Kadınların yüzyıllardır dışlanması, kadın hastalıklarının çoğu zaman gözden kaçmasına, yanlış tanılanmasına ya da bir gizem olarak kalmasına neden oldu.
Gabrielle Jackson
Tıp, ta en başından beri, kadınları erkeklerin bir alt formu olarak değerlendirdi. Ünlü Yunan filozof Aristoteles’in Hayvanların Üremesi Üzerine adlı eserinde dişiyi ‘sakatlanmış erkek’ olarak tanımlamasından bu yana bu düşünce batı tıbbında ağırlığını korudu.
Avustralya’da Monash Üniversitesi’nde bir halk sağlığı araştırmacısı olan Dr. Kate Young’a göre: “Bilinen tarihin büyük bir bölümünde kadınlar tıp ve bilim alanlarında bilgi üretiminden dışlanmış olduğundan şu anki sağlık sistemi -toplumdaki birçok başka şey gibi- erkekler tarafından erkekler için kurulmuş durumda.”
Young’ın araştırmasının açığa çıkardığı üzere, doktorlar bilgi eksikliklerini histeri anlatılarıyla doldurmuşlar. Bu, özellikle, kadınların ‘kurtarılmayı’ inatla reddederek çözüm için doktora gelmekte ısrar ettikleri durumlarda daha sık görülüyor.
Young, Feminism & Psychology (Feminizm ve Psikoloji) dergisinde yayımlanan makalesinde “tarihsel anlamda histeri söyleminin daha çok ‘zor’ kadınlardan, yani tedaviye cevap vermeyen ya da hastalığı hakkında doktordan farklı görüşlere sahip olan kadınlardan bahsedilirken kullanılmış,” olduğunu söylüyor.
“Tıp bilimi kendi bilgisinin sınırlarını görmek yerine, kadınlardan hastalıklarını kabullenerek, ‘hayat tarzlarını’ değiştirerek ve toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş eş ve anne rollerini benimseyerek (bedenlerindeki) hastalıklarını (zihinleriyle) kontrol altına almalarını beklemiş. Buna karşı gelenler ahlaki söylemlerle zapturapt altına alınmaya çalışılmış, irrasyonel ve sorumsuz olarak gösterilmiş – ki bu da tıbbın vücudu kontrol altına alma iddiasını gerçekleştiremediğinde başvurduğu klasik güvenlik kalkanı.”
Young, çalışmasında, endometriyozis hastalarının doktorları tarafından nasıl “histerik eğilimleri olan doğurgan bedenler” olarak görüldüklerini gösteriyor. Örneğin, bir jinekolog Young’a, “Deliler mi endo oluyor, yoksa endo mu insanı delirtiyor?” dedikten sonra “Herhalde ikisi birden” diye eklemiş. Bir başkası ise “[Jinekolojide] ne kadar patoloji varsa bir o kadar da psikoloji var,” demiş.
Endometriyozisin gerçek bir hastalık olmadığını öne süren ya da bir hayal ürünü olduğunu düşünen kimse yok, ancak tıptaki genel hissiyat endometriyozis tanısı konan kadınların bir şekilde histerik tepkiler verdiği yönünde – hele ki, yaygın olarak görüldüğü üzere, tedaviden sonra hastalığın semptomları geçmemişse. Endometriyozis hastaları bu muameleye maruz kalmak açısından tek de değiller. Mesela bir erkek pratisyenin bana “hayatımda zırdeli olmayan bir fibromiyalji hastası bile görmedim” demişliği var.
Young’a göre, tarihsel olarak “kadınlar ve bedenleri hakkındaki tıbbı erkekler üretmişler. Bilginin nasıl histeri söylemini ve kadınların aslında doğurgan bedenler olduğu söylemini desteklemek üzere şekillendirildiğini gösteren epey bir araştırma bulgusu var. En sevdiğim örneklerden biri iskeletlerin ilk çizimlerini konu alıyor: Erkek anatomi çizerleri kadınların kalçalarını ısrarla olduğundan daha geniş, kafataslarını ise daha küçük çiziyorlar. Adeta “İşte kadınların doğurgan birer bedenden ibaret olduğuna, bu yüzden evde oturmaları gerektiğine dair kanıtımız. Onlara fazla eğitim vererek kısırlaştırma riskini alamayız, kafalarının ne kadar küçük olduğuna bir bakın,” diyorlar. Bunun sürekli tekrar ettiğini görüyoruz.”
