Özellikle erkekler, erkek üstünlüğünün normal, doğal ve dolayısıyla da değiştirilemez olduğuna çaresizce inanmak istiyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Fransız antropolog Françoise Héritier’nin moderatörlüğünü yaptığı 2014 tarihli ve kadına şiddet konulu bir konferansın yeniden paylaşıldığını gördüm. Héritier’nin sözlerinden alıntılanan başlık özellikle dikkatimi çekti: “Tüm türler arasında erkeğin dişiyi öldürdüğü tek canlı türüyüz.” Bu sözler düşündükçe daha da vurucu gelmeye başladı ve sizlerle paylaşmak istediğim çeşitli düşüncelere sürükledi.
Geçen yaz bir arkadaşımın doğum günü kutlaması için bir restorana gitmiştik; tanımadığım birkaç insan vardı. Akşamın ilerleyen saatlerinde, prestijli bir üniversitenin mezunu, kendini eğitimli ve görgülü olarak tanımlayan bir bey ile hafif bir münakaşaya tutuştuk. Tartışmanın kıvılcımı, benim toplumsal cinsiyet çalışmaları okuduğumu söylemem ile çakıldı ve kısa zamanda bu adamın “saçmalık” olarak nitelediği çalışma alanım hakkındaki karşıt argümanlarımız üzerinden alevlendi. Kendisi toplumsal cinsiyetle ilgili “toplumsal” ve “sosyal” olanı açıklama girişimlerimi, kadın-erkek ilişkilerini biyolojik temelli anlatılarla “meşrulaştıran” argümanlarla bertaraf etmeye çalışıyordu. Baktım konu dönüp dolaşıp ilkel insanın mağara hayatına geliyor, hem biraz yorulduğumdan hem de saat ilerlediğinden tartışmayı uzatmadım; sonra da herkes dağıldı zaten. Büyük ihtimalle bu adam da evine dönüp, “boş heveslere” kapılan bir kadını daha alt etmenin ve doğru yola sokmanın gururuyla güzel bir uyku çekti.
Hayatımın özellikle son iki yılı bu tarz erkekleme (mansplaining) anekdotları ile dolu. Toplumsal cinsiyet çalışmaları hakkında bir bilgi sahibi olunmamasına rağmen hissedilen fikir belirtme ihtiyacı o denli baskın ki, insanın maruz kaldığı önyargılardan ötürü kulakları acıyor artık. Fakat bu ileri sürülen fikirlerde özel bir ortaklık dikkatimi çekiyor: Sosyal (ya da sosyal bilimlerden) olanı görmezden gelme ve itibar etmeme; ve biyolojik esaslı argümanlara sığınma. Sürekli bir “ama ilkel adam…” sözüyle başlayan ve erkeğin kadın üzerindeki iktidarını erkeğin fiziki gücü ve anatomik yapısı, sözde hayvansı doğası, karşı koyamadığı cinsel dürtüsü ve dölleme arzusu ile açıklama gayreti ile karşılaşıyorsunuz. Bazen öyle geliyor ki, özellikle erkekler, erkek üstünlüğünün normal, doğal ve dolayısıyla da değiştirilemez olduğuna çaresizce inanmak istiyorlar.
Héritier’nin yukarıda paylaştığım sözü işte tam bu noktada devreye giriyor: Madem vurguyu insanın sosyal yönünden ziyade hayvansı yönüne koyuyoruz, öyleyse bir tek insan cinsinde görülen erkeğin kendi türündeki kadını öldürmesi durumunu nasıl açıklayacağız? Madem erkek hayvansı doğası buyurunca kadına hükmediyordu, öyleyse hayvan cinslerinde bile görülmeyen bu şiddet eylemini nasıl meşrulaştıracağız?
Kadın cinayetleri, ne yazık ki, halen, en korkutucu ve en akıl almaz yöntemlerle gerçekleşmeye devam ediyor. Ve inanın, bu kadınları katleden erkekler, ilkel insanın o varsayılan dürtüsel ya da içgüdüsel hareketleri neticesinde değil, düşünülmüş ve hesaplanmış sindirme ve korkutma yöntemleri ile öldürüyorlar kadınları. Burada erkek bakımından söz konusu olan bir hayat mücadelesi falan değil; toplumun ona biçtiği erkeklik gereğince bir güç gösterisinde bulunmak.
