Aktivizmimiz bir yandan işgal evinde etkinlik ya da açık toplantılara bağlanan öz-eğitim ağlarıyla ilgilenirken, diğer yandan afişler, bildiri dağıtımı, açıklama ve yürüyüşler aracılığıyla kamusal alana müdahale ve bu alana dair hak iddia etme eylemlerine odaklanıyor.
Öncelikle, bize kısaca Anormina’dan bahsedebilir misiniz?
Anormina, Ekim 2017’de Binio (Mpeinio) isimli işgal evinde kuruldu. Birçoğumuz, daha önce çeşitli mücadelelerde, ortak platformlarda ve özellikle de işgal evinde bir araya gelmiştik. Kolektif, başlangıçta, diğerlerinin yanı sıra tekil bir baskı biçimi olan patriyarkayı tartışmak ve ona karşı harekete geçmek için zaman ve alan bulma konusundaki ortak bir ihtiyaçtan doğdu. Yıllar içerisinde ele aldığımız konulardan bazıları; tıpta cinsiyetçilik, kürtaj sorunu, toplumsal cinsiyet temelli şiddetin tezahürleri ve daha yakın zamanda toplumsal cinsiyet temelli şiddete yanıt olarak adalet modellerine yönelik kurum dışı yaklaşımlar oldu. Yıllardır cinsiyet kimliğinden bağımsız olarak baskılara karşı hareket eden ve düşünen herkesin feminizmlerin bir parçası olması gerektiğine inandığımız için kolektifimiz tüm cinsiyetlere açık oldu. Ancak çok az istisna dışında kolektif, kadınlardan oluşuyordu ve hâlâ da öyle. Yolculuğumuzun merkezinde kesişimsellik ve feminizmin dar temalarının ötesine geçen mücadelelere katılım var. Sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk ve etnik kökene dayalı ayrıcalık ve değersizleştirmelerden oluşan bir dünyada yaşarken, biz de batılı, beyaz özneler olarak bu ayrıcalıkların çoğuna sahip olduğumuzu ve çevremizde patriyarka, kapitalizm ve baskının en kötü yüzünü yaşayan birçok insan tanıdığımızı fark ediyoruz. Üstelik Midilli’deki göç yolu, bize gönüllülük için çok az yer bırakıyor. Son olarak, aktivizmimiz bir yandan işgal evinde etkinlik ya da açık toplantılara bağlanan öz-eğitim ağlarıyla ilgilenirken, diğer yandan afişler, bildiri dağıtımı, açıklama ve yürüyüşler aracılığıyla kamusal alana müdahale ve bu alana dair hak iddia etme eylemlerine odaklanıyor.
Babalık/ortak ebeveynlik yasası, kürtaj karşıtı hareketlerin güçlenmesi, doğurganlık konferansının çok sayıda erkek doktor ve din görevlisiyle yapılmaya çalışılması gibi meseleler Yunanistan’da neler oluyor diye baktığımızda öne çıkan olaylar olarak görünüyor. Bize kısaca bu olaylardan ve orada neler olduğundan bahsedebilir misiniz, bu sıralar patriyarkanın gündemi ne?
