Nihal’e bakım emeğinin onun üzerine yıkılamayacağını anlatmaya çalışıyorum. Annem lafa giriyor, kendi kollarına öpücükler kondurarak, “biraz kendini sevmelisin Nihal,” diyor.

Pierre Bonnard

Bugün yine işim başımdan aşkın, bira içmek gibi bir niyetim yoktu. Nihal, yaklaşık bir yıldır komşum. Annemle bahçede, ayaküstü laflıyorlardı, ona bir tabure çekip bir bira ikram ettim. Buna izni vardı, çünkü annesi, şu aralar Almanya’da. Nihal onun yokluğunda rahatça arkadaşlarıyla laflayıp bira içebiliyor. Bunun rahatlığıyla oturdu. Eşlik etmemek nezaketsizlik olur diye, biraz da Nihal’in gönlünü almak için -ona abla diye hitap etmediğimde bozuluyor, eşit bir ilişki için buna ihtiyaç duyduğumu söylediğimde buna hak verse de, bir süre sonra ona seslendiğimde adına bir ‘abla’ ekleyerek beni düzeltiyor- bir bira da kendime açtım. Tüm işlerime rağmen, güzel havada, Ege’nin bir kasabasında bir bira. Kendimi hanidir layık görmüyordum.

Nihal’le önce havadan sudan, burada site halkı tarafından nüfusunu artırmakla suçlandığım kedilerden lafladık. Sonra annesinin Almanya’dan ne zaman döneceğini sordum, hesaplayınca üzüldü. Bir ay kalmış. Nihal 50’lilerine yaklaşan bir kadın olarak, hayatını istediği gibi yaşamayı aklından bile geçirmemiş bir kadın olarak, annesinin gelmesine kalan vaktin yaklaştığına üzülüyor. Annesinden, annesinin hastalandıkça huysuzlaştığından; abisinin kendisini hep hor gördüğünden ama annesiyle Almanya’da birkaç hafta vakit geçirince Nihal’i anladığından ve artık Nihal’e kızmayacağını söylediğinden söz etti. Hakkının teslim edildiğini düşünüp, mutlu oluyordu. Neden abisinin değil de, kendisinin annesinin bakımıyla ilgilenmek zorunda olduğunu sordum. Onun çocukları olduğunu, annesiyle ilgilenecek vaktinin olmadığını, bu işin pek zor olduğunu anlattı. Neden bunu abisine değil de, kendisine hak gördüğünü sorgulatmak istedim. Başkasının, annesine kendisi kadar iyi bakamayacağını söyledi.

Bir süredir, bir arkadaşımla, Zeynep’le, kendi çaresizliklerimizden konuşuyoruz. Benden Gabor Mate’yi okuyacağıma dair söz istedi. Her konuşmamızda, Gabor Mate’ye referans vererek artık güçlü olduğumu, mücadele edecek donanımım olmadığı zamanlarda yaşadığım çıkmazlardaki kişi olmadığımı hatırlatıyor. Artık çocuk olmadığımı, travmalarımla başa çıkabileceğimi uzun uzadıya açıklıyor. Geçenlerde, sana bir yeşil fidansın desem ne hissedersin diye sordu, kollarımı açardım dedim. Hayır, dedi, metafor olarak sormuyorum, gerçekten ne hissederdin. Cevaplayamayınca, peki ya kahverengi bir kütüksün desem, ne dersin dedi. Üzülürdüm dedim (kütüğün işe yaramaz olduğu aymazlığına düşerek). Anlamayacağıma kani olunca; bir ‘bahçe çiti’sin dedim, ne hissedersin dedi. Yokladım kendimi, bir şey hissedemedim dedim. Hah, dedi, tabii bir şey hissetmemelisin. Çünkü bir çit, bir kütük ya da bir tohum değilsin. Bu sendeki ‘delik’lerden içeri giremez, ama sana değersiz olduğunu ima etsem?

