Evlilik dışı bir ilişkiden, ergenlik çağında anne olan Mary Shelley; gizlice ve suçluluk duyarak bir insan yaratmaya çalışan ve eline geçen de bir canavar olan çılgın bilim adamı hikâyesiyle, 200 yıl önce kurguya doğumu sokan ilk yazardır.

İlk kez 18. yüzyılda ortaya çıkan Gotik roman, korku, dehşet, aşırılık, kötülük ve doğaüstü kavramlarıyla birlikte anılan yazınsal bir türdür. Avrupa’da, özellikle İngiltere’de ortaya çıkmış ve bu dönemde oldukça popüler olmuştur. İlk ortaya çıktığı dönemde Gotik hikâyeler, görkemli ortaçağ atmosferi içerisinde, sıklıkla yıkılmaya yüz tutmuş şatolar, kaleler, manastırlar ve içlerindeki gizli geçitler ile uçsuz bucaksız sık ormanları kullanır. Kötülük, hain entrikalar, şiddet, ensest ve tecavüz ortak temalardır. Ta ki Mary Shelley Frankenstein: A Modern Prometheus’u (Frankenstein: Modern Bir Prometheus [i] adlı romanı yazana kadar.

Roman, tıp öğrencisi Victor Frankenstein ile yarattığı ucube yaratık arasındaki trajik ilişkiyi anlatır. “Yaşamın kaynağını araştırmak için öncelikle ölüme başvurmalıyız” diye düşünen Dr. Frankenstein, uzun çalışmalar sonucunda “cansız varlıklara hayat vermeyi başarabilmiş”tir (48). “Yaşam ve ölüm arasındaki sınıra girip, karanlık dünyamıza bir ışık seli tutmalıydım. Yeni bir türün yaratıcısı ve kaynağı olarak bana dua edecek ve bir sürü mutlu ve mükemmel yaratık varlıklarını bana borçlu olacaklardı” diye yazan Frankenstein, deneyleri sonucunda yaşamın sırrını keşfeder ve bunu üstün bir insan yaratarak kullanmaya karar verir. Mezar ve mezbahalardan topladığı ceset parçalarını bir araya getirir. Ve neticede romanda isimsiz olan ucubeyi yaratır. (Bilinenin aksine Frankenstein yaratığın değil, yaratıcısının ismidir.) Fakat Victor Frankenstein yaratıktan korkar ve kaçar. Yaratık ise kendisini yaratanı tanıyordur ama neden insanların ondan korkup kaçtıklarını bilmez. Babasını (Dr. Frankenstein’ı) bulup, ondan hesap soracaktır. Bir müddet sonra bir aileyi izlemeye başlayan yaratık, aile bireylerinin birbirlerine karşı duyduğu sevgiyi görür ve kendisini yalnız hisseder. Canavar yaratıcısından birlikte yaşayabileceği, kendisine benzeyen, kendisiyle aynı kusurları taşıyan bir eş yaratmasını ister. Bu arzusunun gerçekleşmesi halinde uzaklara gideceğine ve gittiği yerde ebediyen kalıp, bir daha kimseyi rahatsız etmeden yaşamını sürdüreceğine söz verir; ancak Frankenstein bir canavar daha yaratmayacaktır. Yaratığın yalnızlığı arttıkça acımasızlaşır ve kendisini yaratandan korkunç bir şekilde öç almaya girişir.

Bu kitapta esas kahraman kadın olmadığı gibi önemli bir kadın kurban da yoktur. Buna rağmen edebiyat tarihinde bir kadın tarafından yazılan ve yazarın cinsiyeti dikkate alınarak incelenebilecek başka bir eser bulmak çok zordur. Bugün bilim kurgu olarak adlandırılan türün ilk örneği sayılan eser, çoğunlukla Aydınlanma ideolojisine bir eleştiri ve 19.yüzyıl boyunca yaşanan bilimsel gelişmelerin sonuçlarından duyulan korku olarak değerlendirilmiş ve 20. yüzyıl popüler bilim kurgu yazınında belki de en çok kullanılan  “çılgın bilim adamı ve onun kontrolden çıkan yaratığı” konulu eserlere kaynaklık etmiştir. Ancak farklı okumalar da mevcuttur. Örneğin Ellen Moers’e göre Frankenstein, yazarın kendisinin de bir anne olması sebebiyle hayal gücüne yer etmiş bir “doğum miti”dir[ii] (92).  Frankenstein’ı doğum miti olarak okumak için Mary Shelley’in hayatının bazı önemli parçalarını bilmek faydalı olacaktır.