Kurumsal söylem düzeyinde, sessizlikten toplumsal cinsiyet temelli şiddete abartılı bir yaklaşıma ve 2020 sonrası (bunun hakkında aşağıda konuşacağız) şiddete karşı sesini yükselten kadınların, sözlü olarak kahraman kabul edildikleri bir aşamaya geçtik. Güneybatı’nın iktidar partisi, Ortodoks Kilisesi ile yakın bağları olan neoliberal gündemin ve muhafazakar sağın bir karışımı. Ve neoliberal gündemde, bu tür bir tanınma arayan oldukça geniş bir sosyal sınıf kitlesini tatmin etmek için kadın yanlısı laf kalabalığına yer olsa da, patriyarkal değerlerinin sarsıldığını gören muhafazakar sağ için aynı şey geçerli değil… Hiç de küçük olmayan bu kitleyi tatmin etmek için yukarıda bahsettiğiniz şey ortaya çıktı. Tepkilerin ardından iptal edilen, “1. Panhellenik Doğurganlık ve Üreme Özerkliği Konferansı” ve aynı zamanda ilkokul ve lise öğrencilerine yönelik “Cinsellik-Doğurganlık-Ebeveynlik ayrılmaz bir birlik” başlıklı seminer, “doğmamış çocuk teorisi” ve kadının kendi kaderini tayin hakkına karşı diğer görüşlerin ortaya atıldığı en yeni örnekler. Bu seminer ve konferans, muhalefetin tepkisiyle iptal edildi. Yani, her iki ila üç ayda bir kurumlar tarafından, ifade edilen her türlü feminist söylem ve eyleme karşıtlık oluşturan, yeni teorik içerikleri yapılandırmayı amaçlayan etkinlikler örgütlendiğini ve daha sonra, baskılar neticesinde bu etkinliklerin geri çekildiğini gözlemliyoruz. Bunun istisnası, yürürlükte olan ortak ebeveynlikle ilgili berbat yasa. Başka bir deyişle, şu anda çok akışkan olan sınırlara dair sürekli bir deney görüyoruz.
Özellikle, boşanma sonrası çocukların müşterek velayetine ilişkin yeni kanun, çocukların velayetinin her iki ebeveyne ait olmasını şart koşuyor. Ebeveynlerden birinin velayeti diğerinden geri alma koşulları arasında, “aile içi şiddet veya cinsel özgürlüğe karşı suçlar veya cinsel hayatın ekonomik olarak istismar edilmesi suçlarından” kesin olarak hüküm giymiş olması yer alıyor. Bunun pratikteki anlamı, eski eşleri tarafından istismara uğrayan kadın ve çocukların, boşanmadan birkaç yıl sonra bile istismarcılarla sürekli temas halinde olmaları ve çocukların geleceğini birlikte belirlemelerinin gerekmesi. Bunun nedeni, Yunan yargı sistemi son derece yavaş olduğu için bir “nihai karar” verilmesinin (eğer böyle bir karar verilirse) uzun yıllar alabilmesi. Aynı zamanda maalesef yürürlüğe giren bu yasa tasarısı etrafındaki tartışmalar vesilesiyle, “aktif babalar” adı altında ortak velayet için bir tür sosyal medya hareketi örgütlendi. Bu bağlamda, Güneybatı parlamento partisi üyesi G. Loverdos tartışmanın tonunu belirleyecek biçimde “kötü niyetli bir koca iyi bir baba olabilir” diyor. Böylece kadın düşmanı bir söylemin bu şemsiye altında örgütlendiğini görüyoruz.
Bu patriyarkal saldırılara rağmen feminist hareketin güçlendiğini görüyoruz. Bugünlerde feministlerin gündemi nedir? Ve feminist örgütlerin durumu nedir? Feminist harekette bir canlanma var diyebilir miyiz?