Zeynep’le kadınların kendilerine değer verme ya da bir şeyi kendilerine değer bulma konusundaki çaresizlikleri üzerine kafa yoruyoruz. Zeynep, finansal farkındalık konusunda çalışıyor ve kadınların para talep etme konusunda, erkeklere göre müthiş bir farklılık gösterdiğini düşünüyor. Para kazanma konusunda değil ancak emeğine bir karşılık belirlemede ve bu karşılığı talep etmede bir iç engelle karşılaştığımızı savunuyor. Uzun süredir bu alanda çalışmasına rağmen, kendi bariyerlerini aşmada zorlandığını, dahası bu görünmez engelleri genellikle sonradan fark ettiğini anlatıyor. Talep etme konusunda çekingen olmanın içimize işletildiğini, çoğumuzun bu şekilde yetiştirildiğini düşünüyor. Oturum alma konusunda yaşadığı sorunlardan bahsederken, aylarca uykusuz kaldığını, iş yapamaz hâle geldiğini anlatmıştı. Sıklıkla ‘single mom’ olmasa ya da buraya çocuğuyla gelmiş bir erkek olsa hayatı nasıl olurdu diye sorguluyor. Göçmen bir kadın ve yalnız bir anne olarak çocuk bakımını paylaşmayı ya da çocuğunun bakımıyla tek başına ilgilenmek zorunda olmadığını aklından bile geçirmiyor. Bunu çocuğuna en iyi bakımı kendisinin verebileceğini ve ondan ayrı yaşamayı kabul edemeyeceğini söyleyerek açıklıyor. Bunun ne kadarı kendi kararımız ne kadarı öğrenilmişlik kestiremiyorum. Oturum alma sürecinde, vize danışmanının erkeklerle kadınların bu süreçte çok farklı davrandıklarını anlattığından bahsetti. Erkeklerin, oturum için gerekli görülen ya da tavsiye edilen koşulları yerine getirmede daha kayıtsız davranmasına rağmen, olumsuz cevaba katlanamadıklarını; kadınların ise genellikle bu süreçte çok daha titiz davranıp olumsuz cevabı daha hızlı kabullendiklerini anlattı. Kendimizi, toplumdaki erilliği baz alarak daha yaşanabilir bulduğumuz bir ülkede yaşamaya, erkekler kadar değer bulamıyoruz.

Kendime gelince, hayatımın önemli bir kısmını, aşırı çalışarak geçirdiğim halde, parasal anlamda bunun karşılığını hiç alamadım. Ve bir dönem bu aşırı çalışma hali öyle bir durum aldı ki; ekran gördüğümde midemin bulanmaya başlaması, sürekli yorgunluk ve yetersizlik hissetmem ve sonunda sevgilimin artık “sürekli çalışır” halde olmama daha fazla dayanamayacağını söylemesiyle biraz durabildim. Bu hâle neyin neden olduğunu bulmak için de biraz mesai harcadım. Ama durumum öyle ki, kendim üzerime düşünürken bile, çalışabileceğim zamandan çaldığım için suçlu hissediyorum. Yapmaya çok hevesli olmadığım halde hayır diyemediğim ya da yapmayı çok istediğim halde yeterli vaktimin olmadığı işleri almaya devam etmek, aldığım işin teslim süresini her şeyin mükemmel gideceği (arasız çalışmak, hiçbir sorunla karşılaşmamak ve hiç revizyon almamak gibi gerçek dışı hesaplar) fikriyle hesaplamak, işlerin gecikeceği endişesiyle yaşanan stres ve bu stresin uykularımı kaçıracak düzeye vararak verimimi azaltması dolayısıyla tüm işlerin gecikmesi, telafi etmek için daha az uyumak ve bunun beraberinde getirdiği hatalar ile akabinde daha çok mahcup olmak, mahcubiyetimi telafi edebilmek için ücretimi düşürmek ya da hiç ücret almamak veya işin başında konuşmadığımız işleri de ücretsiz olarak yapmak suretiyle günün sonunda elimde kalanın daha çok mahcubiyet, daha çok yorgunluk ve daha az ücret olmasıyla bir fena döngüye giriyorum. Bunu kısa süre önce değersizlik duygumla ilişkilendirebildim. Çözebildiğimi söyleyemem, ama benzer duyguları ya da döngüleri yaşayan kadın arkadaşlarımdan güç alarak çareler düşünüyorum. Aynı işi yaptığım birçok erkek arkadaşım olsa da, onların benzer bir şikayette bulunduklarına hiç tanıklık etmedim. Ama bir seferinde, bir erkek müşterinin, erkeklerin çok önemli bir iş yapıyormuş gibi çok yüksek fiyatlar istediklerini, kadınların ise yaptıkları işe gerçekçi baktıkları için çok daha makul ücret talep ettiklerini ve bu nedenle kadınlarla çalışmayı tercih ettiğini söylediğine tanıklık ettim. Eşit ücret talep edildiği durumlarda erkekleri tercih edeceğine eminim.

