Doğasıyla, insanıyla tam kontrol sağlayabildiği bir hayat tasavvur ediyor iktidar, yani bizim cehennemimizi.
Rachel Cusk, Çerçeve adlı romanında şöyle diyor: “Bildiğim bir şey varsa, o da, yazı yazmanın gerilimden doğduğu, içteki ile dıştaki arasındaki gerilimden”.
7527 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun öncesi, esnası ve sonrası ile insanları ya da insan olmayan tüm varlıkları Dante’nin cehennemine sürükledi. Türkiye’de sokak hayvanlarının zaten yıllardır maruz kaldığı şiddet, cinsel istismar cezasız kalırken, barınakların en sağlıklı hayvanı dahi birkaç günde hasta edip öldürdüğü koşulları ortadayken yasa tartışmaları ile birlikte hemen her gün zehirleme, toplu katliam, işkence ile öldürme, toplu mezar haberleri alıyoruz. Bu yasanın şiddeti tamamen normalleştirmesi, öldürmeyi sıradanlaştırması ile oluşturacağı toplumdan kuşkusuz en çok patriyarka faydalanacak.
Her fırsatta feminizmi, LGBTİ+ hareketi “dış mihrakların oyunu” olarak sunan ve günün sonunda bizzat kendisi küresel çapta yükselen sağ popülizmin Türkiye ayağı olarak hareket eden sağ’ın, Alev Özkazanç’ın deyimiyle “sıkıcı bir benzerlik”le temel gündemleri LGBTİ+ düşmanlığı, aileci politikalar, göçmen karşıtlığı. Avrupa, sokak hayvanları katliamını tarihsel olarak bu topraklardan önce gerçekleştirdiği için ve şu anda da türler arası eşit bir ilişki şöyle dursun insan tahakkümü altındaki “evcil hayvan” siyaseti sonucu oradaki sağın gündeminde sokak hayvanları yok. Bu gündemleri Türkiye’ye taşıyan, AKP-MHP iktidarının toplum algısını dönüştürmek için kullandığı sosyal medya karakterleri belirli yasa süreçleri öncesi hareketleniyorlar. “Nafaka mağduru babalar” ile “Güvenli sokaklar platformu” aslında aynı kaynaktan geliyor. Zaten şu anda bu hesaplar hayvan yasasından sonra açıkça bir sonraki gündem konusu ne olsa diye yazışıyorlar. Yaptıkları konuşmalar önümüzdeki süreçte bizi nelerin beklediğini gösteriyor: “sokak hayvanlarından kurtulduktan sonra en çok oy alan gündemler: LGBTİ+’lar, nafaka konusu, yalnız yaşayan kadınlar (bunu evlenmeyen, çocuk yapmayan, hayvanlarla yaşamayı tercih etmiş kadınlar için belirtiyorlar) ve bireysel silahlanma hakkı”…
İnsan olmayan türlerin katliamını normalleştirmek istiyorlar, beraberinde tüm “öteki”lerin öldürülmesi de normalleşsin istiyor faşizm. Black Mirror dizisinin “men against fire” bölümünde, askerlere düşmanı böcek olarak gösteren bir teknoloji veriliyordu. Bilimkurguya gitmeden de maalesef örneklerimiz var; Auschwitz’in kurulması için “onlar insan değil ki” deniyordu, şimdi de İsrail’in Filistin savaşında aynı cümleyi duyuyoruz. Mine Yıldırım “Hayırsız Ada katliamı”nın Ermeni soykırımının hemen birkaç sene öncesinde gerçekleşmesinin tesadüf olmadığını anlatır.
İnsan merkezli bir bakışla sürekli, “hayvana bunu yapan insana neler yapmaz” denirken aslında her bir köpek yaşamının değerli olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Çok temel “yaşam hakkı”nın oylanması, insanları “öldürmemeye” ikna etmeye çalışmak da bu yüzyılın vahşiliğini hatırlatıyor tekrar hepimize.
Türkiye’nin yakın tarihinde de çokça yaşadığımız bir duygudur; yer yerinden oynamalı ama hayat devam ediyor. Bu devam eden hayat içerisinde devam edemeyenlerin hissettiği topluma dönük ağır bir yabancılaşma duygusu da tanıdıktır.
Pandora’nın kutusu ne zaman açıldı artık bilmiyorum. Berkin Elvan’ın kafasına atılan biber gazı fişeğiyle mi, Ekin Wan’ın bedeninin fotoğrafı yayıldığında mı, Suruç’ta patlayan bombayla mı, 10 Ekim Ankara Garı patlamasıyla mı, Cizre bodrumlarında insanlar öldürülürken mi? Çok daha öncelerine mi gitmeliyiz; 1915’e, darbelere, Madımak oteline? Aslında tarihin bu kadar tek bir neden-sonuç ile ilerlemediğini diyalektik bir tarih anlayışıyla bilsek de bir başlangıç noktası var mıydı, şunu tutabilseydik devamı gelmez miydi diye insan sormadan edemiyor. Yani aslında o noktaya doğru giden süreçte müdahale etseydik nasıl olurdu sorusu. Bu yasanın da ölüm çukurları ile sonlanacağını, şiddetin sıradanlaşacağını aslında en başından beri dillendiriyordu hayvan hakları aktivistleri.