Hem bu soruda hem de yanıtında net olmak gerekirse, Yunanistan’daki (belki daha geniş bağlamlarda da) feminizm hakkında değil, feminizmler hakkında konuşmalıyız. Başka bir deyişle, tüm kolektifler veya örgütlenmeler arasında ortak bir gündem olmadığını görüyoruz. Çoğu zaman, bazıları tarafından dile getirilen talepler diğer gruplarda bir karşılık bulmamakta veya diğer grupların öncelikleri arasında yer almamakta. Yürüyüşlere yapılan çağrılar genellikle merkezi örgütlenme veya koordinasyon karakterinden yoksunsa da daha küçük yürüyüşler (bir olay duyulur duyulmaz kendiliğinden gelişen yürüyüşler veya “mahalle yürüyüşleri”) son zamanlarda dinamik olarak gelişen bir pratik. Bu noktada bir örnek vermek istiyoruz. 25 Kasım ve özellikle 8 Mart’ın Türkiye’deki feminist hareket için çok önemli olduğunu biliyoruz ve (sadece bu yıl değil) her yıl verdiğiniz mücadeleyi büyük bir ilgiyle takip ediyoruz. Ancak Yunanistan’da bu günlerin farklı bir çağrışımı var. Bu günler, kadınların kendileri hakkında değil, başkalarının kadınlar hakkında en çok konuştuğu günlerdir. Her renkten politikacı, kadınları/toplumsal cinsiyet meselelerini bir gün hatırladıkları için kendilerini tebrik eder, ancak ertesi gün bu meseleyi unuturlar. Bu günler, kitlesel bir hak talebi gününden çok bir “Demokrasi Kutlaması”na ya da (diğer türlü ağır patriyarkal ve baskıcı bir rejimin) bir “görünürlük” gününe benziyor ve bunun nedeni Yunanistan’daki -yeni- feminist hareketin henüz kendi mücadele kilometre taşlarını oluşturmamış olması. Bununla birlikte son yıllarda, en azından Atina ve Selanik’te, başta sol olmak üzere bazı feminist örgütler tarafından giderek daha fazla kitlesel toplantı düzenlendiğini belirtmekte fayda var. Şu anda grubumuz bu yıldönümü toplantılarına kendi içeriğiyle/gündemleriyle katılacak yer bulamadı. Özellikle o günlerde müdahale etmeye çalıştığımız şey, feminizmlerin daha az “bilinen” veya “görünür” noktalarını öne çıkarmak.
Ortak bir feminist gündem olmamasına rağmen, bu konularda kendi pozisyonumuzdan bağımsız olarak, feminist söylemlerde ve eylemlerde ani yükselişler görebiliyoruz. Listenin başında, birazdan daha ayrıntılı olarak tartışacağımız, kadın cinayetleri var. Aynı zamanda özellikle sosyal medyada toplumsal cinsiyet temelli şiddet, çeşitli istismar biçimlerinin tanınması ve çoğu zaman “şikayet” şeklinde olan kişisel deneyimlerin paylaşılması etrafında çok büyük bir hareketlilik var. Yani “sessizliği bozan” bir süreç. Kurumsal taleplerin bir düzeyinde, toplumsal cinsiyet temelli şiddet konularına devletin öncelik vermesi bulunuyor. Yani polisin “duyarlı hale getirilmesi” (!), karakollarda şikayet sürecinde psikolog ve avukat sağlanması, daha fazla adli tıp doktoru, daha fazla kadının erişebilmesi için, şiddete uğramış kadınlar için sığınma evlerinde daha iyi koşullar. Kurumsal çerçevenin dışında, daha geniş hareket yapıları ve grupları içinde cinsiyetçilik, toplumsal cinsiyet temelli şiddet, taciz ve şiddet içeren davranışlarla ilgili (kolay olmayan) iç diyalog çok dinamik bir şekilde gelişiyor, çünkü yukarıda bahsedilen şikayetler bazen hareketin parçası olan insanlara yöneliyor. Aynı zamanda, bazen özerk bazen de feminist gruplarla işbirliği içinde gelişen kuir söylemler ve pratikler, solun “geleneksel” siyaset sahnesinde ve anti-otoriter alanda uzun yıllardır kendilerini ifade edebilecekleri konulara yer olmadığını görünür kılıyor.
Yunanistan’da art arda gelen kadın cinayeti haberleri duymaya başladık. Kadın cinayetlerinde ve toplumsal cinsiyet temelli şiddette bir artış mı var yoksa şu an daha görünür hâle mi geldi? Ayrıca feministlerin “kadın cinayeti” terimini ana akımlaştırmak ve gündelik dile sokmak için bir mücadele içinde olduğunu da biliyoruz. Yunanistan’da kadın cinayetleri ve toplumsal cinsiyet temelli şiddet nasıl konuşuluyor ve feministler bu konuda ne yapıyor?
