Yaşama kararının başkasının duygusuna, isteğine, can sıkıntısına bağlı olması, bana kadın katillerini, şiddet faillerini hatırlatıyor. Aile içinde, evde, sokakta, iş yerinde erkekler, canı istediği için yapabildiği için şiddet uyguluyor.
Her yazdığım yazının bir şarkısı olur genelde. Bu konuda fazla duygusal olduğum için bunun şarkısını kendi kendime dinlemeyi seçiyorum. Ama ipucu: Her güne, sokak hayvanlarını öldürmeli mi, nasıl öldürmeli tartışmalarıyla, tartışmaların ardından geçen yasanın şafağında başlayan katliamlarla uyandığımız bir çağ yangını.
Biz feministler, geceleri de meydanları da sokakları da terk etmiyoruz dedik yıllarca, diyoruz. Sokağın da gecenin de meydanların da kadınlar için anlamını ve önemini biliyoruz. Erkeklerin tacizine maruz kalmamak için bin bir kaygıyla, türlü stratejiyle geçtiğimiz o sokakları istiyoruz; “o saatte orada ne işin vardı” demesinler diye çıkmaktan çekindiğimiz, güvende hissedemediğimiz geceleri istiyoruz. Ama “gerçekten” güvenli bir şekilde, özgürce ve korkmadan geçebileceğimiz, aydınlık sokakları ve geceleri istiyoruz.
Kadınlar için erkekler yüzünden güvenli olmadığı söylenen sokaklar, şimdi sokağın sakinlerinden, sokağı sokak yapan öznelerden, dostlarımızdan, yine güvenli olmadığı gerekçesiyle arındırılmak isteniyor, istenmesi yetmiyor katliamlarla bunu yapmaya çalışıyorlar. Çocuklara, insanlara saldırdıkları söylenerek sokağı “güvenli” hale getirmek için toplu bir katliamı, işkenceyi seçerek bunu yapacaklar/yapıyorlar. Sokakta taşlanan; çocukların oyuncakmışçasına davrandığı, hırpaladığı; insanların, sırf yoluna çıktı diye veya canı sıkıldığı için tekmelediği ve tüm bunlara karşılık verince “saldırgan, tehlikeli, kötü” olarak düşmanlaştırdığı sokak hayvanlarının çoğu, yıllardır, kapasiteleri yetersiz, korkunç şartlara sahip, ölüm kampı gibi barınaklara tıkılıyor. Şimdi yeni katliam yasası ile birlikte hayvanlar yine hapsedilmek, öldürülmek isteniyor, toplu halde öldürülüyor. Sokak köpekleri yüzünden güvensiz dedikleri sokakları, o canlıları yok ederek güvenli hale getirmek. İşkence ile…
Güvenlik anlayışlarının şiddete dayalı olduğunu, kadınları şiddet dolu evlere hapsetme pahasına aileyi güçlendirmek istemelerinden biliyoruz. Halkın güvenliği diyerek polislerle, bariyerlerle, bekçilerle doldurdukları, bizlere, kadınlara, LGBTİ+’lara, işçilere, yoksullara yasakladıkları sokaklardan biliyoruz. Hayvana eziyet edip yok edenlerin, şiddet faillerinin serbestçe dolaşmasında beis görülmeyen sokaklar.
TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonunda sokak köpeklerini toplatıp o ziyan barınaklara kapatmanın, öldürmenin önünü açan yasa tartışılırken “insan doğanın bir parçası mı yoksa insan doğadan ayrı mıdır?” üzerine konuşulduğunu hatırlıyorum. Başka bir canlının hayatta kalıp kalmamasına karar vermek üzere toplanılan bir yerde felsefi, varoluşsal, bilmem nesel bir tartışma… Aklını koruyabilmek büyük bir meziyet böyle zamanlarda.
