Düşünüyorum da, ben mi tıpkı her jenerasyonun gençleri gibi jenerasyonumun problemlerinin biricik ve karanlık olduğunu düşünüyorum; yoksa sahiden olağanüstü bir dönemden mi geçiyoruz?
Geçtiğimiz günlerde 18 yaşında bir genç hayatına son verdi, ardında sebeplerini gerekçelendirdiği bir veda notu bırakarak. Bu not, dönemin sosyo-politik koşullarına ışık tuttuğu kadar, gölgede kalmanın anlamı üzerine düşündürdü bir kez daha. Gölgedekilerin umutsuz umutlarını, Hasan Ali Toptaş Gölgesizler kitabında şöyle anlatmıştı: “Koşarsın koşarsın da varamazsın hani; içindeki umut, varamadığın kadar büyür. Sen bakarsın ışıltıyla. İleriye uzanırsın, uzandıkça da kolların uzar babam uzar… Gene de boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu…” Geriye düşlerin bile yok olduğu bir boşluk kaldı sadece: Umudun karşıtı her zaman umutsuzluk değil, bazen de kocaman bir boşluk işte…
Düşünüyorum da, ben mi tıpkı her jenerasyonun gençleri gibi jenerasyonumun problemlerinin biricik ve karanlık olduğunu düşünüyorum; yoksa sahiden olağanüstü bir dönemden mi geçiyoruz? Statükonun perçinlediği huzursuz ruhların—ya da “çağın hastalığına” (mal du siècle) yakalanmışların—yok oluşu en az var oluş kadar anlamlı bulması bizi insan olmanın kendisine mi götürüyor, yoksa yavaş yavaş insanlıktan uzaklaştırılmamıza mı? Bu konuda hislerimizin bizi yanıltmasına ya da doğrulamasına ne derece izin verebiliriz; var olan gerçeklerin ya da hayallerin hangisine tutunarak yaşayabiliriz?
Geçen günlerde toplumsal cinsiyet çalışmaları alanında yazdığım yüksek lisans tezimi teslim ettim. Doktora yapmayı henüz düşün(e)mediğim şu günlerde şimdiden yer yer çaresiz hissettiren bir iş arama sürecine girdim. İki yıl kadınlar, kadınlık ve cinsellik üzerine kendime ve insanlara sorduğum sorular iş dünyasında nasıl anlam bulacaklar diye düşünüp duruyorum. Fırsatlar mı az, yoksa ben mi daha stratejik seçimler yapmalıydım hayatta?
Yeni başlayan iş arama sürecimde bir arkadaşım ne tür maddi beklentilerim olduğunu sordu. Bense, insan gibi bir hayat sürebilmeme müsaade edecek minimum ücrete talip olacağımı söyledim. Başta bununla kast ettiğim şeyin “hepi topu” bana kendimi evde hissettirecek bir mekan, birlikte sosyalleşebileceğim insanlar ve arada bir yeni lezzetler tadabilme özgürlüğü ile alakalı olduğunu düşünüyordum. Fakat insani olanı bu şekilde ele alacak olursak, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunun bu koşullara sahip olmadığını görür ve dolayısıyla “insani” olanın bir ideal ya da bir gerçeklik üzerinden mi tanımlanacağı sorusuyla baş başa kalabiliriz.
Bu soru ya da insan gibi bir yaşam yaşayabilme kaygısı, aklıma Judith Butler’ın 2012’de Adorno Ödülü vesilesiyle yaptığı “Kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek mümkün müdür?”[1] başlıklı konuşmasını getirdi. Adorno’nun “yanlış yaşam, doğru yaşanmaz” önermesinden yola çıkarak şekillendirilen bu soru son günlerde daha çok yankılanıyor kafamda. Hayatta İyi ya da insani olanı nasıl tanımlamak gerek; İyi’yi Kötü’nün şerrinden korumak için ne yapmalı; hayat sürdürülen mi yoksa sürmesine göz yummak zorunda kalınan mıdır? Butler sorduğu sorunun beraberinde getirdiği başlıca iki probleme dikkat çekiyor:
Birincisi, pek çok insan için iyi hayatın yapısal ya da sistematik olarak önlendiği bir dünyada iyi bir hayat yaşadığımızı söyleyebilmek için kişinin nasıl iyi yaşayacağıdır. İkinci sorun ise, bu sorunun bugün bizim için aldığı şekil nedir? Ya da, içinde yaşadığımız tarihsel zaman sorunun biçiminin kendisine nasıl nüfuz eder?