Kadın cinayetleri, bahsettiğimiz coğrafyalarda patriyarkanın kendisi kadar zamansız bir olgu. Örneğin Yunanistan örneğinde, geçmişe bugünün gözüyle baktığımızda, 1960’ların ve 1970’lerin kadın cinayetlerini “namus suçları” etiketi altında görebiliriz. Takip eden on yıllardan günümüze, kadın cinayetleri “tutku suçları” ve/veya “aile trajedisi” olarak karşımıza çıkıyor. Ancak Adalet Bakanlığı istatistiklerinde cinsiyet kategorisi olmadığı ve sadece genel kategori olarak “cinayetler” olduğu için rakamlarla konuşamıyoruz. Son yıllarda feminist örgütler tarafından, esas olarak medya raporları aracılığıyla niceliksel veri toplama girişiminde bulunuldu, fakat rakamlar çoğu zaman birbiriyle uyuşmuyor. Örneğin, 2019, 2020 ve 2021 yılları için “European Femicide Watch” (Avrupa Kadın Cinayetleri İzleme Platformu) kadın cinayeti sayılarını sırasıyla 17, 19 ve 30 olarak raporladı. Bu noktada, hükümetin pandemiyi sürekli sokağa çıkma yasakları, kamusal alanda baskı ve zorunlu ev hapsi ile yönetmesinin toplumsal cinsiyet temelli ev içi şiddeti çok olumsuz etkilediğini ve suistimal edilen konular için bir çıkış yolu sunmayarak ek bir boğucu durum yarattığını belirtmek isteriz.
Bu sebeple, kadın cinayetlerinde önceki yıllara veya on yıllara göre bir artış veya azalmadan kesin olarak söz edemeyiz. Söyleyebileceğimiz şey, kadınların ezilmelerine karşı görünür ya da görünmez şekillerde her zaman savunmaların olduğu. Ancak bugün bu direniş daha kitlesel ve net bir şekilde dile getirilmekte; kadınların güçlenmesine ilişkin genel bir iklim yavaş yavaş yerleşmekte. Giderek daha fazla kadını normalleştirilmiş bir durum olarak toplumsal cinsiyet temelli şiddete meydan okumaya iten şey, tam da bu açık ifade ve iddia. Aynı zamanda bu özgürleştirici harekete, patriyarkal imtiyazlarından mahrum bırakılanlar tarafından gelen şiddetli tepkilere yol açıyor.
“Kadın cinayeti” terimiyle ilgili olarak, feminist hareketin önemli bir kısmı tarafından, kadın cinayetlerinin yasal olarak tanınması ve cinayet suçunun işlenmesinde ağırlaştırıcı bir durum olarak değerlendirilmesi konusunda büyük bir seferberlik var; ancak kolektifimiz bu yasal yöne işaret etmedi. Yine de kadın cinayeti hakkındaki tartışmalar toplumsal düzeyde arttı ve gerçekten de son aylarda bu terim medyada (ki bunlar hiçbir şekilde feminist duyarlılıklarıyla ünlü değil) yaygınlaştı. Toplumsal cinsiyetin ve onun içinden geçen güçlerin cinayeti bile motive edebilecek kadar güçlü olduğunun toplumsal düzeyde kabul edilmesi büyük önem taşıyor. Bu küçük zafere tepki olarak, genellikle cinsiyet eşitliğinin yasal ve sosyal olarak fethedildiği, bu nedenle her şeyin cinayet olduğu ve “kadın cinayeti” teriminin kesinlikle hiçbir amaca hizmet etmediği söyleniyor.
Ancak, ebeveynleri ve özellikle (kadın cinayeti sonucu veya polis ve faşistler tarafından) öldürülen çocukların anneleri, bu cinayetlerin nedenlerini tek başlarına olsalar da, ısrarla dile getirmemiş olsalardı, yukarıdakiler burada sahip oldukları kararı almazdı. Bu anneler şimdi “çocuğum patriyarka tarafından öldürüldü” diyor ve hem Yunan mahkemelerine giden zorlu yolda hem de daha fazla kayıp çocuk olmasın diye toplumsal bir aklanma yolunda birbirlerine destek olmaya çalışıyorlar. Başka bir deyişle, Türkiye’de “Cumartesi Anneleri” / “Cumartesi İnsanları”nın başlangıcını hatırlatan ve hepimiz için acilen acı ve yasın nihayetinde siyasallaşıp siyasallaşamayacağı sorusunu gündeme getiren bir ağ oluşturuluyor.
