Görünüşe göre erkeklerin hayatının mahvolma çıtası pek alçak. Keşke hepimiz, hayatımız bu şekilde “mahvolacak” kadar şanslı olsak.
Roxane Gay
“Law & Order: Special Victims Unit” dizisini çok sıkı takip ediyorum. Benim gibi sıkı takipçi olan çok kadın var. Dizinin 19 sezonunun hemen her bölümünü en az bir kez, bir sürü bölümü de birkaç kez izledim. Bazen cinsel şiddete ve dünyanın korkunç hallerine dair hikayeler işleyen bir diziyi tüketmeye bu kadar meyilli olmak canımı sıkıyor ama bunları izlemenin çok tatmin edici bir yanı var. Dizide kurbanlar aradıkları adalete her zaman ulaşamıyor ama genelde dedektifler kurbanlara inanıyor. Kadınların hikayelerini duyuyor ve saygıyla karşılıyorlar. Dizide adalet karşımıza, ulaşılması kolay olmasa da en azından bir olasılık olarak çıkıyor.
Gerçek hayatta durum böyle değil. Cinsel tacizin ve tecavüzün ne kadar yaygın olduğu bilindiği halde kimse kadınlara inanmıyor. Kadınların deneyimleri yok sayılıyor. Bu suçları işleyen erkeklereyse her türlü müsamaha gösteriliyor.
Geçtiğimiz haftalarda ifşa edilip itibarını yitiren erkeklerin hikayelerini duyduk. Harper’s dergisinde yayınlanan John Hockenberry’nin “Exile”ında yazar, birden fazla kadın tarafından cinsel saldırıyla suçlandıktan sonra kaybettiği yaşam tarzının yasını tutuyor. Makale boyunca saldırgan biçimde kendine acıyor, nasıl yanlış anlaşıldığına dair şikayetlerini kusuyor. Sonra da—sanki işyerinde cinsel taciz, hayır demeye cesaret eden modern kadınlar tarafından gözden düşürülen büyük bir romantik açılımmışçasına—romantizmin öldüğünü beyan ediyor.
Cinsel taciz ve tecavüzle suçlanan eski CBC radyosu sunucusu Jian Ghomeshi’nin makalesi de aynı kendini bilmezlikle malul. The New York Review of Books’ta yayınlanan “Reflections on a Hashtag”de Ghomeshi, neredeyse etkileyici denebilecek bir tonda envai çeşit cinsel suç ve kabahatle suçlandıktan sonra başına gelenleri anlatıyor. Kendini, anlatısının yanlış anlaşılmış kahramanı olarak sunuyor—delirmiş dünyadaki akıllı adam olarak.
Bu makaleler, benim şimdiye kadar saygı duymuş bulunduğum mecralarda yayınlananlar. Hayatlarının nasıl rayından çıktığını anlatan ama kendi davranışlarının başkalarının hayatlarını nasıl rayından çıkardığını anlamaktan tamamen aciz erkeklerin bunlardan çok daha densiz başka hikayeleri, başka yerlerde yayınlandı. Bu hikayelerde kesinlikle bulunmayan şey, sorumluluk duygusu ya da vermiş oldukları zararı kavrama becerisi. Her şeye hakkı olduğunu zannetme hissiyle, gerçek yüzlerinin ortaya çıkmış olmasına duydukları hiddetle ve horgörüyle dolup taşıyorlar. Bu tip anlatıları basanlarsa cinsel saldırı suçu faillerine entelektüel açıdan incelenmesi gereken numuneler muamelesi yapıyor. Olanca empatilerini kadınların değil bu faillerin ve kendilerinin üstüne boca ediyorlar—çünkü bizim kültürümüzde, kadınların acı çekmesi gerektiğine dair bir önkabul var. Kadınların çektiği acıyı bir kaçınılmazlık ve asalet yaldızıyla boyuyoruz. Kadınlar yaşadıklarını ifşa ediyor, acı dolu hikayelerini paylaşıyor. Dünyaysa son kertede, tüm bunlara kayıtsız kalıyor.
Tam bir yıl önce, Harvey Weinstein aleyhindeki suçlamalar ilk kez basına yansıdığında, erkeklerin bu zor zamanlarda ne yapmasını umduğumu yazmıştım: “Erkekler, hep kadınların üstlenmek zorunda kaldığı tanıklık sunma sorumluluğunun birazını alabilir. Öne çıkıp ‘ben de’ diyebilir, kadınları nasıl yaralamış olduklarına ilişkin hikayelerini paylaşabilirler.” Çok naifmişim herhalde. Ya da ortada hala edep diye bir şeyin olduğuna inanıyormuşum. Ama kesinlikle tahayyül edememiş olduğum şey, erkeklerin dönüp kendilerini sorgulamak yerine, kendi davranışları yüzünden kendi uğradıkları zararı sorgulamaya girişmeleriydi.