O, İngiltere’nin en dikkate değer edebi varislerinden biridir. İki seçkin edebi şöhretin kızı, üçüncüsünün karısıdır. Annesi dönemin en meşhur ve en parlak kadın hakları aktivisti Mary Wollstonecraft ve babası yazar, filozof William Godwin’dir. Meşhur şair Percy Shelley ile de önce evlilik dışı bir ilişki yaşamış, sonra onun karısı olmuştur. Annesi, Mary’yi doğururken hayatını kaybetmiş ve Mary babası tarafından büyütülmüştür. Latince ve Yunanca dâhil beş dil bilir. Günlüklerinden dönemin tüm önemli yazarlarını okuduğunu (okuduğu kitapların listesini tutmuş) veya sohbetlerine katıldığını öğreniriz. Fakat kendi yazarlık deneyiminde onu dönemin yazarlarından ayıran çok erken ve kaotik bir olay var ki, o da anneliktir. İlk hamileliğini 16 yaşında yaşayan Mary Shelley, takip eden beş yıl süresince de neredeyse sürekli hamiledir; ancak güvenilir (!) bir anne değildir, hem bebeklerini doğumu takip eden birkaç ay içinde kaybettiği, hem de evli (yasal!) bir anne olmadığı için. İşte 18 yaşındaki Mary Godwin, bu koşullar altında, Frankenstein’ı yazmaya başlar. Ve doğan bir canavardır.

Kadın edebiyatıyla doğum yapma deneyimi arasındaki ilgiyi anlamak için Frankenstein’ın yazıldığı döneme bakmak anlamlı olacaktır. 18. ve 19. yüzyılda (en azından batıda) önemli pek az kadın yazarın çocuğu vardı, çoğunluğu bekâr ya da çocuksuzdu. Belki de daha önemli neden kadınların zaten yazmalarının hoş karşılanmadığı dönemde, üstüne üstlük bir de kadınların deneyimine dair yazmanın zorluğu idi. Fiziksel cinselliğin edebiyata girmesine dair viktoryen tabular kalktıktan sonra doğum konusu edebiyata gerçekçi tür içerisinde ve Tolstoy, Zola ve William Carlos Williams gibi erkek yazarlar tarafından girebilmişti. Tolstoy evde doğan 15 çocuğun babasıydı. Williams ise yüzlerce doğum yaptırmış bir kasaba doktoruydu. Ve işte Mary Shelley gerçekçi tür ile değil ama gotik tür ile tüm o yazarlardan önce, kendini laboratuvarına kilitleyip, gizlice ve suçluluk duyarak bir insan yaratmaya çalışan ve eline geçen de bir canavar olan çılgın bilim adamı hikâyesiyle kurguya doğumu sokmuştur. İşte o doğum sahnesi:

“Saat sabahın biriydi. Yağmur kederli bir şekilde hızla pencerelere düşüyordu, mumum bitmek üzereydi. Yarı sönmüş mumun solgun ışığında, yaratığın donuk sarı gözlerinin açıldığını gördüm. Zorla nefes alıyordu ve çırpınarak kol ve bacaklarını hareket ettirdi.