Bir dizi tecavüz ve kadın cinayetinin mahkemeye intikal ettiğini görüyoruz ve aynı zamanda birçok insan bu davalar için seferber oluyor. Feministler hem bu davalar bağlamında hem de genel olarak adaleti nasıl tahayyül ediyor?
Tecavüz ve kadın cinayetleri mahkemelere ulaşırsa veya ulaştığında, hayatta kalanların ve artık aramızda olmayanların sevdiklerinin desteğe ihtiyacı olduğu bir gerçek ve neyse ki son zamanlarda kurbanların yargılandığı sayısız mahkeme salonlarında gördüğümüz üzere az ya da çok da olsa bu desteği buluyorlar. Çoğu vakada, genel olarak tüm cinsiyetçi kültürü ve retoriği yeniden üreten, şikayetçileri yıpratmak ve şikayetleri boşa çıkarmak için verilen devasa bir mücadele izledik. Elbette adaletin sadece patriyarkal değil, aynı zamanda derinden sınıf temelli olduğunun da farkındayız. Örneğin mahkemelerin tutumu, failin kim olduğuna bağlı olarak büyük bir fark yaratıyor. “İyi ailelerin” ya da polislerin oğullarına kıyasla çok daha kolay mahkûm edilen Romanlar ya da göçmenler söz konusu olduğunda, adalet aynı şekilde işlemiyor. İkinci durumda, sihirli bir şekilde, soruşturmanın kanıtı ortadan kalkar, hafifletici koşullar ortaya çıkar, vb. (mesela G. Bika örneğinde olduğu gibi). Ayrıca, bu gibi durumlarda olumlu bir sonuç çıksa da o kadar ayrıntılı ve gecikmiş bir şekilde gelir ki, herhangi bir haklılık hissi vermeyebilir.
Feminist vizyonlar ve adalet talepleri söz konusu olduğunda, yukarıda bahsettiğimiz üzere yine bir bütün olarak feminist hareketten söz etmek mümkün değil. Feminist hareketin bir kısmı, artan cezalar, mevzuatta değişiklik, seks işçilerinin müşterilerinin suçlulaştırılması vb. gibi daha kurumsal taleplere odaklanır. Genellikle bu feminizm eğiliminde, hapishanelerin, orada olanları ‘düzeltmek’ yerine patriyarkal şiddet ve gücü yeniden üretmedeki rolüne dair herhangi bir eleştiriye nadiren rastlarız. Ayrıca yaşam koşullarınız ne kadar güvencesiz olursa, kendinizi (herhangi bir suç için) hapishanede bulma ve orada aşağılanma ve işkence görme olasılığınızın o kadar yüksek olduğunu görmezden gelirler. Hapishanenin “kötü adamları” “iyi adamlardan” uzak tutan tarafsız bir yer değil; içinde tecavüz kültürünü en üst düzeyde üreten bir yer olduğunu genellikle göz ardı ederler.
Başka bir feminist bakış açısı, devleti ve kurumlarını (polis, adalet, hapishaneler) patriyarkal ve cinsiyetçi durumun bir ayağı olarak görür ve hapishane sistemini eleştirirken, şiddete, mümkün olduğunca, bu kurumların dışında karşılık vermenin yollarını bulmaya çalışır. Özellikle anti-otoriter hareket içinde, dönüştürücü adalet ve hesap verebilirlik süreçleri gibi ağırlıklı olarak yurtdışından örneklere dayanarak, geçici olarak, taşkın davranış sorunlarına yanıt vermenin alternatif yolları aranır. Bu çabanın özünde patriyarkanın hepimize nüfuz ettiği, dolayısıyla hepimizin aşağı yukarı onun tarafından şekillendirildiği ve toplum içindeki ilişkileri sorgulamak, aşmak ve aynı zamanda ilgilenmek için bir kolektif/topluluk adımına ihtiyaç duyulduğu düşüncesi yatar. Son zamanlarda hem toplumsal cinsiyet ilişkileri hem de toplumsal cinsiyet temelli şiddet konusuna daha kapsamlı bir yanıt formüle etme girişiminde, “bakım”ın kelime anlamı, pratikleri ve siyasallaştırılması feminist düşüncede oldukça merkezi bir konuma yerleştirildi.