Yaşama kararının başkasının duygusuna, isteğine, can sıkıntısına bağlı olması, bana kadın katillerini, şiddet faillerini hatırlatıyor. Aile içinde, evde, sokakta, iş yerinde erkekler, canı istediği için yapabildiği için şiddet uyguluyor. Ev içinde yaptığı tüm ücretsiz işlere karşı kadın emeği değersizleştiriliyor, görünmezleştiriliyor. Çünkü patriyarka, kapitalizm ve patriyarkadan güç alan erkekler bunu yapabiliyor. Kadınları daha düşük ücrete çalıştırabiliyor patronlar, çünkü öyle istiyor, yapabiliyor. Erkekler taciz ediyor çünkü yapabiliyor. Tahakküm kuran, kadının emeğini sömüren, şiddet uygulayan, öldüren erkekler bunu yapıyor çünkü: Yapabiliyor… Hayvanların yaşam hakkını oylamaya sunan AKP’li, MHP’li vekiller de katliama evet deyip zafer fotoğrafı çektirebiliyor. Çünkü yapabiliyor. Yanlış hatırlamıyorsam Tarih Vakfı’nın bir konuşmasında Mine Yıldırım, Hayırsız Ada Katliamı sonrasında büyük tepkilerle karşılaşınca köpekleri yaşatmanın değil öldürmenin yöntemleri üzerine tartışıldığını söylüyordu. Ancak bu katliam yasasıyla birlikte yaşatmayı düşünmek söz konusu bile değilken hayvanlar göz kırpmadan, isteyerek, işkenceyle öldürülüyor. Ada katliamı sonrasında köpeklerin etrafındaki koruma bariyerinin kısmen kalktığını söylüyor Yıldırım. Köpekler, kediler zaten yıllardır şiddetten, öldürülmekten kurtulabilmiş değil. Yine şiddete maruz kalıyorlardı. Ama yine yıllardır kısırlaştırma, aşılama, bakım işlemlerinin yapılmadığı; yaşayamayacakları yerlere, ücra köşelere atılan hayvanların yaşam hakkının tartışılmaya açılması, bunun “meşru” görülen bir zeminde tartışılması, bu hayvanların etrafındaki koruma kalkanı için bir yıkım. Göz göre göre, hiç çekinmeden, çeşitli işkencelerle, yoğun bir şiddetle öldürülüyor hayvanlar. Yaşam haklarının tartışmaya açıldığı zamandan bu yana, öncesinde nefretini gizleyen, bunu belirtmeye cesaret edemeyen insanlar, artık kedisinden köpeğine, kuşuna kadar şikayet etme, zarar verme hakkını buluyor.
Bir başkasının yaşam hakkını elinde tutmak, yaşayıp yaşamayacağına karar vermek ne yeni bir şey ne de hayvanlara özgü. Kadınlara, LGBTİ+’lara, mültecilere, Kürtlere yönelen nefret ve onların yaşam hakkı olmadığını düşünmekle, sokak köpeklerine yönelik bu katliam isteği birbirinden ayrı değil. Hatta kendi kaderini belirlemek için mücadele edebilme, tehlikelere karşı strateji geliştirebilme, direnebilme, örgütlenebilme, hukuku, toplumsallığı kullanabilme açısından insan merkezli bu dünyada ayrışıyoruz diğer hayvanlardan. Kadın, mülteci, LGBTİ+ karşıtı politikalar, nefret söylemi, yükselen faşizm, baskı, şiddet ve daha birçok ayrımcılık ve tahakküm biçimine rağmen güzel (?) haber, diğer hayvanlara göre 1-0 öndeyiz.
Öteki’ne yönelik tüm bu nefret ve yok etme isteğine karşı hayvanların yaşam hakkını savunmanın feminist bir ayağı da var. Bu yalnızca hayvanlara yönelik erkek şiddetinin, cinsel şiddetin birleştirdiği bir temelde değil. Yalnızca erkek şiddeti üzerinden tanımlayamayız. Kadına ve hayvanlara yönelik şiddetin, tahakkümün köklerini tartışabiliriz elbet, bununla birlikte sokak mücadelemize de içkin bir yandan. Sokak hareketi olarak istediğimiz o sokaklarda, gecelerde, meydanlarda başka özneler de var. Sokak; köpeğiyle, kedisiyle, ağacıyla sokak. Yıllardır itinayla mutenalaştırmak istedikleri o sokaklardan önce yoksulları, seks işçilerini, kadınları, LGBTİ+’ları sürmek istediler, şimdi de sokak hayvanlarını. Patriyarkanın kadınlar için “tehlikeli” olarak gördüğü o sokaklar, geceler; iktidarın kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikalarıyla, söylemleriyle, cezasızlıkla daha da tekinsizleştirilmek istendi, isteniyor. Şimdi de yine güvenlik bahanesiyle sokakları köpeklerden arındırmaya çalışıyorlar. Makbul görmedikleri herkes, iktidarın, devletin sınırlarına çarpıyor ve bir tehlikeye, düşmana dönüşüyor. Ve bu namakbullükle, mücadelesini verdiğimiz kamusal alanlara karşı kendi istedikleri kamusallığı oluşturmaya çalışıyorlar.