Bu felaket karşısında neler hissettiğimi nasıl anlatabilirim? (…)Sarı derisi, altındaki kas ve damarları güç bela örtebiliyordu, saçları dalgalı ve parlak siyah, dişleri inci gibi bembeyazdı. Yerleştirildikleri kül beyazı yuvalarla neredeyse aynı renkteki sulanmış gözleri, buruşuk derisi ve dümdüz siyah dudakları da tüm bu güzelliklere eklenince oldukça korkunç bir görüntü meydana geldi.” (53)

Ellen Moers’e göre yaratığın doğumunun betimlendiği bölümler korku açısından oldukça iyidir, ancak Dr. Frankenstein’in yeni doğmuş yaratığı isimsiz ve kimliksiz bırakarak kaçması daha da korkunçtur. İsimsizdir çünkü roman boyunca canavardan insan dışında kalanlar için kullanılan “it” (“o”) zamiri ile bahsedilir. Yeni doğana karşı tiksinti, suçluluk, korku ve doğum ile sonuçlarından kaçma motifi, Shelley’in eserinin en ilginç, en kuvvetli ve en dişil bölümüdür (93). Mesela romanın en az üç bölümü, aslında eksik veya yetersiz bakım nedeniyle canavarın yaratıcısını cezalandırması veya yaratıcısıyla karşı karşıya gelmesi hakkındadır. Frankenstein’da asıl hikaye canavarın doğmasıyla başlar, ne doğum öncesi, ne doğumun kendisi ama doğum sonrası önemlidir yani doğum sonrası travma!

Korku ve suçluluk, depresyon ve kaygı, bebeğin doğumundan sonra kadınların sıklıkla karşılaştığı, kimi daha az, kimi daha çok görülen yaygın belirtilerdir. Ancak kültürümüzde derinlere kök salmış ve özellikle edebiyatta daha çok sözü edilen ise doğum sonrası mutluluk hissidir. Annenin bebeğini ilk kez kucağına aldığında duyduğu mutluluk, tamamlanmışlık hissi, o doyurucu aşk, diğer tüm duyguları ezip geçmelidir. Mutluluk, doğumdan sonra hissedilen tek mümkün duygu olmalıdır. Ama Frankenstein bize madalyonun diğer tarafını anlatır.

Panjurlara yansıyan ayın loş sarı ışığında, yarattığım zavallı canavarı gördüm. Yatağın perdesini kaldırdı, gözlerini -tabii göz denebilirse- üzerime dikti. Çenelerini oynattı. Yüzündeki gülümseme yanaklarını buruştururken, anlamsız bir şeyler mırıldandı. Belki de bir şeyler söylemişti fakat ben duyamadım. Kolunun birini yana açmıştı, göründüğü kadarıyla beni yakalamak içindi, kaçıp hızla merdivenlerden aşağı indim. Yaşadığım evin avlusuna sığındım. (…)Diğer vakitlerde ise bitkinlik ve aşırı yorgunluktan yere gömülüyordum. Korku içerisinde, hayal kırıklığına uğramanın keskin acısını hissettim. Bu kadar uzun bir zaman boyunca besin kaynağım ve mutluluğum olan hayallerim şimdi cehenneme dönüşmüştü. Değişim çok hızlı, yenilgi ise eksiksiz gerçekleşmişti.” (54-55)

Mary Shelley, günlüklerinde soğukkanlı bir tonla, Frankenstein’ın yaratılışı üzerine tartışmalara ve romanın gidişatına ama ezici ağırlıkla sıra dışı okuma programına yer verir. Hamilelikleri pek az yer tutar. O dönem okuduğu kitaplar arasında pek çok edebi eserin yanı sıra Sir Humphry Davy’nin kimya, Erasmus Darwin’in biyoloji üzerine kitapları vardır. İsviçre’de Percy Shelley, Lord Byron ve Polidori ile birlikte, hayatın sırrını çözmeyi vadeden, hipnotizma, elektrik, galvanizm (kimyasal etkilerin ürettiği elektrik) gibi o dönem için çok yeni olan bilim dalları üzerine sohbet ederler ve bir gece korku hikâyeleri yazmayı planlarlar. Diğerleri sözünü tutmaz ama Polidori bir vampir hikâyesi, Mary ise Frankenstein’ı yazmaya koyulur.