2020’nin sonunda Metoo hareketinin Yunanistan’da da başladığını biliyoruz. Metoo hareketinin özellikle Yunanistan’da son dönemde artan tecavüz ve kadın cinayetleri haberleriyle yeniden ön plana çıktığını Twitter’dan takip ettik. Yunanistan’da şu anda Metoo hareketiyle ilgili durum nasıl? Etkileri hâlâ sürüyor mu?
Yunan Metoo’su Amerikan Metoo’su ile pek çok benzerliğe sahip olsa da, onun tam tersi bir yol izledi. Amerikan Metoo’su Siyah topluluğun üyelerinden “alttan/tabandan” başladı ve bu süreçte toplumsal cinsiyet temelli şiddete yaklaşmanın muzip, gösterişli bir yoluna dönüşürken; Yunanistan’da “tepeden”, -zaten oldukça görünür- öznelerden, toplumsal tabana “inmek” için eğlence ve spor dünyasından başladı. Böylece Yunan Metoo’sunun terimleri ve sınırları, baştan itibaren feminist hareketlerden çok bir medya kültürü tarafından tanımlandı. Eğlence ve spor sektöründen gelen şikayetlerin çoğu şu anda yargı sürecinde (mesela Lignadi ve Filippidis davaları). Yunan ünlülerin bu davalara birçok açıdan dahil olmaları ve bu davaların bir gösteriye dönüşmesi sebebiyle, medya tarafından yakından takip ediliyorlar. Paralel TV davalarının düzenlendiği TV pencerelerinin önünden her gün, kovuşturma ve savunma tanıkları, sanığın masumiyetini ya da suçluluğunu savunanlar, akrabalar ve arkadaşlar geçiyor. Medya söylemi oldukça sorunlu (daha iyi bir şey beklemiyorduk!), çünkü genellikle ‘iğrenç suçlar’ işleyen ‘canavarlara’ atıfta bulunuyor ve feminist sloganda yer aldığı üzere ‘tecavüzcülerin ırka özgü olmadığı, sıradan insanlar olduğu’ gerçeğini gizliyor. Lignadis davası vesilesiyle (tutuklanıncaya kadar Ulusal Tiyatro’nun müdürüydü ve reşit olmayan erkek ve genç erkeklere yönelik bir dizi tecavüzle suçlanıyor), eşcinselliği tecavüzle marjinal olarak eşitleyen homofobik söylemin ortaya atıldığını gördük.
Bununla birlikte, cinsiyetçi ve cinselleştirilmiş şiddet üzerine tartışmaları başlattığı ve bu şiddete maruz kalan binlerce insanın deneyimlerinin kamuoyuna açıklanması, bu kişilerin bir cevap ya da gerekçe araması için gerekli koşulları yaratması sebebiyle Yunan Metoo’sunun bir ivmeye sahip olduğunu ve hâlâ ivme kazandığını kabul etmeliyiz. O zamandan beri, genellikle sosyal medyada yer alan kamusal “ifşa”, maalesef durumun sonraki süreçte yönetimi ve etkilenen kişiye destek için herhangi bir araç veya yapı sunmaktan uzak, toplumsal cinsiyet temelli şiddete baskın yanıt yöntemi olmuştur. Metoo’nun bir başka özelliği de şikayetlerin, neredeyse kural olarak, cis beyaz kadınlar tarafından yazılması ve istismarcı cis erkeklere yöneltilmesi; bu da toplumsal cinsiyet temelli şiddet hakkında kimin konuşma ve haberdar olma hakkına sahip olduğuna dair halihazırda var olan hiyerarşi ve ayrıcalıkların (beyaz, cis öznelerin) yeniden üretilmesine neden olmakta.
Farklı hareketlerle ittifak içinde misiniz? Öyle ise, diğer hareketler -anarşist, göçmen, sosyalist, LGBTQ+- ile aranızda nasıl güç birliği var?