Nihal, abisi Almanya’ya götürülürken, Türkiye’de ananesinin yanında bırakılmış 40 günlükken. 40 günlük olduğunu bundan her bahsettiğinde vurguluyor. Bu yüzden, yoğun bir değersizlik hissi olduğunu düşünüyorum. Verdiği bedensel ve duygusal emeğin görünmez olması ve annesi tarafından takdir görmemesi Nihal’in yetersiz hissetmesine sebep oluyor diye tahmin ediyorum. Ona alternatif yolları olduğunu, bakım emeğinin onun üzerine yıkılamayacağını anlatmaya çalışıyorum. Annem lafa giriyor, kendi kollarına öpücükler kondurarak, “biraz kendini sevmelisin Nihal,” diyor.

Annem, hayatta kalan; bunu yakın zamanda öğrendim. Son birkaç haftada onunla daha fazla vakit geçirdikçe, aramızdaki dostluk derinleşti ve benimle yaralarını konuşur oldu. Geçenlerde, oradan buradan konuşurken, bir tanıdıktan söz etti. 19 yaşında, 50’lilerinde biriyle evlenmiş bir kadından. Bunu, çoğunlukla istismar olarak değerlendirdiğimi söyledim. Bana katıldı, 19 yaşında evlenmiş bir kadın olarak. 19 yaşındayken, 30 yaşında olan bir erkekle evlenmiş bir kadın olarak. Sen de çok genç evlendin, dedim. Neden sonra, evlendiği erkek hakkında daha önce kimseye anlatamadığını söylediği şeyleri de konuştuk. O gece sonunda anneme uzun uzun sarıldım.

Baba, ben henüz bir çocukken öldü. Ölmeden yaklaşık iki yıl önce, annem onu ‘boşamıştı’. Ölmeden bir yıl önce ise annem onunla yeniden evlendi. Yıllar sonra, evlenmesinin sebebinin, ‘baba’nın kanser tedavisi olmayı reddetmekle annemi tehdit etmesi olduğunu öğrendim. Ona uzun uzun sarıldığım gece, “İyileşseydi, yine boşardım” dedi. “Yine boşardım ve belki bu kez beni öldürürdü.”

Anneme, baba öldükten birkaç yıl sonra, lezbiyen olarak açıldım. Annem, onun ölümüyle, açıldığını düşündüğü iktidar boşluğunu kapatmaya uğraşıyordu. Yerini doldurmaya çalıştığı şeyin onun yaşamını tehdit etmiş olduğunu fark edemiyordu. Lezbiyen olduğumu ona bir mektupla ve nedense bundan suçluluk duyduğumu belirtir şekilde anlatmıştım. Mektubu okuyunca odadan çıktı ve uzun süre, ben üniversite için başka bir şehre gidinceye dek, konuşmadık. Açılmaya ne cesaret karar verdiğimi bilmiyorum. Kaos GL’nin 100. sayısını almıştım ve kapak fotoğrafında 100’den fazla kişinin fotoğrafı vardı. İlham vericiydi. Okul çıkışında minibüse bindiğim durağın hemen yakınındaki büfe KAOS GL satıyordu ve ben onu minibüste göstere göstere okuduğum için kendimle gurur duyuyordum. Fakat ablamın ağzı sıkı biri olmadığını sandığım için, dergileri, bilgisayar kasasının içine saklıyordum. Saklanmanın, daha doğrusu kendimi saklayarak aldığım sevginin gerçek olmadığına karar vermiştim ki annemin gerçek beni tanısa sevip sevmeyeceğine dair olan şüphemi aydınlatmak zorundalığım doğmuştu. Nihayetinde, bir süre sevmeye yahut sevgisini göstermeye pek de yanaşmadı.

