Bugün babamın karısının ölüm haberini aldım.

Adı Gülay’dı, henüz elli beş yaşındaydı. Ölmek için erken bir yaş… Gülay babama böbreğini vermişti. Babam yaşıyor fakat o çoklu organ yetmezliğinden öldü.

Gülay’ın hikâyesini çok az biliyorum çünkü hiç tanışmadık, onun sesini hiç duymadım. Hiç tanışmamış olsak da size Gülay’dan bahsetmek istiyorum.

Bundan tam on beş sene önce bir gece yarısı babam ve Gülay, Ege’nin küçük bir ilçesinden İç Anadolu’ya, babamın köyüne kaçtı. Babam, geride annemle beni beş kuruşsuz bırakarak memleketine dönüp kendine sıfırdan bir hayat kurdu.

Anneme, bana, bize yaşattıkları yüzünden o günden beri babamla görüşmüyorum. O zamanlar annem de ben de çok yoksulduk ve buna rağmen babamın köyüne dönüp kendisinden on yedi yaş genç yeni karısı ile Kızılırmak’ın kenarında bahçeli bir eve yerleşmesi beni çok öfkelendirdi. “Hızlı” feminist olduğum zamanlardı o günler. Eminönü’nden zincir, biber gazı ve sopa alıp otobüse atladım ve köye babamı dövmeye gittim. Gülay’ı ilk ve son kez o gün gördüm. Ona saldıracakmışım gibi kafasını öne eğip kaçmıştı. Üzülmüştüm hâline! Çok korkmuştu belli ki. Halbuki benim Gülay ile bir derdim yoktu. Ben de “Ona bir şey yapmıcam, korkmasına gerek yok!” diye bağırmıştım arkasından. O gün babamı dövmedim ama en ağır hakaretleri ettim. Sonra da otobüsle İstanbul’a geri döndüm sırt çantamda zincirim, biber gazım ve haydar affetmez sopamla. Gülay’ı da babamı da görmedim bir daha.

Babam, hırsız gibi gece yarısı gizlice evden kaçtığında, Gülay’ı kendisi ile gelmeye nasıl ikna ettiğini bilmiyoruz. Annem o gece ablam nöbette olduğu için yeğenime bakıyordu. Sabah babamı aramış, kahvaltıya çağıracakmış ama telefonu kimse açmamış. Sonra eve gitmiş ki ne görsün, babam evin yarısını boşaltıp tüymüş! (Hayat sürprizlerle dolu, otuz yıllık kocanız birden sizi ortada bırakıp yeni özgürlüklere yelken açabiliyor!)

Babamın yalan söylemekte üstüne yoktur; başka kadınlara, annemin yatalak, ölü ya da başka yerde yaşıyor olduğuna dair türlü türlü hikâyeler anlattığını duymuşluğumuz var. (Evet, Müge Anlı’nın programındaki olaylara benzer şeyler yaşanırdı bizim evde de. Babamın ortadan kaybolup üç kez imam nikahı ile evlenmişliği vardı.) Gülay bu tarz yalanlara gerçekten inandı mı, yoksa mecbur kaldığı için mi kabul etti hiç tanımadığı bir memlekete kaçıp babamla birlikte yaşamayı, bilmiyoruz. O zamanlar babam elli yedi, Gülay’sa kırk yaşındaydı. Zannımca Gülay’ın pek de çıkış yolu kalmamıştı hayatta; annesi babası o küçükken ölmüş ve alkolik, onu döven bir kocası varmış. Kocasından bir şekilde boşanmış ama herhangi bir maddi geliri ve kalacak yeri yokmuş. “Ölene kadar kardeşlerinin yanında sığıntı gibi yaşamak istememiş,” diye anlatmış onu tanıyanlar. Yeniden kendi evi ve kocası olsun istemiş olabilir ya da hayata, hayatın onun için de güzel olabileceğine inanmak istemiştir belki. Babam gibi birine denk gelerek, ne yazık ki, bu sefer de şansı yaver gitmemişti.

Gülay’ın ölümünü ilk duyduğunda, derin bir şefkatle annemin yüreğinin sızladığını hissettim. “Vay kuzum!” diye haykırdı acıyla, “Kim bilir ne yaşattı ona da dayanamadı kalbi,” dedi. Gözlerinden yaş geldi ve “Kendi çocuğum gibi üzüldüm,” dedi. Doktorlara da küfretti, “Madem kadın hastaymış, neden böbreğini vermesine izin verdiler ki!” diye.