Burada, Midilli adasında, Binio’daki işgalin bir parçası olan kolektifimiz bulunuyor. Binio, 2006 yılında işgal edilen ve çeşitli kolektifler için bir platform işlevi gören politik ve sosyal bir alan. Bugün bazıları açık, bazıları kapalı dokuz kolektifi (anti-faşist, anti-ırkçı, göçmen grupları, kuir, öğrenci meclisleri, anarşist gruplar) barındırıyor. Ayrıca kütüphane, film arşivi, film grubu, kitapçı ve radyo istasyonu bulunuyor. Genel kurul aracılığıyla birbirimizle koordineli çalışıyoruz. İşgal, Yunanistan’daki daha geniş anti-otoriter hareketin bir parçası ve partiler, kurumlar veya devlet organları ile bağlantılı değil. Anormina üyelerinin çoğu diğer kolektiflere katılırken, aynı zamanda patriyarkanın hayatımızı tehdit eden ve etkileyen tek baskıcı ve otoriter mekanizma olmadığını kabul ettiğimiz için, feminist söylemimize ve eylemimize çapraz (transversal) bir yaklaşım deniyoruz (bazen daha fazla ve bazen daha az başarılı bir şekilde).
Midilli’nin dışındaki diğer hareketler veya kolektiflerle bağlantı kurma çabalarımız sıklıkla önemli bir engelle, yani fiziksel mesafeyle karşılaşıyor. Bir sınır adasının hududunda kalmak, Yunanistan’ın geri kalanındaki diğer hareketlerle bağlantı kurmayı, hem fiziksel iletişimi ve ortak eylemleri çok daha karmaşık (veya maliyetli!) yapan coğrafi uzaklık hem de farklı bir siyasi gündemi ima eden farklı siyasi ve sosyal gerçeklikler nedeniyle zorlaştırıyor. Örneğin Midilli’de göç sorunu, diğer konuların ön planda tutulduğu yerlerden farklı olarak, yıllardır gündelik hayatı ve siyasi gündemi tekelinde tutuyor.
Adanın özgün de bir koşulu var, göçmenler için kapatılma hapsetme mekanı haline gelen, adeta Avrupa Kalesinin vücut bulduğu bir yer Midilli. Bu noktada feministler olarak bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz? Ve adadaki göçmen kadın ve LGBTQ+’larla ortak mücadele yürütebiliyor musunuz? Ya da bunun için neler yapıyorsunuz?
Öncelikle Midilli’nin göç ile ilişkilendirilmesi, 2015’te göçün uluslararası bir mesele hâline gelmesinden çok daha önceye dayanan, çok eski bir mevzu; ancak size adanın bir resmini çizmek için son birkaç yılın bazı önemli noktalarından bahsetmek istiyoruz. Midilli’nin yerel halk tarafından göçmenler için bir geçiş yeri, geçici bir fenomen olarak algılandığı düşünüldüğünde, 2015 ve 2016 yılları hem sosyal olarak hem de dönemin hükümetinin söyleminde (ve sadece söyleminde) “dayanışma”nın hakim olduğu yıllar olarak nitelendirilebilir. AB-Türkiye anlaşması ve sözde “Balkan koridoru”nun kapatılmasından sonra, göçmenlerin adalarda ve geri gönderme merkezlerine kapatılma koşullarının kalıcı olduğu ortaya çıktı. Her türlü askeri/polis gücü, göçmenleri ve onlarla dayanışma içinde olanları izlemek ve bastırmak için Midilli’ye geldi. 2015’ten 2019’a kadar olan süreçte, kimisi zaferle sonuçlanan kimisi sonuçlanmayan, göçmenler ve onlarla dayanışma içinde olanlarla birlikte birçok militanca mücadele yaşandı. Aynı zamanda, 2018 ve sonrasında, Midilli’de ırkçı ve faşist seslerin ve uygulamaların hakim olmasıyla, anti-faşist hareketlerin geliştirilmesi ihtiyacı ortaya çıktı. Şu anda, adadaki göçmen sayısı önemli ölçüde azalmış bulunuyor (Eylül 2020’de Moria geri gönderme merkezi yandığında 13.000 kişi iken şu an yaklaşık 1.700 kişi) ve Kara Tepe’nin yeni geri gönderme merkezinin içinde bir sakinlik hakim. Rakamlardaki bu düşüşün nedeni, göçmenlerin anakaraya ve diğer AB ülkelerine transfer edilmesi ve açıkçası Yunan devletinin Mart 2020’de Yunanistan-Türkiye sınırındaki krizden sonra keskin bir şekilde artan canice ve yasa dışı “geri-itme” uygulaması.
