“Kadın bedeni, devlet ve erkekler tarafından temellük edildiği ve emeğin yeniden üretimi ile birikiminin bir aracı olarak işlev görmeye zorlandığı oranda, kadınların sömürülmelerinin ve direnişlerinin esas zeminidir.” (Silvia Federici, Caliban ve Cadı, s.29)

“Shall I see you tonight, sister, bathed in magic greet?

Shall we meet on the hilltop where the two roads meet?

We will form the circle, hold our hands and chant,

Let the great one know what it is we want.” (Marianne Faithfull-Witches’ Song)

Cadı avları, kadınların Orta Çağ’daki toplumsal statülerini ve kapitalist hetero-patriyarkanın oluşum sürecini anlamlandırabilmek için başvurulabilecek önemli bir tarihsel deneyim. Orta Çağ’ın ilk dönemlerinden itibaren kadın serfler üstlendikleri pek çok görevi, diğer kadınlarla iş birliği içerisinde gerçekleştiriyordu. Bu iş bölümü kadınların erkeklere itaat etmesini buyuran Kiliseye ve erkeklerin eşlerini dövme hakkını savunan Kilise hukukuna rağmen, kadınların erkeklere karşı durabilmesini sağlayan kadın toplumsallığının ve dayanışmasının temelini oluşturuyordu.[1] Kadınlar arasında hâlihazırda var olan ve gelecekte mümkün olabilecek bir dayanışmayı kırmak, şüphesiz cadı avlarının etkileri arasındaydı. Yargılamalar süresince kadın tanıklar ağırlıklı olarak rol oynuyor ve böylece bir yandan aynı cinsiyet kimliğine sahip olmaya dayalı ortak deneyimlerden geliştirilen dayanışma zedeleniyor bir diğer yandan da yargılamaların tarafsız bir niteliğe sahip olduğu gösteriliyordu. 21. yüzyılda yaşayan bir kadın olarak sesim, sözüm ve eylemim bugünden yüzyıllar öncesine sıçrıyor; yıllardır varlığı yadsınan, olumsuzlanan dayanışmam benden yüzyıllar öncesinde yaşamış kadınlara ulaşıyor. Her günüme eşlik eden, bugün yaşayan ve yarın yaşayacak kadınlara duyduğum tarihsel bir sorumluluk var. Ancak bu sorumluluk şu andan ve yarının getireceklerinden ibaret değil, geçmişte yaşamış tüm kadınlara karşı sorumluyum. Zira erkek egemenliği, akraba soylu toplumlardan bu yana kadınları itibarsızlaştırmaya, onları ikincilleştirmeye, yaşamları, bedenleri ve emekleri üzerinde hak iddia etmeye devam ediyor. Feminist bir tahlilden uzak tarih anlatıları, süregelen eşitsizlikleri görünmezleştiriyor ve derinleştiriyor.

Tarihin herhangi bir kesitinde yaşananlara bugünün gözünden bakmak, bugün bildiğimiz doğruları o kesitte de geçerli kılmak ne kadar hatalıysa patriyarkayı yalnızca günümüz kapitalist toplumuna özgü bir gerçek olmaya indirgemek ve tarihselliğinden kopartmak da o kadar hatalıdır. Ancak bir sistem olarak patriyarka dünden bugüne aynı formu korumamış ve değişen koşullar doğrultusunda farklı biçimler alsa da özünde yer alan temel çelişki varlığını korumaya devam etmiştir. Orta Çağ’da yaşayan kadınlar patriyarkal sistemin egemen olmadığı bir dünyada yaşamamıştı ve dolayısıyla toplumsal hayatta karşılaştıkları hiçbir davranış biçimi ya da anıldıkları hiçbir sıfat erkek egemenliğinden azade değildi.