Romantik ve Gotik gelenek önemli ölçüde sınırların ötesine geçen kahramanların edebiyatıdır: toplum kurallarına karşı koymak veya Tanrının kurallarını ihlal etmek için normal insan sınırlamalarının dışına çıkan süper insanlar. Mesela şeytanla anlaşma yapan Faust, M. Lewis’in ve Hoffman’ın sapkın keşişleri, Hz. İsa’ya hakaret ettiği için ilelebet avare dolaşmaya mahkûm edilen Yurtsuz Yahudi (Wandering Jew), 150 yıl daha fazla yaşamak için ruhunu şeytana satan C. Maturin’in Melmoth the Wanderer’ı, tanrılardan ateşi çaldığı için zincire vurulmuş Prometheus gibi. Tüm bu kahramanların ortak özelliği, duygu, deneyim, bilgi, en çok da sonsuz hayat isteğine dair gözü doymaz istekleriyle sınırlarını aştıkları için cezalandırılmış olmalarıdır.

Mary Shelley’in kahramanı ise farklıdır. Dr. Frankenstein’ın bilimin yasaklanmış sınırlarının ötesine geçme isteği kendi hayatını uzatmak için değil, yeni bir insan yaratmak içindir. Ölümlülüğe sonsuza kadar yaşayarak değil, yeni bir insan yaratarak kafa tutar. Bu, eski mitlerden o vakte kadar görülmemiş bir değişimi, sapmayı işaret eder.

Temmuz 1814’de Mary, Percy Shelley ile kaçtığında hamiledir. Şubat 1815’de doğum yapar ve bir kız çocuk dünyaya getirir; gayrîmeşrû, prematüre ve hasta bir kız çocuğu. Günlüklerinde[iii] bir hemşire veya doktor refakatinden yahut evde kendisine yardım edecek birileri olduğuna dair ipucu yoktur. Kızını emzirdiğini ve Mme de Staël’in Corinne adlı kitabını okuduğunu not eder ama. Bebek, Mart ayında ölür, günlüğüne “Bebeğimi ölü buldum. Bedbaht bir gün” diye yazar. Nisan 1815’de, ilk bebeğinin doğumundan sadece sekiz hafta sonra yeniden hamiledir. Ocak 1816’da bir erkek çocuğu dünyaya getirir,  daha çok emzirme, daha çok okuma…

Haziran 1816’da Frankenstein’ı yazmaya başlar. Ancak yıl içerisinde uğursuz gelişmeler birbirini takip eder: Mary’nin kız kardeşi Fanny, babasının Godwin değil annesinin Amerikalı ilk eşi olduğunu keşfeder ve intihar eder. Bu trajedi aynı zamanda hepsi için bir utançtır. Godwin, cesedi dahi reddeder ve Fanny mezar taşı bile olmaksızın yoksullar mezarlığına defnedilir. Kasım’da Mary yine hamiledir. 5 Kasım tarihinde Shelley’ye yazdığı mektupla hem hamileliğini hem de romanın dört bölümünü bitirdiğini bildirir. Kasım ortasında bu kez Shelley’nin meşru karısı Harriett intihar eder. Mayıs1817’de Mary Frankenstein’ı bitirir ve 1818 yılında yayımlanır.

Frankenstein’ın iğrenç, mundar bir yaratık meydana getirme çalışmalarında olduğu gibi, ölüm ve doğum, Mary Shelley’nin hayatında korkunç bir şekil alarak iç içe geçmiştir. Mary’nin henüz 17 yaşındayken henüz bir isim bile veremeden bebeğini kaybetmesi üzerine 19 Mart 1815’te günlüğüne yazdığı şu satırları kim isimsiz bir canavarın doğum mitini hatırlamadan ve tüyleri ürpermeden okuyabilir?

“Rüyamda küçük bebeğimin canlandığını gördüm. O sadece çok üşümüştü ve biz ateşin önünde, ellerimizle onu ısıtıyorduk ve yaşıyordu. Rüyadan uyandım, bebek yoktu. Bütün gün bu küçük şey üzerine düşündüm. İyi bir ruh hali değildi. Cansız varlıklara hayat verebilseydim eğer, ölümün bütün gücüyle bedeni çürüttüğü yerde, ben zamanı hayatı yenilemek için kullanırdım.”

