Yıllar geçti devlet ‘erk’inin özneleri değişti, ama iktidarın zulmünü meşrulaştırmadaki ‘takdire şayan’ istikrarı devam etti. Muhalefetin her türlüsünün topyekün kriminalize, terörize edildiği, sanatın, edebiyatın, direnişin, politik özne olmanın düşmanlaştırıldığı, kapitalist birikimin hayal edilemez boyutlara ulaştığı, yoksulluk ağlarının derinleştiği, kadın cinayetlerinin, mizojininin tavan yaptığı ‘bir başka’ memleketimde insanın karamsarlığa kapılmadan dayanışarak, var olabileceğini öğrendim.

Üç gündür süren kar fırtınası, iki günlük okul tatilinin ardından, haftalık rutinimizi yaptık. Kütüphane görevlisinin “Bu kadar kitabı okuyor musunuz?” sorusuna nazikçe gülümseyerek, “Tabii, çok iyi geliyor özellikle böyle bir zamanda,” diyorum. Gülümsememi muhafaza etmeye çalışarak, “İyi ki de var kütüphaneler,” diye de ekliyorum. Sol gözüm kısılıyor istemsizce. Üç büyük çantadaki kitaplarımızı arabaya taşıyoruz. Ellerimize dezenfektan sıkıyoruz. Silecekleri çalıştırarak anahtarı çeviriyorum. Radyoda Biden yönetiminin hazırladığı teşvik paketinin detaylarını dinlemeye çalışıyorum. Cumhuriyetçiler’in paketi pahalı bulduğunu söyleyen spiker röportajlara geçiyor. Üniversite mezunu genç bir kadının “İki işte çalışıyorum, sabah altıdan akşam ona kadar sürüyor ve masraflarımı karşılamaya yetmiyor!” deyişini duyuyorum. “Ayrıca öğrencilik döneminde aldığım borçları ödemeye de gücüm yetmiyor,” diye ilave edişini. Onu kaygılı genç bir erkek sesi takip ediyor; “Çocuklarım var ve evden çıkarılma ihbarı aldım.” Sonra asgari ücret tartışmalarını dinliyorum. Prestijli bir üniversiteden bağlanan ekonomi profesörü, Roosevelt’ten başlayarak sendikaların örgütlü hareketinin tarihini anlatıyor, insanların alım gücünün her geçen gün düşerken asgari ücretin neredeyse sabit kaldığını. “Hava çok soğuk ama evden çıkarılıyor insanlar,” derken aklım tekrar Çağlayan Adliyesi’ne kayıyor. Birkaç dakika önce kütüphanede dayanışma ağlarının sosyal medya paylaşımlarına bakmıştım, kararın açıklanmasının bekliyorum onlarla birlikte. “Lütfen tutuklanmasınlar, lütfen!” diyorum. Şeyma’nın arkadaşlarıyla birlikte canlı yayında götürülüşü gözümün önünden gitmiyor. Boğazımda kocaman bir yumru, yutkunuyorum. Derin bir nefes alıyorum. Ufak maskesinin içinden beş yaşındakinin sorusunu duyuyorum:

“Anne Şeyma kim?” Hızlıca ikinci kez yutkunup, “Benim annecim,” diyorum. “Hayır, Türkiye’deki,” diye ısrar ediyor sondaki -i’yi uzatarak. Maskemi ağız ve burun hareketleriyle düzeltmeye çalışırken, “Siz bir şeyler mi izlediniz?” sorusuyla zaman kazanmaya çalışıyorum. “Ben babayla ‘News’ izliyordum,” diye araya giriyor, yedi yaşında ve sürekli ‘News’, hatta ‘breaking news’ izlemek isteyeni. “Anladım,” diye başlıyorum “Şeyma Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilerden birisi, haksızlığa karşı duran, Türkiye’nin güzel bir yer olması için mücadele veren…” diye devam ediyorum ve “Aslında Boğaziçi’ne ‘president’ atanmıştı…” derken, “Biliyorum,” diye tekrar araya giriyor büyüğü. “Ve Şeyma ve arkadaşları da bunu protesto etmek istediler. O esnada polis onları zorla götürmek istedi,” diyorum. Çaresizce beş ve yedi yaşında çocuklarla konuşmanın içeriğini süzerek, bir yandan da dürüst cevap vermeye çalışarak can havliyle devam ediyorum. “Coğrafya kaderdir,” diyorum içimden. “Bu çocukları hayalet gibi takip eden coğrafyaları var.” Maske gittikçe gözlerimin üzerine doğru ilerliyor. “Aslında onlar o atanmış ‘president’ geldikten sonra tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılmasını istediler ve kendi üniversitelerinde kalarak protesto ediyorlardı. Özgür olmak, bilgiye ulaşmak istediler, adaletsizliklere karşı geldiler, aslında üniversite öyle bir şey değil mi? Hani biz kitaplar okuyup tarih öğreniyoruz, başka şeyler bilmek istiyoruz ya aslında…” ‘Aslında’ların sonu gelmiyor.