Tarihçesi 12. yüzyıla uzanan cadı mitosunun özellikle 14. yüzyıl itibariyle kazandığı nitelik ve binlerce kadının işkenceye maruz bırakılmasının arkasında yer alan gerekçelendirme, 1482 yılında iki rahip tarafından yayımlanan “Cadıların Kafasına İndirilen Balyoz” bildirgesinde kendini açığa çıkarmaktadır. Söz konusu iki rahibe göre cadıların kadın olması zorunludur çünkü; erkekler tıpkı İsa gibi şeytanın iğvasına kapılmamayı başarabilirler ama kadınlar hem bedenen hem de zihnen daha zayıf oldukları için şeytana kolayca kanabilirler; kendi zayıflıklarından ve yönetme kabiliyetine sahip olmamalarından duydukları öfke sebebiyle daima kin doludurlar; meşru olarak sahip olmadıkları iktidarı şeytan ile iş birliği yaparak kazanmaya çalışırlar.[2] Bildirgede yer alan ifadeleri özetlemek gerekirse: Kadınlar daha saftır, her şeye inanmaya hazırdır, doğaları gereği etkilenmeye daha açıktır. Bu sebeple şeytan kendisine hedef olarak kadınları seçmeyi tercih eder. Dillerini tutamaz ve bildikleri büyü sanatını diğer kadınlarla paylaşırlar, zayıf oldukları için kendilerini cadılıkla korumaya çalışırlar. Doğal nedenine gelirsek cinsel iğrençliklerinden de anlaşılacağı gibi erkeklerden daha çok şehvetle ilgilidirler. İlk kadının oluşumundaki kusuru da unutmamak gerekir, bükülmüş bir kaburgadan yaratılan kadın kusurlu bir hayvandır. İnançtan vazgeçmeye yatkın olan zekalarındaki ilk kusur gibi ikinci kusurları olan aşırı sevgi ve tutku arayışları sebebiyle cadılık veya diğer yollardan öç almaya çalışırlar. Cadılık, kadınlarda doyumsuz olan cinsel şehvetten gelir. Rahim ağızları asla tatmin olmaz. Şehvetlerini yerine getirmek için şeytanla iş birliği yaparlar. Erkeklere ayrıcalık bahşedenler kutsansın…[3]

Düşmanlaştırma politikası iktidarda olanların; ekonomik zorluklarla yaşama tutunmaya çabalayan, hayatın çeşitli alanlarında çeşitli problemlerin etkisini daima üzerinde hisseden, isyana yönelmek için yeterli sebebi olan halk kitlelerini, yanlarına çekmek için sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Dönemin iktidar sahibi Kilisenin yarattığı düşman cadılar, yani kadınlardı. Bu düşmandan kendini koruyabilmenin yolu, Kilisenin doğrularının peşinden gitmekti. Otoritesini sorgulanamaz kılmak için elverişli bir araç işlevi gören bu düşman; işkenceye uğrayabilirdi, yakılabilirdi ve öldürülebilirdi. İlk günahın sorumlusu olan ve sonsuza kadar regl kanı ile lanetlenen kadınların suçsuzluğuna kim inanabilirdi?

Cadılıkla suçlanan kadınların birtakım ortak özellikleri bulunuyordu; birçoğu cinsel olarak faal olmayan, yaşça büyük, eşi hayatını kaybetmiş ya da itaatkâr bir eş olarak nitelendirilmeyen, yalnız yaşayan, yoksul, komşuları arasında baş belası olarak anılan, öfkeli davranışlar sergileyebilen (Hepimizin çok iyi bildiği üzere 2020 yılında dahi öfkelenme hakkı yalnızca erkeklere aittir.) kaşları çatık ve yüzleri kırışmaya başlamış kadınlardı. Söz konusu kadınlar geleneksel hiyerarşilerin dışında yaşıyordu ve hayatları diğer kadınlara oranla bir erkeğin kontrolünün dışındaydı. Patriyarka için bir anomalilerdi.[4] Arzulanabilir kadın standardından uzak özellikler taşıyan, bir erkekle cinsel bir sözleşme ilişkisi içerisine girmemiş, bedenlerinin denetimi bir erkek tarafından kontrol altına alınmamış bu kadınlar; tehlikeliydi, kontrol edilmesi zordu ve düzen dışıydı. Sahip oldukları gücü çarpık bir şekilde elde ettiği iddia edilen güçlü kadınlardı. 1412’de Fransa’nın askeri yenilgisinin suçlusu ilan edilerek yakılan Jan Dark, partner olarak erkekleri reddediyor ve “erkek giysileri” giymeyi tercih ediyordu.[5] 1612’de Salem’de yaşayan Sarah Bishop hakkında verilen ifadelerde, geceleri makul olmayan saatlerde evinde insanları eğlendirdiği, gençlerin ahlakını bozduğu ve kötü bir eş olduğu ifadeleri yer alıyordu.[6] Yargılamaların pek çoğunun arka planında miras hakkına sahip olmayan kadınların miras elde edebilmek için hayatlarındaki erkekleri büyü yoluyla öldürmeye çalıştıkları iddiası yer alıyordu. Essex’te 1621 yılında yargılanan Anne Mortlake, cadı “Dul Chapman”dan eşini delirtmesini istemekle suçlandı, böylece eşinin mülkiyetini elde edecekti.[7]