“Yerlilerin ve göçmenlerin ortak mücadeleleri” mottosu, bireysel veya kolektif olarak katıldığımız her toplantıda veya mücadelede her zaman temel ilkemiz oldu. Bunun hayat bulduğu zamanlar da oldu ve zordan imkansıza dönüştüğü zamanlar da. Örneğin, COVID-19 pandemisine yönelik hapsetme/kapatılma önlemleri, nüfusun geri kalanına kıyasla, göçmenlerin geri gönderme merkezlerinden dışarıya hareketlilikleri üzerinde önemli ve eşitsiz bir etkiye sahipti. Aslında, göçmenlerin geri gönderme merkezlerinden dışarı çıkmaları kesin bir şekilde yasaklandı. Sonuç olarak da, ortak meclisler ve mücadeleler vasıtasıyla aramızda oluşturulan ağların çoğu dağıldı. Bugün, pandeminin başlamasından iki yıl sonra, yerel nüfusa yönelik tedbirlerin kaldırılmasına rağmen, göçmenler için hareket kısıtlamaları boğucu olmaya devam ediyor.
Her ne kadar bireyler olarak, bazılarımız göçmen kadın ve göçmen LGBTQ+ gruplarına katılmış ve/veya katılıyor olsak da ve pek çok kez birlikte sokaklara dökülmüş olsak da, bu maalesef kolektif ortak bir örgütlenme yoluyla değil daha çok durumsal olarak gerçekleşti; şimdiye kadar aramızdaki birçok engeli aşmayı başaramadık. Dil bunlardan biri; ancak belki de en önemli engel, geri gönderme merkezlerinde yaşayan veya belgesiz yaşayan insanların farklı ve çok daha acil ihtiyaçları olması ve olmaya devam etmesi. Bir yandan büyük ölçüde karşılayamadığımız (göçmen statüsünde yaşamama ayrıcalığına sahip olanlarımız) ve diğer yandan kolektif olarak talep edebileceğimiz şeyler açısından bir boşluk yaratan ihtiyaçlar. Açıkçası, bu engeller aşılamaz değil ve birbirimize yakınlaşıp ortak bir zemin bulmak için kesinlikle çok daha fazla çabalayabiliriz.
Türkiye’deki kadınlar ve LGBTQ+’lar için neler söylemek istersiniz?
Öncelikle hem aramızdaki teması başlattığınız için hem de meclisimiz içinde hedeflenen ve oldukça faydalı sohbetler başlatan sorular için çok teşekkür ederiz. Bu temas, tarihinden, örgütlülüğü ve kararlılığından bizim de soracağımız ve öğreneceğimiz çok şeyin olduğu Türkiye feminist hareketi hakkında daha fazla bilgi edinmeye vesile oldu. İlerleyen zamanlarda Türkiye’deki mücadeleler ve feminist gündemdeki birçok meseleye bakış açınız hakkında fikirsel ve kişisel olarak daha fazla bilgi edinmeyi umuyoruz. O zamana kadar hem sizin mücadelelerinize hem de bu mücadelelere katıldıkları için devlet ve patriyarkanın hedef aldığı insanlara nasıl destek olabileceğimizi söylemenizi istiyoruz; Türkiye’de baskı koşullarının farklı olduğunu ve baskının daha acımasız bir yüzünün olduğunu biliyoruz. Ve son olarak, bir dilekte bulunursak:
Tıpkı patriyarkanın sınırlarının olmayışı gibi, aynı şeyin feminizmler için de geçerli olmasını diliyoruz.
Çeviren: Gaye Polat