Annem şanslıydı her şeye rağmen, bunu zaman zaman konuşuruz aramızda. Otuz sene boyunca babamın kahrını çektikten sonra boşandı ve dedem vefat etmiş olduğundan emekli maaşı ona bağlandı. Kızlarından biri ölmüş olsa da diğer üçü hâlâ hayatta ve onun en büyük destekçileri. (Annem dört kız çocuğu dünyaya getirdi ama biri 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde yıkıntıların altında kaldı. Ben o zamanlar on beş yaşındaydım, annem “Allah’ım kızım yanına geliyor, ona yardım et!” diye dua ediyordu arama kurtarma çalışmaları devam ederken) Kirada otursa da küçük bir şehirde yaşadığı için -pazardan alışveriş yaparak- bir şekilde geçinebiliyor. En azından yaşlılığında babamın aşağılamalarını çekmek zorunda kalmadı. (Babam hem kendine iyi bakılsın isterdi hem de sürekli karşısındakini hor görür, aşağılardı. “Sen de insan mısın ki!” dermiş anneme! “Benim gençliğimi aldı benden,” der hâlâ annem sinirlendiğinde.)

Babamın, anneme fiziksel şiddet uyguladığını hiç görmedim ama bizi bazen döverdi. Annem de biz de ondan bir şekilde kurtulduk fakat Gülay kurtulamadı. Üstelik, duyumlarımıza göre, Gülay’ı “kocaya kaçtığı” için kendi çocukları da reddetmişti. Kardeşleri, çocukları tarafından dışlanmış bir hâlde, yabancı bir köyde, babam gibi bir adamla geçen on beş sene…

Babam bir süredir çok hasta ve son yıllarda ona Gülay bakıyordu. Ölmeden bir hafta önceye kadar, bir buçuk ay hastanede babama bakmış. Babam hastaneden çıktıktan tam bir hafta sonra, Gülay kalp krizi geçirerek üç gün içinde hayata gözlerini yumdu. Belki bakım emeğinin yükü fazla gelmiştir kalbine, kim bilir… Ne çocukları ne de akrabaları hastaneye onu son kez görmeye gelmiş…

Babam, “Ben ne olucam şimdi!” diye ağlayıp duruyormuş. Yetmiş iki yaşında bir adam kendine nasıl baksın! Büyük ihtimalle akrabaları ona köyden evleneceği yoksul bir kadın bulur. Bizim oralarda normaldir bu, babamın amcasının beş kere evlenmişliği var. Erkekler için ayıp diye bir şey zaten yok böyle yerlerde. (Dedikodu dönüyorsa da kimse benim gibi elinde zincir ve sopa babasının kapısına dayanmıyordur.) Haklılar tabii, adamların kendilerine bakacak kadınlara ihtiyaçları var! Güzel yemek isterler, temiz çamaşırları ve yatakları her gece hazır olsun isterler.

Annem ara sıra kızardı Gülay’a, “Sen birlikte kaçtığın adamın karısını ve çocuklarını bir araştırmaz mısın, düşünmez misin onlara ne olacak diye!” derdi. Gülay belki araştırmıştır annemi ve bizleri ama başka çaresi olmadığı için yine de kabul etmiştir. O dönem kafasından neler geçtiğini bilmiyorum, ne yazık ki hiç bilemeyeceğiz…

Ben de annem de Gülay’la tanışmadık.

Uzun yıllar feminist harekette yer aldım ama özel bir sebebi olmasa da kendi hikâyemi anlatacağım bir yazı yazma isteği hiç duymadım. Fakat Gülay’ın hikâyesi ilk defa içimde durdurulamaz bir yazma isteği uyandırdı. Annemin cümlelerindeki o şefkati hissedince hayata ve kadınlara dair içim umutla doldu. Annem, Gülay’ın “hiç olmazsa yaşlanınca ortada kalmam” diye düşünerek babamla kaçmasını ve kendi de hasta olmasına rağmen böbreğini babama vermek zorunda kalmasını anladı… Diğer yandan, annem babamı çok iyi tanıyordu ve Gülay’ın o şiddet sarmalında daha fazla kalacak gücünün olmadığını da kalbinin en derininde bir yerde hissetti ve onun için gözyaşı döktü.

Gülay’ın dertleşeceği kızı, kardeşi, arkadaşı yoktu sanırım babamın köyünde. Belki sonradan anlamıştır babamla kaçmış olmasının yanlış bir karar olduğunu; öyleyse bile geri dönebileceği bir evi yoktu. Babam belki Gülay’ı da “Sen de insan mısın ki” diye aşağıladı o on beş yıl boyunca. Bilemiyoruz ve hiç de bilemeyeceğiz…

Ben Gülay’ın sesini hiç duymamış olsam da aynı adam benim, annemin, Gülay’ın hayatının bir döneminin şiddetle ve aşağılanmayla geçmesinden sorumludur.

Babam Gülay’ın ölümünden sorumludur.

Erkekler, hayatı onlar için yaşanılmaz kıldıkları kadınların ölümünden sorumludur.

Erkekler, böbreklerini aldıkları kadınların ölümünden de sorumludur.

Işıklar içinde uyu Gülay!

Hiç konuşmamış olsak da ben de annem de seni anlıyoruz. Annem bu gece senin için Yasin okuyacak ve biz kadınlar senin de hesabını erkeklerden sormaya devam edeceğiz…

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.