13. yüzyıla gelinmesiyle birlikte her sınıftan kadının mülke ve gelire ulaşması, gittikçe ticarileşen hayat ile birlikte daha da zorlaştı. İtalya’nın tüccar kentlerinde eşlerinin miraslarının üçte birini alma hakkına sahip olan kadınlar, bu haklarını kaybetti. Pek çoğu kırsal kesimden kentlere göçtü. 15. yüzyıl ile birlikte şehir nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan kadınlar düşük ücretli işlerde (hizmetçi, işportacı, perakendeci, seks işçisi) zor şartlar altında çalışmak zorundaydı. Şehirdeki kadınların erkeğin himayesine tabiiyetleri azalmıştı. Doktorluk ve öğretmenlik gibi işlerde çalışabilen kadınlar da mevcuttu. Kadınların sahip oldukları otonomi arttıkça toplumsal hayattaki varlıkları da daha görünür olmaya başladı.[8] Kadınların görünürlükleri ile kazanımlarının artması ve onlara yönelik saldırılar arasında diyalektik bir ilişki vardır. Patriyarka devamlılığını sağlayabilmek için şiddete ihtiyaç duyar. Romantik bir ilişkinin temelini karşısındaki kadın üzerinde kurabildiği tahakkümde gören bir erkek, onu tüm sosyalliğinden kopartmaya çalışır, hayatına dair kararların kendi denetiminden geçmesini ister. Kadın bu denetimin dışarısına çıkmak ve bağımsızlaşmak istediğinde ise şiddete başvurur. Sistemsel bir ilişkiden bahsediyor olmak bireylerin davranışlarının ve failliklerinin gözden kaçmasına sebep olmamalıdır. Kadınların emekleri, bedenleri ve hayatları makro boyutundan mikro boyutuna kadar; sistem, devlet, toplumsal diğer kurumlar ve hayatlarındaki erkekler tarafından sömürülür. 15. yüzyılda sahip oldukları otonomi artan kadınlar Kilise, iktidara sahip olanlar ve işverenler tarafından baskı altına alınmaya çalışılırken bir yandan da hayatlarındaki erkeklerin şikayetleri üzerine cadılıkla suçlanmıştı. 1500’lü yıllardaki toprakların özelleştirilmesine karşı verilen köylü savaşlarında genellikle direnişi başlatanlar ve sürdürenler kadınlardı. Cadı olarak adlandırılan kadınların katledilmesi böyle bir temel üzerinde gerçekleşiyordu. Cadılar asi kadınlardı ve cadılık Kiliseye başkaldıran ve feodal iktidara karşı mücadele döneminde gelişen kadın kişiliğini tanımlıyordu.[9] Hakları için mücadele eden kadınlar asi olarak anılırken aynı bağlamdaki özne bir erkek olduğunda, verilen onurlu bir mücadeledir. Bir erkekten bahsederken öfkeli olmak haklılığın göstergesidir ancak öfkelenen kadın, mantıksız ve duygusal davranandır.