Doktorlar, bilim insanları ve araştırmacıların yanı sıra tıp alanında üzerine çalışılan birçok hücre, hayvan ve insanın da erkek olduğunu görüyoruz. Yani tıp biliminin ilerlemesi, çoğunlukla erkek biyolojisinin çalışılmasına dayanıyor. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Sağlık Enstitüleri (United States National Institutes of Health – NIH) yöneticilerinden biri olan Dr. Janine Austin Clayton, New York Times’a verdiği bir demeçte bunun sonucunun, “erkeklerle karşılaştırıldığında kadın biyolojisine dair her açıdan çok daha az şey bilmemiz” olduğunu söylüyor.
Tıp, her daim, kadını öncelikle doğurgan bir beden olarak gördü. Erkeklerle en büyük farkın kaynağını üreme organlarımız oluşturmuş ve tam da farklı oldukları için gizemli ve şüpheli addedilmişler. Ama bu ‘farklılık’ söyleminin bir yansıması da, uzun bir süre boyunca tıbbın bunu erkeklerle kadınlar arasındaki tek fark sayması olmuş. Kadınların üreme organları mı var, o zaman üremeleri gerek diye düşünülmüş ve onlarla ilgili diğer her şey geri plana atılmış.
20. yüzyılın ilk yarısında, hormon üretmekle yükümlü endokrin sistemi keşfedildi. Tıpçıların zihninde bu, erkekler ve kadınlar arasında başka bir farka işaretti ve hormonlar hızlıca kadınların tüm rahatsızlıklarının esas kaynağı olarak rahmin önüne geçti. Yine de diğer tüm organ ve fonksiyonların aynı şekilde işleyeceği görüşü hâkimiyetini sürdürüyordu – dolayısıyla kadınları çalışmaya hala gerek yoktu. Tam tersi bir mantıkla, araştırmacılar da adet döngüsü ve döngü süresince kemirgen hayvanlarda görülen farklı hormon salınımlarının deneylere çok fazla değişken kattığını, dolayısıyla dişilerin zaten üzerinde ‘çalışılamaz’ olduğunu iddia ediyorlardı.
Dolayısıyla, kadınlardaki belirtileri farklı olan birçok hastalık ya gözden kaçıyor ya da yanlış tanı alıyor; çoğunlukla kadınları etkileyen hastalıklar ise büyük ölçüde gizem olarak kalıyor. Üzerlerine yeterince çalışılmıyor, yeterli şekilde tedavi edilmiyorlar, hatta sıklıkla yanlış tanı konuyor ya da hiç tanılanmıyorlar. Bu durum da zincirleme olarak hem tıp pratiğini hem de kadın sağlığını etkiliyor.
Young’ın da öne sürdüğü gibi: “Tıp, dişi ve erkek bedenlerini farklı görüyor, ama asla eşit değil. Tıp metinlerini incelediğimizde, tarih boyunca erkek bedeninin kadına üstün ve tüm bedenlerin karşılaştırılacağı temel şablon olarak kurgulandığını görüyoruz.” Kadın bedeninin erkeklerden farklılaştığı ya da erkekte bir karşılığı olmayan tüm tarafları (rahim örneğinde olduğu gibi) normalden sapma ya da “hata” olarak değerlendiriliyor.
“Kadınlar çocuk doğurabildikleri için, tıp söylemi kadını ‘beden’le erkeği ise ‘akıl’la özdeşleştiren bir ikilik yaratmış, bu da kamusal-özel ayrımını hem pekiştiren hem de onun tarafından pekiştirilen bir ikilik olagelmiştir Kadının kamusal hayata katılımını kısıtlamanın yanı sıra, bu türden düşünüşler tıpta kadın hastalık ve rahatsızlıklarına kolay bir açıklama imkânı sunarlar: Aynı Platon’un ‘gezgin rahim’* kavramsallaştırması gibi, ‘biyolojik kaderi’ reddetmek her türden hastalığa davetiye çıkarmaktır!”
Aynı mantıkla ekseriyetle kadınları etkileyen pek çok sağlık sorununda karşılaşıyoruz: Endometriyozis olan kadınlara bunun çocuk doğurmayı geciktirmiş olmalarından kaynaklandığı ya da hamileliğin bu hastalığı iyileştireceği söyleniyor – ki göğüs kanseri olan kadınlara da bir zamanlar, gelişen araştırmalar böyle olmadığını kanıtlamadan önce, aynı şey yutturuluyordu (bu gelişmeler de ancak kadınların daha iyi bilgiye ve tedaviye erişmek verdikleri mücadele sayesinde mümkün oldu).