Her geçen gün ekonomik krizin, politik gerginliklerin, küresel iklim krizinin, ırkçılığın, toplumsal cinsiyete bağlı ayrımcılığın, zenofobinin, şiddetin ve sömürünün her türlü formunun daha görünür olduğu ve görünür kılınabildiği bir dönemde, iyi bir yaşama sahip olmak asgari ekonomik bağımsızlığa ya da saf bireysel özgürlüğe indirgenemez şüphesiz. Şansımız yaver gitmiş ve dönemin zor şartlarına rağmen bu son ikisine sahip olmuşsak bile, etrafımızda var olan haksızlık ve kötülüklerden bütünüyle muaf olabilmemiz mümkün değil.
Bireysel düzeyde elde edilebilecek refah, ancak siyasi ve toplumsal şartların da elverişliliği ve desteğiyle anlam bulabilir. Güzel bir sabaha gözlerinizi açabilirsiniz, ama mahallenizde kentsel dönüşüm kapsamında yapılan inşaat ve tadilatların gürültüsü yatağınıza kadar ulaşıp kulaklarınızı tırmalayabilir. Kendinize biraz boş vakit ayırıp güzel bir doğa yürüyüşü yapmak isteyebilirsiniz, ama ufacık bir yeşil alan arayışınızda yorgun eski binalar ve ruhsuz yeni binalar arasında kaybolup pes edebilirsiniz. Arkadaşlarınızla keyifli bir akşam geçirmiş olabilirsiniz, fakat hele de bir kadınsanız, eve dönüş yolunda takip edilebilir, laf yiyebilir, tedirgin olabilirsiniz ve bütün akşam içinizde inşa olan sevgi ve umut, tanımadık birinden gelecek tek bir bakış, söz veya dokunuşla alt üst olabilir.
Bugünün “İstanbul Sözleşmesi Uygulansın” feryadı, sosyal medyada taciz ifşaları üzerinden büyüyen dayanışma ve kadınlığa ilişkin yazılar, tartışmalar ve eylemler de buradan çıkıyor işte: Tek bir kadın olarak kimi hak ve özgürlüklere sahip olmak yetmiyor; bütün kadın ve LGBTIQ’ların eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğunun güvencesiyle yaşayabilmek gerekiyor. Bu güvencenin devletçe, yasalarca veya toplumca sağlanmadığı müddetçe “iyi” hayatlarımızı “kötüleştirebilecek” dış etmenler, güçlenerek bir tehdit haline gelebiliyor.
Velhasıl, insana yaraşır şekilde yaşayabilmemiz, bir bütün olarak toplumun, kurumlarının ve yasalarının da iyi ve güzel olanı hedeflemesinden geçiyor—her ne kadar bu bile “iyi” hayatın ne olduğunu anlamlandırma girişiminde tek cevap olmasa da. Adorno şöyle diyor hatta: “Bugün ahlak dediğimiz her şey dünyanın organizasyonu meselesiyle iç içe geçer. Hatta iyi hayat arayışının doğru siyaset biçimi arayışı olduğunu bile söyleyebiliriz (tabii böyle doğru bir siyaset biçimi bugün ulaşılabilecek şeyler alanında bulunuyorsa).”[2]
Eğer “iyi hayat arayışı doğru siyaset biçimi arayışı” ile kesişiyorsa siyaseten alınan kararlar, hayatlarımıza iyilik katabilir ya da tam aksine, var olan iyiliği fark ettirmeksizin söküp atabilirler. Güncel politik duruma bakacak olursak, insanların iyiliğe, güzelliğe ve umuda duyduğu inancın yavaş yavaş silindiği bir tablo görüyorum. İnsan olarak var olabilmek, değer görebilmek, sevmek ve sevilebilmek her geçen gün zorlaşıyor.
Aza tamah, ziyan getiriyor.
[1] Judith Butler bu konuşmanın Almanca ve daha kısa bir versiyonunu 11 Eylül 2012’de Frankfurt’ta, aldığı Adorno Ödülü vesilesiyle yapmıştır. Bkz: URL: http://www.felsefecilerdernegi.org.tr/kotu-bir-hayatta-iyi-bir-hayat-surmek-mumkun-mudur-adorno-odulu-konusmasi-judith-butler/
[2] Theodor W. Adorno (2010), Ahlak Felsefesinin Sorunları, çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis, s. 27.