Kadınların doktorluk mesleğinden dışlanması da uzun zaman almadı. Tıp ve kimya gibi bilimsel alanlarda üretim yapan kadınlardan söz etmek mümkün değildi; kendileriyle aynı bilgiye sahip erkekler uzman olarak anılırken kadınlar ancak şifacı olabilirdi; zamanla şifacılık da yerini cadılığa bıraktı. Doktorluğun üniversite eğitimi gerektiren bir meslek haline gelmesiyle birlikte, kadınların doktorluğu bir meslek olarak icra edebilmelerinin önü tamamıyla kapandı. Üniversitede eğitim alabilen az sayıda kadın mevcut olsa da yasalar doktor olabilmelerine izin vermiyordu. Böylece şehirli sağlık pratisyeni kadınların cadı oldukları iddialarının önü açıldı. “Eğer bir kadın, eğitim görmeksizin birini tedaviye kalkışırsa, bu kadın bir büyücüdür ve ölmek zorundadır.”[10] Geniş bir tıbbi bilgiye sahip bu kadınlar, diğer kadınlarla bir araya gelerek onlara bilgilerini aktarıyor, onlarla yardımlaşıyor ve dayanışıyordu. Onların cadı ilan edilmesiyle birlikte kadınların bir araya gelişleri ve aralarında kurdukları dayanışma da cadı toplantıları olarak anılmaya başlandı. Doğası gereği hiçbir yetkinliğe sahip olmayan kadınların birtakım hastalıkları iyileştirebilme yeteneğine sahip olmasının tek inanılır kaynağı, şeytanla iş birliklerinden kazandıkları büyü gücüydü. Bir grup kadının bir araya gelmesinin tek makul açıklaması, erkeklerin iktidarını yok etmek ve hakları olmayan bir toplumsal statüyü kazanabilmeleri için büyülerini nasıl kullanabilecekleri üzerine toplantılar düzenliyor olmalarıydı. Modern tıbbın kurucuları arasında anılan ve 16. yüzyılda yaşayan Paracelsus, kitaplarından birinde şu cümleye yer vermişti: “Bildiğim her şeyi büyücü kadınlardan öğrendim”. Ancak kadınların bilgi birikim ve yeteneklerinin cadılık ithamı karşısında hiçbir önemi yoktu, hayatın bir alanından daha böylece silinmeye çalışılacaklardı ve değersizleştirileceklerdi. Sahi, tarihte neden kadın doktor yok?

Yargılamalarda sanık koltuğunda istisnai durumlar hariç kadınlar yer alırken yargılayan konumundakiler daima erkeklerdi.[11] Feminist bir slogan olarak sıklıkla başvurduğumuz “Erkek adalet değil, gerçek adalet” tarihin herhangi bir momentinde geçerliliğini korumuş bir taleptir. Dönemin erkek yargısı, çeşitli işkence yöntemlerine başvurarak kadınları gerçekleşmesi mümkün olmayan bir suçu işlediklerini itiraf etmeye zorluyordu. Kadınlar, cadı olup olmadıklarının belirlenebilmesi için sol ayakları sağ ellerine ve sağ ayakları sol ellerine çaprazlama bağlanarak suya daldırılıyor; vücutlarında bir iz ya da siğile rastlanırsa şeytanın yaptığı varsayılıyor; cadıların ağlayamayacağına (Kendisine düşen toplumsal cinsiyet rolü duygusal olmak olan kadınların yoldan çıkmışları, yani cadılar elbette ağlayamayacaklardır.) inanıldığından ağlatılmaya çalışılıyorlardı.[12] Daha önce bir cinsel ilişkiye girip girmediğinin anlaşılması için onlara tecavüz ediliyor, kemikleri kırılıyor ve vücutlarına iğneler batırılıyor; ebeler vücutlarında şeytana dair izler bulmak üzere görevlendiriliyordu.[13] Hayvanlarla olan yakınlıkları, cadılığın belirtisi sayılıyor ve uğursuz sayılan bu hayvanlara zarar veriliyordu. Yargılamalar; kadınların işkenceye maruz bırakılmaları, hapsedilmeleri, öldürülmeleri ve istisnai olarak suçsuz bulunmaları ile sonuçlanıyordu.

Kadınlar kendilerini tehlikeden koruyabilmek ve hayatta kalabilmek için çeşitli stratejiler geliştirmek zorundadır. Günümüzde kadınların ıssız bir sokakta yürürken telefonla konuşuyor rolü yapması ya da kendisini koruma imkanını geliştiremeyeceğini hissettiği bir anda göz temasından kaçınmak, cevap vermemek vb. davranışları bir öz savunma aracı haline getirmesi bu stratejiler arasındadır. Suçsuzluğuna hiçbir şekilde ikna olmayacak bir mahkeme karşısında başka bir seçeneği olmadığını düşünen kadınlar da cadı olduklarını itiraf etmeyi bir strateji olarak tercih etmiştir. Böylece cadılığın korkutucu niteliğinden yararlanmayı ya da tanrısal yeteneklere sahip olduğunu söyleyerek yargıçları durdurmayı amaçlasalar da sonuç değişmemiştir.[14]