80’lerde ABD’li bir grup bilimkadını, kadınlarda daha iyi sağlık araştırmalarının yapılması için kampanya yürütmek üzere, şu an Kadın Sağlığı Araştırmaları Topluluğu (Society for Women’s Health Research – SWHR) olarak bilinen bir topluluk kurdular. Bazı ABD Kongresi üyeleriyle iş birliği yaparak tıp araştırmalarındaki çelişkileri ve bunların kadın sağlığı üzerindeki etkisine dikkat çektiler.
1985’te ABD Halk Sağlığı Hizmetleri Kadın Sağlığı Çalışma Kolu, yayınladığı raporda, “tarihsel olarak kadın sağlığı hakkında yeterince araştırma yapılmamış olması, hem kadınların sağlığa dair erişebildiği bilgi kalitesini hem de aldıkları sağlık hizmetlerini etkiliyor” diye uyarıyordu.
Kampanya, Maya Dusenbery’nin 2018 yılında yayımlanan Doing Harm: The Truth About How Bad Medicine and Lazy Science Leave Women Dismissed, Misdiagnosed and Sick (Zarar Vermek: Kötü Tıp ve Tembel Bilim Kadınları Nasıl Yok Saydı, Yanlış Tanı Koydu ve Hasta Bıraktı) kitabında özetlediği gibi, erkek odaklılığın neden olduğu bir takım garabetlere dikkat çekiyordu. Dusenbery, 60’lı yılların başına dair şöyle yazmıştı: “Menopoz sonrası östrojen seviyeleri azalana kadar kadınlarda kalp hastalığı oranlarının düşük olduğunu izleyen araştırmacılar, ilk olarak hormon desteğinin önleyici tedavi olarak işlevsel olup olmayacağı sorusuna yöneldi. Araştırmaya 8341 erkek ve tam tamına 0 kadın dâhil ettiler… Ayrıca, Rockefeller Üniversitesi’nde yapılan NIH (Ulusal Sağlık Enstitüleri) destekli bir pilot araştırmada da, obezitenin göğüs ve rahim kanserine etkisine bakılan örneklemde hiç kadın yoktu.”
Ve sadece bu kadar da değil.
“1958’de ‘normal insan yaşlanmasını’ incelemek üzere başlatıldığı ifade edilen ‘Yaşlanma Üzerine Baltimore Uzun Süreli Çalışması’ (The Baltimore Longitudinal Study of Aging), ilk 20 senesi boyunca hiçbir kadını çalışmaya dâhil etmemiş. Peki ya yakın zamanda sonlanan ve günlük aspirin kullanımının kalp hastalığı riskini azalttığı sonucuna varan ‘Hekimlerin Sağlık Araştırması’ (The Physicians’ Health Study)? Tam olarak 22.071 erkek ve 0 kadın üzerinde tatbik edilmiş. Diyet değişikliği ve egzersizin kalp hastalıklarını önlemede etkisini ölçen 1982 tarihli ‘Çoklu Risk Faktörü Entervansiyonu Deneyi’ (Multiple Risk Factor Intervention Trial) – ya da kısaltmasıyla MRFIT – ise örneklemine yalnızca 13.000 erkeği dâhil etmişti.”
Araştırmalardaki bu erkek odaklılığın etkisi klinikten öteye de uzanıyor. 1997 ve 2000 yılları arasında Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu’nun (US Food and Drug Administration – FDA) piyasadan çektiği on ilaçtan sekizi, kadınlarda çok daha ciddi komplikasyon riski yaratan ilaçlardı. 2018’de yapılan bir araştırma ise bunun sebebinin “temel, klinik-öncesi ve klinik araştırmalardaki ciddi erkek odaklılık” olduğunu ortaya çıkardı.
Bu kampanyanın ABD’de bir etkisi oldu ve 1993 yılından itibaren FDA ve NIH kadınların klinik deneylere dâhil edilmesini şart koştu. 70’ler ve 90’lar arasında bu örgütlerin ve başka birçok ulusal ve uluslararası denetleyici kurumun sözde doğurganlık potansiyeli olan kadınları erken-dönem ilaç deneylerinin dışında tutma politikası olduğunu biliyoruz.