Aynı şekilde Susan Brownmiller, 1975 tarihli kitabında tecavüzün tanıdığımız şekliyle bir tek insan cinsinde gözlemlenen bir eylem olduğunu yazmış ve biyolojik ve toplumsal argümanlarla bu savını desteklemişti. Bu durumda yine, erkeğin karşı koyamadığı, önleyemediği ya da kontrol edemediği fiziksel, cinsel arzularının spontane bir dışavurumundan ziyade, bilinçli bir toplumsal iktidar gösterisiyle karşılaşıyoruz. Zira, tecavüzcü erkek, arzusunu eyleme dökmeden önce içinde bulunduğu sosyal bağlamı değerlendiriyor, çeşitli stratejiler ve alanlar yaratıyor, yakalanmamak için kanıtları manipüle edebiliyor ve hatta suçlandığı takdirde takım elbise giyerek sosyal imajını nasıl yeniden şekillendirebileceğini bile biliyor. Burada ilkel insanınkinden çok daha gelişmiş bir mantık yürütme gören bir tek ben değilimdir herhalde.
Cinayetin ya da tecavüzün sosyal dinamikleri olan eylemler olduğu anlaşılabiliyorsa, niçin daha “sıradan” ve daha “görünmez” olan eril tahakkümün toplumsal bir açıklaması olduğuna inanılmak istenmiyor?
Şüphesiz biyolojik olanla ilgili inkar edilemeyecek bir gerçeklik var. Konunun uzmanı değilim, fakat bu gerçeklik her neyse, sunumu ve aktarımı konusunda bir sıkıntı olabileceğini düşünüyorum, özellikle de elde edilen bulguların ana akımlaştırılması aşamasında. Bu noktada akla ilk gelen örnek, okullarda biyolojinin zorunlu bir ders olarak okutulurken toplumsal cinsiyet isminin neredeyse hiç geçmiyor oluşu. Fakat bu durum, toplumsal cinsiyet çalışmalarının asılsızlığını değil, müfredatı şekillendiren eğitim kurumlarının bağlı olduğu politik mercilerin duruşunu gösteriyor.
Ayrıca, bana öyle geliyor ki, insan bedenine ve davranışına yönelik yıllar süren araştırmalar, üç-beş cümleyle anlaşılmaya ve aktarılmaya çalışıldığı noktada indirgemeci olabiliyor ve insanları da derinlikten yoksun, basit ve banal çıkarımlar yapmaya itebiliyor. Düşünüyorum da ilkel insanlarla ilgili argümanlarını her fırsatta ısıtıp duran kaç insan bu konuda ayrıntılı bir araştırma yaptı, kaçı doğru kaynaklara ulaşmak için gerekli gayreti sarf etti?
Bir de, fiziksel bilimlerde bilginin üretildiği ve dolaşıma sokulduğu kanalların toplumsal cinsiyet perspektifini ne denli değerlendirdiğinin de sorgulanması gerekiyor diye düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet, görece yeni bir çalışma alanı ve hızla diğer bilim alanlarına nüfuz ediyor. Ve dokunduğu neredeyse her alanda kadın ve erkeğin eşit derecede söz ve bilimsel yayın hakkına sahip olmadığını, eşit şartlarda değerlendirilmediğini ve eşit statülere ulaşmasının engellendiğini ortaya çıkarıyor. Neden biyoloji bu alanlardan biri olmasın ki? Belki bize ulaşan bilgilerin üretilme ve çoğaltılması noktasında da toplumsal bir eşitsizlik var.
Sonuç olarak, artık erkeklemeye maruz kalma ihtimaline karşın yanımda toplumsal cinsiyetin ne olduğunu açıklayan ufak bir kitapçık ile dolaşmaya karar verdim.
Önce o bir okunsun, sonra biz yine tartışırız.