Çok Özel Dostlar Kulübü, Gülhan Davarcı’nın öykülerinden oluşan, edebiyat alanına feminist bir kadın yazar olarak giriş yaptığı bir “ilk kitap”. Çatlak Zemin olarak bu başarılı eseri okuyucularına tanıtmak istedik.

Çok Özel Dostlar Kulübü’ndeki öyküleriniz akıcı bir dille yazılmış, derinlikli ve “demlenmiş” öyküler… Bu ilk kitabı çok başarılı bulduğumu söyleyeceğim. Bir solukta okudum. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Ne zaman kendimden bahsetmem istense kalbim biraz sıkışır. Kendini anlatmak/yazmak üzerine bir tez çalışması yapmış insan olarak; kendini anlatmanın başlı başına üzerine kafa yorulması gereken söylemsel bir alan olduğunu düşünürüm. Beni tanımlayan şeyler nelerdir? Doğduğum yerin ve yılın, bitirdiğim okulların, medeni halimin, mesleğimin, bildiğim dillerin kim için ne önemi olabilir? Bütün bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar, varoluşumu tanımlar mı? Kendime dair söyleyeceklerimin, metinlerimden bağımsız olarak, analiz edilebilir olduğunu biliyorum. Başkaları söz konusu olduğunda özel ilgi alanıma giren bu konudan, görüldüğü üzere, kendimi olduğunca sakınıyorum!

Yine de bu soruya bir cevap vermem gerekirse, bir yazar olarak beni en doğru tanımlayan şey; yirmi yıldır ciddi bir okur olduğum. Sosyal bilimlerin çoğu alanına ilgim var. Hayata dair kafa yoran, içinde yaşadığı toplumu ve -mümkün olduğunca- dünyayı gözlemleyen, eleştirel düşünmeye çalışan biriyim.

Yazma kararı nasıl belirdi?

Okul yıllarından başlayarak iyi yazdığımı düşünen öğretmenlerimin ve sonraki yıllarda, yazmam gerektiğini sürekli dile getiren arkadaşlarımın bende yarattığı içsel bir baskı vardı. “Acaba yazmalı mıyım?” sorusu ile çok uzun zaman boğuştum ve “Neden yazmamalıyım?” konusunda uzun söylevler çektim etrafımdakilere. Yıllarca kafalarını şişirdiğim için özür diliyorum onlardan. Bir parçası olduğum Sosyalist Feminist Kolektif’in Feminist Politika dergisine, görev duygusu ile yazmaya başladım ve dergideki yazılarımı okuyan arkadaşlarımın yüreklendirici konuşmalarının ardından, gelecekte yazmaya başlarım belki diye bir fikir oluştu bende. Fakat yazmayı hep ertelediğim, galiba biraz da yazmaktan kaçtığım uzun bir dönem var hayatımda. Yine bir arkadaşımın yönlendirmesiyle Aydın Şimşek’in yazarlık atölyesine katıldım. Yazıyla kurduğum o güvensiz ilişkide kalmamı sağlayan şey, Aydın Hoca’dan aldığım motivasyondu.

Öykülerinizden bazılarında geçmişteki kadın yazarlar ile sohbetlere girişmişsiniz. Bu kadın yazarlardan cesaret de aldınız sanırım. Bu yazarlar arasında ortaklıklar var mıydı?

Çok Özel Dostlar Kulübü, kitabın ilk öyküsü; aynı zamanda kitaba da ismini verdi. Öykü, Jane Austen ve Emily Dickinson ile yaptığım sohbetin etrafında dönüyor. Yazdığım öyküler bir dosya haline geldiğinde, yayımlatıp yayımlatmama konusunda ikileme düştüm. Bu süreçte zihnimde hep Dickinson ve Austen ile konuşuyordum. Kararsız kalmama sebep olan şey tam olarak nedir diye düşünürken, zihnimdeki konuşmayı yazıya dökmeye karar verdim. Yazı bittiğinde kararımı da vermiştim. Diğer yandan, aynı öyküde yer alan Charlotte Bronte’nin mektubu, yedi yıl öncesine ait. Mektubu yazan Bronte, benim gözümde arkadaşlarımı temsil ediyordu ama mektubu Bronte kardeşlerden birinin ağzından yazmam, tam da mektupta bahsettiğim gibi, Bronte kardeşlere olan sevgimden kaynaklandı. İçimden yükselen cesur sesi, adı geçen yazarlar aracılığıyla dile getirmiş oldum. Bütün olarak en büyük ortaklıkları, onlara olan sevgim ve bizi birbirimize bağladığına inandığım kadın yazın geleneğimizdi.

İçsel nedenler dışında kadın olarak yazmanın zorluklarını / engellerini yaşadınız mı?