Yaşadığı dönemde, o yaşlarda sıradan orta sınıf bir kadın için çocuk sahibi olmak ve büyütmek hoş bir deneyim iken, Mary, hiçbir ailevi, sosyal veya mali yardım olmadan, ergenlik çağında anne olmuştur. Evli olmayan, genç bir kadının evliliğini yıkmaktan sorumlu bir ergen. Kaçtığı için kendisine öfkelenen ve onunla tüm bağlarını koparan, hayran olduğu baba. Ve saygı duyduğu, tekrar tekrar kitaplarını okuduğu, doğum esnasında üstelik kendisini doğururken ölen annesi Mary Wollstonecraft.

Romanın finalinde Frankenstein’ın cesedi başında konuşan yaratık Mary’nin sesidir adeta: “tüm insanoğlu bana günahkâr davranırken suçlu olan tek kişi ben miyim? (…) Ben, zavallı, terkedilmiş, hakaret edilen, tekmelenen (…) Sevgi dolu, yardıma muhtaç insanları öldürdüm (…) Yaratıcımı, sevgi ve takdire değer, seçilmiş örnek insanı, kedere mahkûm ettim. Hatta onu geri dönüşü olmayan bu sona getirene dek peşini bırakmadım.” (253)

Yayımlanmasından bu yana, Frankenstein hakkında edebiyat eleştirmenleri sayısız farklı yorum, okuma yapmış, pek çok edebiyatçı, film yapımcısı, oyun yazarı romandan etkilenmiştir. Romanın fikri ve isimsiz olmasına rağmen ana karakterin ismiyle anılan yaratığı, neredeyse bilimsel bilginin tehlikelerini anlatmak için kullanılan bir deyim olmuştur. Aynı zamanda akıl ve duygu arasındaki bölünmeyi anlatan varoluşçu bir roman, idealizm ve dehanın aşırılıkları üzerine felsefi bir roman, bölünmüş kişiliğin canlandırılması, geleneklere bir saldırı, ırkçı önyargıların eleştirildiği bir roman olarak da görülmüştür. Oldukça farklı bir okuma da eleştirmen Franco Moretti’ye aittir[iv]. Moretti, romanı sınıflar açısından okur ve “kadavra olarak kullanılan cesetler, feodal ilişkilerin çözülmesiyle suça, yoksulluğa ve ölüme sürüklenenlerin, yani ‘yoksulların’ vücutlarının parçalarıdır” der (108). Moretti’ye göre bu parçaları bir araya getirerek ‘canlandıran’ burjuvazi, canavar hayat bulunca yarattığı şeyin korkunçluğunun ve kendisine yönelebilecek dehşetli gücünün farkına varır ve onu bir an önce yok etmek ister.

200 yıl önce yazılan bir romanın hâlâ böylesine canlı tartışmaların odağında ve sayısız yoruma açık olması ancak yazarın olağanüstü zekâsı ve yeteneği ile açıklanabilir diye düşünüyorum. Üstelik akıllı robotlar, klonlanan canlılar ve yapay zekâ tartışmalarını düşünürsek daha uzunca bir süre Frankenstein hakkında konuşmaya, yazmaya devam edilecek gibi görünüyor.

[i] Shelley, Mary. Frankenstein ya da Modern Prometheus. Çev. Neslihan Güler. İstanbul, Antik Batı Klasikleri, 2009.

[ii] Moers, Ellen. Literary Women. New York. Doubleday& Company Inc., 1976.

 [iii] http://www.gutenberg.org/files/37955/37955-8.txt

[iv] Moretti, Franco. Mucizevi Göstergeler: Edebi Biçimlerin Sosyolojisi Üzerine. Çev.Zeynep Altok, İstanbul, Metis Yayınları, 2004.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.