Yargılamaların kadın tanıkları üzerine düşünürken toplumun cadılığın gerçek bir tehdit olduğuna dair inancı ve cadılara karşı duyulan derin korku akılda tutulmalıdır. Cadıların çocukları şeytanın yolunu seçmeye ikna etmeye, onları ayartmaya çalıştıkları yönünde ciddi bir inanış söz konusuydu. Çocuk bakımı ağırlıklı olarak kendileri üzerinde olan kadınlar, çocukları için kaygı duyuyordu. Onların bildiği, gördüğü ve zorunda olduğu yaşamın dışarısında pratiklerle karşılaşmak onları endişelendiriyor, tehlikede hissettiriyordu. Komşuları olan kadınların alışılmışın dışındaki yaşayışları onlarda bir yanlışlık hissi uyandırıyordu. Patriyarkal ilişkiler ve normlar, yalnızca erkeklerin zihinsel dünyalarını değil; onlarla aynı toplum içerisinde yaşayan kadınların da düşünce ve davranış biçimlerini etkiler ve belirler. Her toplumsal kurum ve irade tarafından kendilerine öğretilen ikincil rolü içselleştiren kadınlar patriyarka ile iş birliği içerisinde olabilirler. Kadınların kendi tabiiyetlerinin yeniden üretimindeki rol ve kadınlar arasındaki egemenlik/tabiiyet ilişkisinde tabi olanın iş birliği belki de benzersiz bir örnektir; erkek egemenliğinin kaynağını açıklamaz ama patriyarkanın devamlılığı için baskının yanı sıra işleyen önemli bir mekanizmayı anlatır.[15] Kadınlar “namus” ve cadılık pratiğine dayanan suçlamalara karşı, kendi kendilerini savunmak ve diğer kadınları gözden düşürmek için rekabet etmek zorundaydı. Erkek hukuk sistemi tarafından uygulanan kadın düşmanı çifte standart karşısında, hayatta kalabilmeye yönelik bir strateji geliştirmeye çabalıyorlardı.[16] “Kadın, kadının yurdudur.” ancak bunun mümkünatı, kadınların bir parçası ve devamcısı olmaya zorlandıkları patriyarkal kurallardan sıyrılabilmesinden ve politikleşmesinden geçer. Hiçbir tarihsel ve öznel koşulu ortaya çıkan denklemin bir parçası olarak görmemenin ve yüzyıllar önce yaşamış kadınları bulundukları bağlamdan kopartıp “hemcinsinin düşmanı” ilan etmenin akla yatkın bir açıklaması bulunmuyor. Patriyarka içerisinde kadın ve erkek toplumsal gruplarının birer karşıt, bir başka ifadeyle düşman olarak belirlenmesinin temel sebebi bu iki toplumsal grup arasında bulunan çıkar çatışmasıdır. Erkekliği güçlendiren herhangi bir pratikte, bu süreçte rol oynamış kadınlar bir toplumsal grup olarak ancak güçsüzleşebilirler. Kadınların güçlendiği bir ihtimalde ise erkeklerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri de vardır.[17]

