sana güç vermek için, ortak bir mücadele alanı kurmak için, kolektif bir yaşama nasıl dahil olabilirsin görmen için hemen her konuda seninle bir temas kuruyor. Mesela birçok kadın hayatında elbise hiç yıkamamıştı dışarıda, yani niye yıkasın ki makine var. Cezaevine geldiğinde bilmiyordu, hemen bir iki arkadaş böyle böyle yapılıyor diye yardım ediyor, öğreniyor. Zorluklar da var ama o zorluklara karşı direniş ve mücadele alanını da dönüştürme gibi bir sürece de evrilmek zorunda kalıyor.

Hasta tutsakların, birçok tutsak gibi dışarıyla tek bağlantısı aile ve avukatlar olabiliyor. Şu an hasta tutsaklar için cezaevi dışında ne gibi dayanışma ağları mevcut?

Biraz seslerini duyurmaya dönük çalışmalar. Var olan ama uygulanmayan yasaları biraz daha zorlayabiliriz. Hukuksal kurumların, insan hakları derneklerinin çalışmalarını bir ortak mücadeleye, süreklileşen bir sürece dönüştürebiliriz de. Özgürlüklerine kavuşana kadar bu mücadelenin devam etmesi gerekiyor. Bir açıklama, oturma eylemi vb. yapılıyor ondan sonra bitiyor. Sönüp gitmemesi gereken bir süreç olduğunu düşünüyorum. Süreklileşip özgürlüklerine kavuşacağı zamana kadar bir mücadele ağını yürütmek, gücümüzü birleştirirsek yapabileceğimizi, o kadar güçsüz olmadığımızı düşünüyorum. Kadın mücadelesinin nereden nereye evrildiğine, nasıl büyütüldüğüne tanıklık ettik, ediyoruz. Biz dışarıdakiler bazen cezaevindeki alanı unutabiliyoruz. Orası ayrı bir mücadele alanı. Bu mücadele alanlarını birleştirirsek daha güçlü bir cevap olup özgürlüklerine evrilebileceği bir mücadele alanına dönüştürebileceğimizi düşünüyorum. Önümüzdeki seçimlerde diyelim, bu gündemle oy verme değil, gerçekten bu konu her siyasi partinin gündeminde var mı yok mu, yoksa oy vermeyelim diye bir yaklaşım olması gerektiğini düşünüyorum.

Hasta Kadın Mahpuslara Özgürlük kampanyasını takip etmek için https://binlerceaysel.org/ sitesini ziyaret edebilirsiniz.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.