Benim lezbiyen olarak açılmamdan yıllar sonra, ablam çocuk bakmak istemeyen bir anne olduğu açıkladı. Ardından kardeşim trans erkek olarak açıldı. Annem başlarda, başarısız, iyi çocuk yetiştirmeyi bilmeyen, çok hatalı bir anne olduğuna inandı. İçine kapandı ve bir süre depresyonda kaldı. Sonra, korktuğu şeyin çocuklarının kimlikleri ya da kendilerini tanımlama biçimleri değil, erkeklik olduğunu fark etmeye başladı. Çocuklarını ve akabinde kendini tanımak için kendine fırsat tanıdı. Benim açılma deneyimimle kardeşiminki arasındaki büyük farkı, belki de bu yarattı.

Kardeşim açıldığında, lezbiyen bir abla ve LGBTİ+ destekçisi bir anneye sahip olsa da, bu süreci yara alarak atlattı. Annem, başlarda bunun gerçek olmamasını dilediğini söyledi ama gerçekliğini kavrayınca onun yanında durdu. Bunun çok etkili olduğunu düşünüyorum. Kardeşimin de izniyle, çoğunlukla insanlara bu beden dönüşüm sürecini kendisi anlattı. Bu noktada, anlatım biçimi bence çok doğruydu ya da en azından kardeşimi mutlu edecek sonuçlar verdi. Açıklayıcı ama netti: “O artık benim oğlum.” İsmini verdiği torununun bir erkek olduğu, ananeme daha iyi anlatılamazdı. Verdiği cevap beni hâlâ gülümsetiyor: “Tek üzüntüm var, ismimin gidecek olması”.  Elbette, kadın olarak açılsaydı aynı tepkiyi almayacağını tahmin etmek zor değil. Zira yeğeninin aslında erkek olduğunu öğrenen dayım, sevinçten havalara uçtu ve erkek aklıyla, onu övgü sandığı cinsiyetçi sıfatlara boğdu. Kardeşceğizim, bir süreliğine erkekliğin ayrıcalıklarla dolu kulübünden etkilense de, bu cihete kapılmadı. Bilmiyorum, belki bu kulüpte gerçek bir üye muamelesi görmeyecek, ilk fırsatta buraya ait olmadığı hatırlatılacaktı.

Nihal’e babasının nasıl biri olduğunu sordum, hiç bahsetmemişti. Onu sevgi dolu, sevecen, eli açık, kendi gibi biri olarak tanımladı. Yıllar sonra dedi, ben 30’lu yaşlardayken, ananemin evinde birkaç gün kaldı ve benden özür diledi, seni bu kadar otoriter birine bıraktığımızı bilmiyorduk, dedi. Annem araya girdi: “Ananeni hiç tanımıyordu sanki, günah çıkarmaya çalışmış.”. Nihal, onayladı ve annesinin davranışlarının ananesinin davranışlarından kaynaklandığını, kendi çocuğuna karşı başka türlü davranmaya çalıştığını anlattı.

Annem, geçenlerde ablamla eski bir mesele üzerine konuşurken, kendisinin olaydaki payını hatırlatıp o zamanlar çok aptal olduğunu söyledi ve kendi diliyle özür diledi. Daha önceleri de, benzer konularda yine kendi diliyle ya da açıkça özür dilemişti. Bunun, şifalı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Nihal’se, katlandığı şeyin zor olduğunun söylenmesinden ve sorumluluğu alınmayan hatadan şaşkınlıkla bahsedilmesinden dahi mutluluk duyuyor ya da bunu yeterli görüyor. Söz ettiğim şifalı etkinin, onda tam tersi bir etkiye yol açacağından, değersizlik hissinin derinleşmesine sebep olacağından endişe ediyorum. Görünmezlikten sıyrılmak belki iyi bir başlangıçtır ama buna tutunacak diye korkuyorum.