Cadı avlarının ve kadının yeniden üretim sürecindeki rolünü sabitleyen cinsiyete dayalı iş bölümünün bağlantısı nedir? Cadılığın lanetlenmesiyle birlikte kadınların erkeklerin kontrolü altında olması gerektiği düşüncesi halihazırda kabul görmekteydi. Katledilen şifacı kadınlar, çeşitli doğum kontrol yöntemleri bilgisine sahipti ve çocuk düşürebiliyorlardı. Bir erkekten bağımsız yaşayan kadınların cadılıkla suçlanmaları, diğer kadınları aksi yönde bir hayat yaşamaya itiyordu. Kadınların var oluşunun birçok yanı, itaatkârsızlık olarak adlandırılmıştı. Cadı avları, kadınların sahip olduğu doğum kontrol yöntemlerini ellerinden almanın bir aracıydı. Ekonomik kriz karşısında, nüfusu arttırma politikasının yerine getirilmesine elverişli bir ortam böylece yaratılmıştı. Annelik, zorunlu emek statüsüne indirgendi ve kadınlar devlet için çocuk doğurmaya zorlandılar. 17. yüzyıla gelindiğinde sabit bir gerçeklik halini alan bu durumun izlerini, günümüz iktidarları hâlâ taşıyor ve kadınlara üç çocuk doğurmaları tavsiyesinde (!) bulunmaktan çekinmiyorlar. Ancak cinsiyete dayalı iş bölümünün tek etkisi kadınların doğurganlıkları üzerinde bir denetim mekanizması kurmak değil, aynı tarihsel dönemde kadınlar işsizleştirildi. Kadınların ev dışında çalışmamaları ve eşlerine “yardımcı olduğu” oranda bir üretimde bulunabilmeleri artık yaygın olarak kabul gören bir görüş halini almıştı. Ev içi yeniden üretim süreci, doğallaştırılmış bir süreçtir. Aynı işleri yapan erkekler üretken olarak nitelendirilirken kadın yalnızca doğası gereği yapması gereken günlük uğraşları sürdürüyor olur. Böylece halihazırda bedenine yabancılaştırılmış kadın, emeğine de yabancılaşıyor. 15. yüzyılın sonlarından itibaren zanaat işçileri, kapitalist tüccarlar karşısında çıkarlarını korumak gayesiyle kadın işçileri atölyelerden uzaklaştırmaya çabaladılar ve bu doğrultuda kadınlarla çalışan erkeklerle çalışmayı reddettiler, grevlere gittiler. Ev dışında çalışmaya cesaret eden kadınlar cadı olarak gösterildi. Kadınların üretkenliklerinin yeniden üretim süreci ile sınırlandırılması, ev sanayisinde düşük ücretli işçiler olarak çalıştırılmalarının zeminini de yarattı. Proleter kadınlar, işçi erkeklerin kaybettikleri toprakların bir yedeğidir, emekleri herkesin kullanımına açık bir doğal kaynaktır. İlksel birikim döneminde aile, kadın emeğini görünmezleştiren en önemli kurum halini alır, erkek ve kadın emeği gitgide farklılaşır. Cadı avları, kapitalizm öncesi Avrupa’da kadın gücünün temelini oluşturan bütün pratikleri, feodalizme karşı mücadeledeki direnişlerinin koşulunu, kadınlar arası kolektif ilişkileri ve kadınların sahip olduğu bilgileri yok etti. Cadı avları sırasındaki kadın tasnifi, inşa edilen yeni kadın imgesiyle birlikte yerini edilgen, itaatkâr, cinsel açıdan isteksiz ve ahlaklı kadınlara bıraktı.[18]

Kadınların adlarının başına eklenen sıfatlar tarih boyunca farklılık gösterse de herhangi bir zaman diliminde yaşamış bir toplumun kadını algılayışının patriyarkal izlerini sürdüğümüzde, ulaştığımız yanıtlar anakronik olmaktan oldukça uzak. Toplumsal kurumlar bu izlerin kalıntılarını yarınlara taşımak üzerine dizayn edilmiş durumda, çünkü sistemsel olarak kendisine ezen konumu tanınanların bu gidişattan bir çıkarları var. Adem’e itaat etmediği için cezalandırılan Lilith, itaat etmeyi reddeden kadınlar tarafından sahiplenilirken egemen sistemin anlatısı onu şeytanlaştırmayı ve kindar kadın kalıbının bir örneği olarak sergilemeyi tercih etti. Hukuk partnerler arasında gerçekleşen cinsel saldırıyı uzun yıllar boyunca yaptırıma bağlamadı; kadın dışarıda çalışıyor olsa dahi ev içi karşılıksız emeğini sürdürmek zorundadır ve kazandığı paranın kontrolü kendisine ait değildir; hayır cevabı bir erkek karşısında dile getiriliyorsa hiçbir bağlamda tanınmaz; kadının nerede kahkaha atabileceğine, hangi davranışının rıza sayılacağına, günün hangi saatini dışarıda geçirebileceğine erkekler karar verir; çünkü bir kadın, emeğini ve bedenini karşısındaki erkeğe teslim etmek zorundadır. Tüm bu pratikler erkeklerin meşru iktidarının doğal bir uzantısıdır ve fail konumunda olan hiçbir zaman sahip olamayacakları iktidarın peşine düşen, ikincilliklerini inkâr eden, itaat etmeyen, öz savunmaya başvuran kadınlardır. Kadınları dört duvar arasında bir yaşama hapseden, kendi yaşamları ile ilgili hiçbir karar almalarına izin vermeyen, patriyarkadan kaynaklı şiddet biçimlerinin her tezahürünü içeren aile kurumu meşrudur fakat bağımsız bir hayat yaşayabilme arzusu taşıyan ve bu doğrultuda kendisini mahkûm edildiği şiddet döngüsünden kurtarmaya çalışan kadın suçludur.