Gece sokakta olan, istediğini giyen, evlenmeyen, kendi bedeni üzerinde söz hakkı olan, istediği gibi sevişen kadınlar namakbulken evlere ve aileye hapsettikleri, itaatkâr, hem ücretli bir işte çalışacak hem de evin işlerini aksatmayacak, iyi bir anne-eş olacak kadınlar makbul onlar için. Cinsel yönelimleri, varoluşları ile LGBTİ+’lar namakbul, sapkın iken erkek şiddetinin, işkencenin, çocuk evliliklerinin, nefretin normal olduğunu düşünenler makbul. Kentlerin, sokağın var oluşuyla birlikte sokağı ev edinen köpeklerin, sokakta “sokak ile birlikte” yaşaması; beslenmek, sevilmek, güvenli bir yerde yaşamak istemesi, tıpkı insanlar gibi bir araya gelerek sosyalleşmesi “çeteleşmek”, tehlikeli ve namakbulken “tüy dökmesin”, “sesi çıkmasın” gibi isteklerle sipariş üzerine, eşya gibi hayvan üretmek, satmak, dövüştürmek, şiddet uygulamak, öldürmek, yarıştırmak, yemek; büyük bir pazar yaratmak ve onu korumak makbul ve meşru. “Yenilebilecek” hayvanların gözden ırak, şehir dışındaki bölgelerde yer alan tesislerde hayatlarına son verilmesi, hayvansal ürünlerin reklamlarında mutlu ineklerin, terbiyesiz tavukların minnoşluk ve komedi unsuru olarak kullanılması, tabağına gelen etin zamanında canlı birine ait olduğunu düşünmeyi zorlaştırır. Yaşayan bir hayvan ile onun dönüştüğü meta, ürün arasındaki bağ kolaylıkla koparılır böylece. Şimdi ise sokakta göz göze geldiğimiz, temas ettiğimiz, bir şeyler paylaştığımız, hatta paylaşmasak da korksak da aynı yerde, aynı sokakta yaşadığımız o hayvanlara şiddet uygulamak, onları öldürmek yasal ve meşru. Kadın katillerine de ceza vermeyen, onları cesaretlendiren, sırtını sıvazlayan erkek devlet, iktidar, hayvanlara uygulanan şiddetin bir cezai karşılığı olmadığını söylüyor ve hayvan düşmanlarının sırtını sıvazlıyor. Feminizm, sokak hareketleri, anti-faşizm ile hayvan hakkı savunusu farklı yerlerde değil. Ancak özgürlük, yaşam, eşitlik, hak istediğimiz o sokağı, sokak mücadelesini bütünleştirmekte zorlanıyoruz. Hayvanlar için mahallelerde, meydanlarda, her yerde örgütlenmeye çalışıyoruz evet. Hayvan düşmanlığının ırkçılık, kadın düşmanlığı, homofobi, nefret politikalarıyla el ele gittiğini biliyoruz. Ama hayvanların yaşam hakkını savunmanın; sokak hareket(ler)inin bir parçası, dolaylı ya da dolaysız feminist hareketle ortak temelleri, bağları olduğunu, ve bu ilişkiyi politik bir çerçevede bütünleştirmekte zorlanıyoruz. Oysa biz hayatı istiyoruz.
Kadının, çocuğun, ağacın, hayvanın olmadığı, beton yığınına dönüşmüş, izole evlerde yaşayıp kimsenin birbirleriyle temas etmediği bir sokak, kamusallık tahayyülü, yaşamdan yana olmak yerine öldürmenin, katliamın tarafında olmanın bir getirisi ve sebebi. Erkekler, iktidar, devlet, faşizm, patriyarkanın gücünü arkasına alıp kapitalizmin talepleriyle birlikte yaşama, yaşatmaya karşı örgütleniyor. Ama biz hayatı istiyoruz.
Sokağı, geceyi, meydanları, hayatı istiyoruz. İktidarın sokağı işgal etme, yaşamdan arındırma, kadına, hayvana, yoksula, işçiye karşı nefret ve şiddetle örülmüş, beton yığınlarıyla dolu, dayanışmanın olmadığı, birbirine dokunmayan bir toplum yaratma çabalarına karşılık hepsini geri almalıyız. Peki nasıl yapacağız?
Notlar:
“Şiddet ile İhtimam Arasında: Hayırsızada Vâkâsından Günümüzde Türkiye’de Sokak Hayvanları İdaresi”
Birlikte laf çevirdiğimiz, düşüncelerini, deneyimlerini paylaşan feminist arkadaşlarıma teşekkürler.