Sabırla dinleyen beş yaşındaki “Anne sen de Boğaziçi Üniversitesi’nde misin?” diye soruyor. “Ben 17 yıl önce başlamıştım, annecim.” diyorum ve hep beraber susuyoruz.

Boğaziçi’ne atanan kayyumla başlayan günlerdir uzaktan ve gayet yakından takip etmeye çalıştığımız gündemi, duygularımızı hızlı trendeymişiz gibi nereye koyacağımız bilmeden, aynı anda hem öfkeli hem umutlu ama hep neşeli olmayı hep bir anda yaşayarak deneyimliyoruz.

Şeyma’yı 4 Ocak’ta T24’te yayımlanan röportajıyla tanıdım. Sonra Nevşin Mengü’nün canlı yayınında “Kanka Şeyma’yı geri al!” çığlıkları arasında gözaltına alınışını gördüm içim acıyarak. İfadesinde ters kelepçeyle başörtüsünü bağlamasına izin vermediklerini okudum öfkeyle, ve sonrasında bu genç kadını karalamaya çalışan örgütlü kötülüğün nasıl başaramayacağına şahit oldum/olduk.

Peki bu olup bitenin Boğaziçi’nden ibaret olmağını anlatan, yaşananları tarihsel ve politik bağlamına yerleştiren, kadın ve kuir düşmanı kayyum-rektörlerle mücadelenin önemini anlatan, üniversitelerin ranta açılmasına, kapitalist birikimin ayrı bir cephesi haline gelmesine karşı mücadeleye çağıran Şeyma, kendisinden kilometrelerce uzakta olan diğer Şeyma için kimdi ya da nasıl ve nerede kesişmişti yolları?

Çocukluğundan itibaren müzmin bir göçebe olarak göçmenliğin farklı türlerini yaşamış muhafazakar/dindar bir ailenin en büyük çocuğu ve aynı ailenin üniversiteye giden ilk kadın bireyi olarak tanıştığım Boğaziçi Üniversitesi, diğer birçoklarının da dile getirdiği gibi soru sormanın ne kadar kıymetli olduğunu öğretti tarih, siyaset, iktisat, sosyoloji, hukuk derslerinde.

Ayrıca bütün bunların toplumsal cinsiyetle ve tabii ki kapitalist patriyarkayla ilişkisini, devlet ataerkisinin binbir yüzünü ve halini görebilmeme, idrak edebilmeme kapı açtı. Bunları didaktik ve tepeden bakan anlatıların, son kertede hangi siyasal iktisada hizmet ettiğinin izini sürmeme izin verecek diğer sorularla ve ‘kafası karışmış’larla buluşturarak yaptı. Kapitalist ataerkinin devletçi safhasından, serbest piyasasacı -hadi anahtar kelimeyi de kullanalım- en ‘neoliberal’ haline geçişinin tarihsel izini sürebilmem için gerekli analitik, politik araçları vermekle kalmayıp, aynı zamanda beni yıllar boyu bana farklı dönemlerde eşlik edecek politik bilincimle de tanıştırıyordu, yeni arkadaşlıklar ve entelektüel karşılaşmalar sayesinde. Hem fiziksel olarak hem de sembolik olarak, dayanışmanın ne olduğunu öğrendiğim, resmî anlatıların sadece üstünü örtmekle kalmayıp, bir de ‘şiddet’le ‘inkar ettiği’[1] Ermeni, Kürt ‘meselesi’nin kendim de bizzat Türkiyeli bir göçmen olarak tecrübe ettiğim ‘Kıbrıs meselesi’nin ve daha birçok ‘meselenin’ ekopolitiğini anlamaya teşvik ediyordu beni. Çünkü anlamaya çalışarak insan aynı zamanda var olan ve hatta daha da korkunçlaşan eşitsizlikleri, adaletsizlikleri değiştirmeye de cüret ediyordu.