Yönetimler kent siyasetini sermayeyi büyütmek ve iktidarını güçlendirmek için önemli bir araç olarak kullanıyor. Kent mücadelesi de böylece doğrudan iktidarın baskıcı ve rant siyasetine karşı bir mücadele haline geliyor. AKP iktidarı için, 2005 yılında 5366 sayılı kanunun kabul edilmesi ve Sulukule’nin kentsel yenileme projesi sonrası İstanbul, tüm siyasetini güçlendirdiği bir vahaya dönüştü. Yine kayyumları da kent siyasetinin, yerel yönetimlerin önemini bilerek politik olarak ikna edemediği Kürt illerinde baskıcı rejimini inşa için kullandı. Kent, bu iktidar için önemli. Sokaklar da en önemli parçası. Bu yasa da sokak politikasının en önemli ayağı. Türk, hetero, erkek profili dışında tüm ötekileri kamusal alandan özel alana hapsetmek istiyor. LGBTİ+’lar Onur Yürüyüşü ile görünür olmasın, feministler, kadınlar 8 Mart, 25 Kasım ile görünür olmasın, işçiler 1 Mayıs ile görünür olmasın, üniversitelerdeki direnişler, Kürtlerin özgürlük mücadelesi görünür olmasın diyerek hemen tüm eylemlere sokak yasak. Kadının zaten kamusal alanda varlığı ya olmasın ya da “makbul” görülen sınırlar içerisinde olsun. Sokak canlıları (başıboş kavramını ürettiler dili dönüştürmek isteyerek, bu kavramı kullanmamamız gerekiyor – aynı adamlar evlenmeyi tercih etmeyen kadınlar için de başıboş diyorlar; yani başın dolu olması ‘erkek bir sahip’ olarak görülüyor bu çevrelerde) da sokakta istenmiyor şimdi. Onların da özel alan dışında bulunması cezalandırılması gereken bir şey olarak önümüze sürülüyor. Sokakta köpek olur mu? Olur! Sokakların bu kadar herkesten ve her şeyden arındırılması projesi üretilen “güvenlilik” korkusu ile birlikte yürüyor. “Güvenli sokaklar” dedikleri istemedikleri tüm canlıların yok edildiği sokaklar. “Öteki”nin tekinsizliği altında ezilen bu kesimler şiddeti bir araç olarak kullanmakta beis görmüyor ve dilini de “çocuklar”ı kullanarak kuruyor: “çocuklarımızın güvenliği için köpekler yok edilsin”, “çocuklarımız için LGBTİ+ eylemleri, programları yasaklansın”, “çocuklarımız için göçmenler gönderilsin”, “kadınlar kendi soyadını kullanırsa çocukların psikolojisi bozulur”…
Sokakları güvenli hale getirmeyi sokakları kimsesizleştirme üzerinden kuruyorlar. Hatta artık geldikleri noktada milletimizin ve çocuklarımızın güvenliği için diyerek Instagram, Roblox ve yolda olan TikTok yasağı ile dijital alanda da sosyalleşme ve teması engelliyorlar. İstedikleri güçlü aile, kadının da bu özel alanda sonsuz emek sömürüsü ile itirazsız var olması, sokak köpeklerinin de itaat eden sadece hane içinde var olabildiği bir model. Doğasıyla, insanıyla tam kontrol sağlayabildiği bir hayat tasavvur ediyor iktidar, yani bizim cehennemimizi.
Donna Haraway köpekler için “Birlikte yaşamak üzere buradalar. İnsan evrimindeki suç ortaklarımız olarak daha en başından beri bahçededirler” diyor. Tek taraflı bir evcilleştirme sürecinin olmadığını, bu bir aradalığı birlikte ürettiğimizi, bu evrendeki sofrayı birlikte paylaştığımızı söylüyor. “Batı dünyasında evcil köpekleri kürklü çocuklara dönüştüren tehlikeli ve etiğe uymayan birçok yansıtmanın aksine, köpekler kendimizle ilgili şeyler değildir. Yansıtma da, bir niyetin gerçekleştirilmesi de değildirler, hiçbir şeyin ereği değildirler. Köpektirler işte, yani”. Yoldaş türler der zaten. Bizlerin de hemen şimdi, bu yasanın bize veya başka bir şeye yansıması, siyasetlerimizin türcülükle ilişkisi, bağı nedir tartışmasının ötesinde, tam da yoldaş bir tür olan köpeklerin doğrudan kendilerine dönük bu katliam girişimine karşı ciddi bir mücadele vermemiz gerekiyor.
Yine Haraway “doğa yaratılan bir şeydir, ama sadece insanlar tarafından değil; insanlarla insan olmayanlar arasındaki bir ortak inşadır” … “doğa ve adalet, … ya birlikte var olacaklar ya da birlikte yok olacaklardır” diyor.
Mahalle örgütlenmeleri, sokak eylemleri, bizi silmeye çalıştıkları tüm alanlarda var olmayı dayatmalı, tek bir köpeğin acı çekmesine izin vermemeli, direnmeliyiz. Benim Mordor’da yaşamaya hiç niyetim yok, sokakları ne bizden, mücadelemizden arındırabilirler ne de birlikte var olduğumuz, birlikte büyüdüğümüz, birlikte evrimleştiğimiz, ağız dolusu gülen o koca köpeklerden (ki hiçbir sokak canlısının kimseye sevimli olma borcu da yok). Bu yasayı geri çektirmeliyiz. Ben tuttuğum bu patileri nefesim yettiğince bırakmayacağım. Dönüştürülmüş sloganlarımızdan birisiyle kapatayım: geceleri de, sokakları da, hayvanları da terk etmiyoruz.
Not: Bu yazıda iktidarın bu yasayı gerekçelendirmek için kullandığı argümanlara, madde madde yasanın içeriğine, kedilerin de bu yasaya dahil edilmemesine rağmen sokakta yaşadıkları gerçeğine, sokak canlılarının refahı için neler konuşulmalı başlıklarına da değinmedim. Ağırlıklı köpekler üzerinden dönen bir süreç olması sebebiyle köpeklere ağırlık verdim. Diğer tüm insan olmayan türlerle eşitsiz ilişkimize ise baki ve ancak yine bu yazının konusu olarak girmedim.