“Law & Order: Special Victims Unit” izleyip duruyorum dedim ama geçtiğimiz sene boyunca gerçek hayatta, dizideki olayların daha da kötücül versiyonlarını izledik—üstelik çekici insanlardan oluşan bir oyuncu kadrosunu izlemenin verdiği hazzı ya da ara sıra tecelli eden adaletin yarattığı tatmin duygusunu da hissetmeden. Her gün başka bir adamın yapmış olduğu başka bir korkunç şey ortaya çıktı. Bu #MeToo anında, kadınlar erkeklerin elinden neler çektiklerini ifşa edip durdu. Bunu da söylediklerimizin sorgulanacağını, geçersizleştirileceğini ve aşağılanacağını bile bile yaptık. Tarihin kendini tekrar etmesini tekrar tekrar izledik.
1991 yılında Anita Hill, Senato Adli Komitesi’nin önünde Yargıç Clarence Thomas’ın kendisini maruz bıraktığı cinsel taciz hakkında ifade verdi. Gerçekleri söylediğini belgeleyen poligraf testinden dahi geçti. Buna rağmen hikayesi sorgulandı, geçersizleştirildi ve aşağılandı. Clarence Thomas ise Yüksek Mahkeme hakimliğine getirildi ve hala da o koltukta oturuyor.
2018 yılında yine tam aynı noktadayız. Bir başka kadın, Christine Blasey Ford, çoğu erkeklerden oluşan bir panelin önünde Yüksek Mahkeme adayı Brett Kavanaugh’nun kendisine uyguladığı cinsel saldırı hakkında ifade verdi. O da poligraf testinden geçti; test sonucu hikayesini destekledi. Hikayesini, tüm ulusun önünde anlattı. Halka yönelik bir sorumluluk, bir kamu yararı hissiyle öne çıkıp bu açıklamaları yaptı, bunun karşılığında kendi hayatı tamamen alt üst oldu. Ama hala anlattıklarından kuşku duyanlar var. Sözüne güvenilmeyeceğini düşünenler var. Hikayesine inansa da bu yaşananların, Yargıç Kavanaugh’un hayatta karşısına bir kez çıkacak bu kariyer hamlesine mal olmaması gerektiğini düşünenler var.
Yargıç Kavanaugh’un acılarını bir makaleye dökmesine gerek kalmadı. Çıkıp uluslararası bir dinleyici kitlesi önünde, gerçek zamanlı olarak konuşma şansı buldu. Konuşurken ağzından hiddet ve kibir, ego ve haklılık hissi saçıldı. Ağladı. Kükredi. Gerçekten başarılı bir performans sundu—değme “Law & Order” bölümüne taş çıkartacak kadar dramatikti. Sorgu sırasında kendisine soru yönelten hemen her Demokrat senatörün sözünü kesti. Harvey Weinstein hakkındaki ifşaatların yayınlanmasından tam bir sene sonra, federal bir yargıç, Yüksek Mahkeme’ye atanmayı sonuna kadar hak ediyorum diye tutturarak, şımarık bir oğlan çocuğu gibi davranmış oldu.
Komiteye hitap ederken, Yargıç Kavanaugh kendisine yöneltilen suçlamaların hayatını mahvettiğini söyledi—hala Yüksek Mahkeme’de ömür boyu sürecek bir pozisyona atanma şansı olduğu halde.[1] Yukarıda bahsettiğim makalelerde Hockenberry ve Ghomeshi de hayatlarının nasıl mahvolduğundan yakınıyordu. Görünüşe göre erkeklerin hayatının mahvolma çıtası pek alçak. Keşke hepimiz, hayatımız bu şekilde “mahvolacak” kadar şanslı olsak.
Tarih kendini tekerrür ediyor; ve bizler, kadınlara inanmaya, ve daha önemlisi kadınlara zarar verilmesini kabul edilemez hatta tahayyül edilemez addedeceğimiz bir kültür inşa etmeye başlayana kadar da tekerrüre devam edecek.
Çeviri: Ayşe Toksöz
Bu yazının orijinali 5 Ekim 2018’de The New York Times’da yayınlandı.
[1] Kavanaugh, bu yazının orijinali The New York Times’da yayınlandıktan bir gün sonra Yüksek Mahkeme yargıçlığına atandı.