Evlendiği erkek öldüğünde, annem 30’larında bir kadındı. 30’un arifesindeki bir kadın olarak, onun yaşadığı zorluklarla nasıl başa çıktığına şaşıyorum. Ve ona bir erkek tarafından kaybettirilen yıllarının telafisini sunmak için elimden geleni yapmak istiyorum. Baba hakkında, farklı kaynaklardan farklı ifadeler var. Nispeten az nüfuslu bir geniş aileye mensup olduğum için, kaynak sayısı da epey az. Annem, sözgelimi amcamın verdiği bir bilgiye dayanarak sorduğum soru karşısında şaşalıyor. Onu hiç mi tanımıyordu yoksa onu çoktan unuttu mu tereddütte kalıyor. Manik depresif miydi yoksa aklını çoktan yitirmiş miydi, emin olamıyor, belki de sadece alkol bağımlısıydı diye düşünüyor. Bu yüzden onu bağışlamakla ona öfke duymak arasında tökezliyor. Ben şiddet failini affetmiyorum. Annem öfke hissetmediğini söylüyor.

Nihal konuşurken ise öfkesine hakim olamayan; onun için kendisini bir sevse neleri başarır diye düşünen annem, Nihal’i ikna etmeye çalışıyor: sana iyi bir uzman bulalım, konuşursun, kendine değer vermeyi bir öğrensen… Nihal konuşmak konusunda endişeli. Annem, kadınların hayatı nasıl en baştan kurdukları konusunda deneyimli, Nihal’i yüreklendiriyor.

Bir kadının kendini sevmeye başlamasının bir devrim olduğuna inanıyorum ve bunu başarabilen annemin bu deneyimini paylaşma arzusuyla güçleniyorum. Bu yazı süresince, çevremdeki kadınlara defalarca sarıldım. Görmediğim, ortaklaştığım ortaklaşamadığım tüm kadınlara da içimden sarılıyorum ve hikayelerimizle birbirimize daha çok güç vermeyi diliyorum.

2 YORUMLAR

  1. Şu aralar ben de bu konuları çok fazla düşünüyordum ve bu yazı bana şifa verdi… Benim de Alzheimer hastası dedemin bakımı annemin üstünde ve onun 2 senedir uykusuzluktan perişan oluşunu izlemek beni mahvediyor. Evimiz çok küçük olduğu halde, diğer kardeşlerin daha iyi bakabilecek durumu olduğu halde, benim annem de kendine değer vermediği için kendini bu yükün altına soktu ve şimdi kardeşler onlara senin kadar iyi bakamıyoruz deyip almıyorlar. Anneme o “sen daha iyi bakıyorsun” iltifatı yetiyor. Annem koronavirüs tehlikesi altındayken bile uykusuz bununla uğraşıyor ve benden de onun gibi olmamı, zamanımı dedemin ve evdekilerin bakımına feda etmemi bekliyor. Ama ben onun gibi olmak istemiyorum. Dedemi bakımevine yatıralım diyorum, orada iyi bakamazlar diyor. Bilmiyorum bakımevlerinin şöhreti daha farklı olsaydı durum değişir miydi ama bu haldeyken vicdanının elvermemesini anlayabiliyorum. Kendini sevmek uzun zaman alan bir süreç. Annem dedemden önce de çilekeşti ve bana hep vicdan azabı çektirdi. Artık annemin kendisini sevmesini ve mutlu olmasını istiyorum. Bunun için ne yapabilirim diye düşünüyordum ve bu konuyu onunla konuşmak zor geliyordu. Belki konuşmak bile bir şeyleri değiştirir onun içinde. Bilmiyorum…
    Çok teşekkür ederim bu deneyimleri ve duyguları bizimle paylaştığınız için, gerçekten çok değerli <3 Bu konuda dedemi bakımevine gönderelim dediğim için bile vicdan azabı çekiyordum. Biliyorum bu zorluğu ve çelişkiyi yaşayan bir sürü insan var, bir sürü insan vicdanıyla kendi sağlığı arasında çaresiz. Böyle olmak zorunda değil, ve bu durum ancak biz bunları konuştukça çözülebilir. Umarım…

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.