Getirdikleri açıklama ise şuydu: Kadınlar, üretebilecekleri yumurtaların tamamıyla doğduklarından, ilaçların toksik çıkıp ileride doğurganlıklarını etkileme riskini bertaraf etmek adına, ilaç deneylerinin dışında tutulmalı.
Bu politikaların sonucu kadınların yaş, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, çocuk sahibi olma isteği yahut yetisi göz önünde bulundurulmaksızın tüm deneylerin dışında tutulmaları oldu. Erkekler ise, sürekli sperm üretebildikleri için, daha düşük bir risk grubu olarak görüldüler. Epey mantıklı bir politika gibi duruyor değil mi? Tabii tüm kadınları birer yürüyen rahim olarak görmesini ve insan türünün sağlığını doğru anlamamıza engel olan önyargısını saymazsak!
Leslie Laurence ve Beth Weinhouse, 1994’de basılan Outrageous Practices (Çileden Çıkaran Uygulamalar) isimli kitaplarında şunu belirtiyor: “Kadın hormonlarının araştırma sonuçlarını etkileyebileceğini (örneğin ilaçların metabolizasyonuna etkiyle) ifade ederek cinsiyet farkını tanıyan araştırmacıların, sonra bu farklılıkları görmezden gelip sadece erkekleri çalışarak kadınlar için doğabilecek sonuçları da buradan çıkarsaması akla mantığa sığmıyor.”
90’lardan beri klinik deneylere daha çok kadın katılsa da araştırmacılar her zaman sonuçları cinsiyet ve/veya toplumsal cinsiyet ekseninde ayrıştırarak analiz etmediler. Ayrıca, klinik araştırmalar önemli değişikliklere uğramış olsa da, klinik-öncesi çalışmalar hala erkek hücrelere ve erkek hayvanlara odaklanıyor.
2010 yılında yayınlanan araştırmalarında, Annaliese Beery ve Irving Zucker, 2009 yılı boyunca 10 farklı biyoloji alanında memeliler üzerinde gerçekleştirilen araştırmalardaki cinsiyet ağırlığını ve bunların tarihsel öncüllerini incelediler. Bu araştırmaya göre, “Erkek odaklılık sekiz disiplinde açıkça görülüyor, en çok da sinirbilimde tek cinsiyet üzerinde yapılan çalışmalarda erkek hayvanlar dişilere göre 5,5’e 1 oranında fazla yer buluyor. Son yarım yüzyılda, insan olmayan deneklerin kullanıldığı çalışmalardaki erkek odaklılığın arttığını, insan deneklerde ise bunun azaldığını görüyoruz. İki cinsiyetin de denek havuzunda olduğu araştırmaların sonuçlarının ise cinsiyet süzgeciyle analiz edilmediğini görüyoruz. Dişilerin hayvanlar düzeyindeki hastalık modellemelerinde de yeterince temsil edilmemesi yaygın bir durum ve kadın biyolojisine dair anlayışımız da bundan zarar görüyor.”
Bu çalışma, araştırmacıların dişi hayvanları deneylerine dâhil etmemek için sundukları gerekçenin de (yani çok fazla değişken getirdikleri iddiasının) “temelsiz” olduğunu açığa çıkardı.
Ama NIH’in klinik öncesi deneylerdeki erkek odaklılığı kabul etmeye başlaması için 2014’e varmamız gerekti. Fonladıkları tüm araştırmalarda dişi hayvanların da dâhil edilmesini şart koşmaları ise 2016 senesini buldu.
Bu politikalar ve pratiklerin çoğunlukla ‘babacan’, yani kadınları tıp deneylerinin oluşturabileceği zararlara karşı korumaya yönelik olduğu söylenir. Ancak tarih bu söylemi yalancı çıkarıyor. Tarih boyunca kadınlar üzerinde yapılan vahşi tıbbi tedavi deneyleri, tıbbın kadınları bilimsel araştırmalara dâhil etmeyişinin yüce gönüllü babacan/korumacı bir refleksten ibaret olma olasılığını epey azaltıyor. Onun yerine, kadınların bilimsel uğraşlara konu edilecek kadar ilginç değil ama üzerlerinde pratik yapılmaya uygun oldukları izlenimi ediniyoruz.
Çeviri: Deniz İnal
Bu yazının orijinali 13 Kasım 2019 tarihinde The Guardian sitesinde yayınlandı.
** Buradaki hyperlink orijinal yazıda bulunmamaktadır, çevirmen tarafından eklenmiştir.