Yazının sonlarına gelirken cadı avlarının politik arka planını anlatan bir videoda rastladığım bir yorumu paylaşmak istiyorum:

“Bu feminist bakış sadece kadınların yaşadığı bir ülkenin kuruluşuna gider. Bari yapay zeka sentetik deriyle kaplanıncaya kadar bekleyin. Sonra ülke mi kuracaksınız, dünya mı değiştireceksiniz sizin bileceğiniz iş. Biz sentetik dişi androitlerle musmutlu olacağız. Siz de lilithçilik oynayın.”

Kadınları 21. yüzyılda tahakküm altına almak isteyenlerin orta çağdakilerden farklı olduğunu söyleyebilir miyiz? Artık mahkeme kararları neticesinde yakılarak öldürülmüyoruz fakat transseksüel olmamız sebebiyle sokaklarda yakılıyoruz; kadın eylemlerinden işkenceyle göz altına alınıyor ve işkenceyle sorgulanıyoruz; sorumlu devlet kurumlarının maruz bırakıldığımız şiddete müdahale etmemeyi tercih etmesi sebebiyle öldürülüyoruz. “Lilithçilik oynamak”tan, sözde toplum düzeninizi ve aile yapınızı sarsmaktan, öz savunmaya başvurmaktan vazgeçmeye niyetimiz yok. Hatta yapay zekadan söz etmişken, ürettiğiniz seks robotlarına hayır cevabı verme özelliğini ekleyip onları bir “tecavüz fantezisi” aracı haline getirmenize izin vermeye de niyetimiz yok. Bugünün cadıları; sadece kadınların yaşadığı değil ancak hiçbir erkeğin ve hiçbir iktidarın kadınlar üzerinde tahakküm kuramadığı bir ülkeyi, bir dünyayı kurana dek patriyarkanın karşısında durmaya ve birbirinin elinden tutmaya devam ediyor. Yaratıldığımız (!) kaburgayı kırmanın vakti çoktan geldi.

“Yakamadığınız cadıların torunlarıyız.”

[1] Silvia Federici, Caliban ve Cadı, çev. Öznur Karakaş, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012, s. 32.

[2] Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, İstanbul: Metis Yayınları, 2013, s. 219

[3] Heinrich Kramer ve James Spranger tarafından kaleme alınan “The Malleus Maleficarum”u detaylı olarak inceleyebilmek için: http://www.malleusmaleficarum.org/downloads/MalleusAcrobat.pdf

[4] Sharpe, J. A. (1991). Witchcraft and women in seventeenth-century England: some Northern evidence. Continuity and Change, 6(02), 179.  https://doi.org/10.1017/S0268416000001326

[5] Suna Karaküçük “Korkunun Kadınları”: Cadılar ve Cadıcılık, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 13 Sayı: 2 – Güz 2010, s. 49.

[6] Tutanaklar için: http://salem.lib.virginia.edu/n14.html ayrıca Salem’de yargılanan kişiler ve karşılaştıkları yaptırımlar için: http://www.17thc.us/primarysources/accused.php?pg=1

[7] Essex cadı yargılamalarını incelemek için: http://www.witchtrials.co.uk/ ve http://witching.org/

[8] Silvia Federici, Caliban ve Cadı, çev. Öznur Karakaş, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012, s. 50-51.

[9] a.g.e. s.250-263.

[10] Barbara Ehrenreich, Cadılar, Büyücüler ve Hemşireler, çev: Ergun Uğur, İstanbul: Kavram Yayınları, 1992, s. 31-34.

[11] 1560-1740 yılları arasında İskoçya’da cadılıkla suçlanan kişilerin cinsiyet kimliğine göre dağılımı: http://witches.shca.ed.ac.uk/index.cfm?fuseaction=home.graph4

[12] W.B. Crow, Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi, çev. Fulya Yavuz. İstanbul: Dharma Yayınları, 2006, s. 277.

[13] Kral Sunguons ebeleri cadılıkla suçlanan kadınların bedenlerini incelemek için görevlendiriyor: https://www.nationalarchives.gov.uk/education/candp/crime/g04/g04cs3s3.htm

[14] Suna Karaküçük, “Korkunun Kadınları”: Cadılar ve Cadıcılık, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 13 Sayı: 2 – Güz 2010, s. 49.

[15] Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih, Ankara: Dipnot Yayınları, 2019, s. 221.

[16] a.g.m.

[17] Gülnur Acar Savran, Nesrin Tura Demiryontan, Kadının Görünmeyen Emeği, İstanbul: Yordam Kitap, 2016, s. 198.

[18] Silvia Federici, Caliban ve Cadı, çev. Öznur Karakaş, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012, s. 125-154.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.