Daha yolun çok başındayım, gelecekte neler yaşayacağımı bilemiyorum. Ama Michel Foucault’un yazdıklarından sonra, kendimizi iktidar ilişkilerinin dışında görmemiz mümkün değil diye düşünüyorum. Ben de payıma düşeni, hayatın olağan akışında az ya da çok değişen oranlarda deneyimliyorum.

Bir öyküde Anna Karanina, bir diğer öyküde Edna Pontellier’e başka “son”lar yazmışsınız. Sizi bunu yapmaya iten ne oldu?

Okuduğum romanların kahramanları benimle yaşar, onlarla konuşurum. Tabii sevdiklerimi kastediyorum, hoşlanmadığım karakterleri kitap biter bitmez unutmak isterim. Anna Karanina, Edna Pontellier, Emma Bovary ve Bihter Ziyagil; intihar etmiş olmaları ve dönemsel olarak yakınlıkları bakımından, ilgimi çeken roman karakterleriydi. Effie Briest de bazen konuk oldu aralarına. Zihnimde defalarca birbirleriyle buluşturdum, konuşturdum; birbirlerine mektuplar yazdılar. Aslında çok daha uzun ve karmaşık bir hikâyenin parçasıydılar ama yazıya geçen kısmı içlerinden ikisinin yazarlarıyla hesaplaşması oldu. Edna’yı ayrı tutuyorum aslında diğerlerinden. Kate Chopin’in bir kadın yazar olarak Amerikan feminist edebiyatında kapladığı yer onu özel kılıyor. Edna için Chopin’in yazdığı sonu değiştirmek istemezdim ama Edna, Anna’dan etkilendi! İki kişinin başına ‘aynı’ şeyin gelmiş olması, o iki kişinin aynı şeyi yaşadığı anlamına gelmez. Her olay, öncesi ve sonrası göz önünde bulundurularak, daha geniş bir bağlam içinde, kendi öznelliği çerçevesinde değerlendirilmeli. Kate’in Edna’ya olan tepkisi de bundan. Tolstoy ile aynı kulvarda değerlendirilmek, haklı olarak, incitti onu. Bütün bu söylediklerimin de yarattığım kurmacanın bir parçası olduğunu hatırlamam gerekirse, Edna’nın öyküsü her hikâyeyi aynı potada eritemeyeceğim konusunda bir özeleştiriydi kendime.

Günümüz roman kahramanlarından “yeni bir son” yazmak istedikleriniz var mı?

Şimdilik yok. Biraz önce bahsettiğim karakterlerin sonunu tekrar yazma fikri, farklı ülkelerden kadın karakterlerin benzer hayatlar ve sonlar yaşamış olmasıydı. Çok daha büyük bir hikâyenin parçasıydı onlar; değişen dünya ile birlikte, kadınların değişen hayatları ve bunun erkek ve kadın yazarların dünyasında nereye denk düştüğü üzerine okumalar yapmıştım. Tek başına okumuş olsaydım her birini, bir diğerinden habersiz olarak, bu kadar etkilenmezdim belki.

Bu topraklarda belki de daha çok kadınlar “yazmak istedikleriyle yazmak zorunda kaldıkları arasında arafta” mıdırlar sizce?

Feminizmle yıllardır içli dışlı olan biri olarak, kadın özne için yaratım sürecinde böyle bir arafın olası olduğunu düşünüyorum. Patriyarkal düzen dünyayla kurduğumuz bütün ilişki biçimlerini etkilerken, bir üretim olan sanat/edebiyat bunun dışında kalamaz. Kimisi az hissediyordur, kimisi çok, kimisi hiç farkında değildir ama bizim bilme halimizden bağımsız işleyen bir sistem var nihayetinde. Fransız edebiyat eleştirmeni Pierre Micherey bu anlamda bende büyük bir farkındalık yaratmıştır. Söylediklerimiz kadar söylemediklerimiz de ideoloji tarafından belirleniyorsa, kadın yazarların ne yazdıkları kadar ne yazmadıklarına da bakarak, o boşluklardan, böyle bir arafın varlığına tanıklık edebiliriz.

Siz gerçekten yazmak istediklerinizi yazıyor musunuz?

Biraz önce soru kadınlara dair geldiğinde ben de daha geniş perspektiften cevap vermeye çalıştım. Özel olarak bana yöneltildiğinde yazma ediminin farklı bir boyutunu önceleyerek soruyu cevaplayım. Gerçekten yazmak istediğini yazmak şu an ütopik geliyor bana. “İlk kitapta yazar biriktirdiklerini yazar” diye bir cümle vardır. Genelleştirmeleri tehlikeli bulmakla birlikte, yazma ediminin sosyo-psikolojik yanına gönderme yapan bu savın benim için geçerli olduğunu düşünüyorum. Yazmak istediklerimi henüz yazmadım! Bu noktada, şimdilik yazabildiklerimi yazmak, belki de benim için daha iyidir diye düşünüyorum.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.