Yıllar geçti devlet ‘erk’inin özneleri değişti, ama iktidarın zulmünü meşrulaştırmadaki ‘takdire şayan’ istikrarı devam etti. Muhalefetin her türlüsünün topyekün kriminalize, terörize edildiği, sanatın, edebiyatın, direnişin, politik özne olmanın düşmanlaştırıldığı, kapitalist birikimin hayal edilemez boyutlara ulaştığı, yoksulluk ağlarının derinleştiği, kadın cinayetlerinin, mizojininin tavan yaptığı ‘bir başka’ memleketimde insanın karamsarlığa kapılmadan dayanışarak, var olabileceğini öğrendim 17 yıl önce başladığım, nereye gitsem götürdüğüm, ve aslında hâlâ orada olduğum Boğaziçi’nde.

Ayrıca, akademinin, üniversitenin, özellikle marjinalize edilmek istenen bireyler için seçilmiş aile anlamına geldiğini, kişisel olanın siyasi olduğunu, akademiyle olan bağın diğer aidiyetlerin üstünde farklı yurttaşlıklar yaratacağını da Boğaziçi’nde öğrendim. Ve kendini yenilemede bu kadar yaratıcı yöntemlerle akıllara durgunluk veren ataerkil devletin, kâh başını örtmesiyle kâh örtmemesiyle derdi olan ama her gün katledilen kadınlara namus bekçiliği yapan, kutsal “aile”nin yıkılmaması için kadınların yakılmasına, kesilmesine, “kol kırılır, yen içinde kalır” düsturuyla, “aile sırrımız” fetişizmiyle her an karşımıza çıkışını fark edebilmeyi öğrendim.

Fakat daha önemlisi baskıyla, iktidarla ezilmek istenenlerin direneceğini, direneceğini ve gene direneceğini, dayanışacağını da öğrendim yanımda taşıdığım Boğaziçi’nden. Dayanışmayla büyüyüp ve çoğalacağımızı, ataerkil devleti korkutacağımızı, ve onlar korkudan silahlara, keskin nişancılara sarılırken bizim direnişe ve birbirimize sarılacağımızı öğrendim.

Coğrafya kader midir? ‘Kader’ denilene kolektif öznelikle nasıl karşı konulur? Patriyarkanın devletinden, ailesine bin bir türlü kurumuna karşı nasıl mücadele edilir? Neşeyi de öfkeyi de kendimize nasıl yol arkadaşı kılarız? Daha çok yolumuz var yürünecek ve bakılacak çok gökyüzü var.

Şeyma’nın, Şeymaların yaptığı gibi doğru bildiğimizi söylemekten geri durmayacağız. Sahte gündemlerinizle, yaftalamaya çalıştığınız plastik suçlarınızla, ahlaksız ahlakçılığınızla o kadar küçüksünüz ki! Ve biz o kadar varız ki, o kadar çok. Şeymaların varlığına, mücadelesine, haklılığına, doğruluğuna ve sizin yalanlarınıza, yalancılığınıza, zulmünüze şahidiz.

Şeyma benim, Şeyma biziz, Şeyma umut, Şeyma direniş, Şeyma dayanışma… Ve dayanışma yaşatır.

“Evet annecim, hâlâ Boğaziçi Üniversitesi’ndeyim!”

[1] Fatma Müge Göçek. 2015. Denial of violence: Ottoman past, Turkish present, and collective violence against the Armenians, 1789–2009 by Oxford, Oxford University Press.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.