“Şefkatsiz” sergisi soğuk tuğla duvarları, sigara yanıkları içindeki bebek pijaması ve duvarlara asılmış siyaha bürünmüş bebek battaniyeleri ile iktidar sahibi yetişkinlere kara bir ayna tutuyor. 8 Aralık’a kadar Merdiven Sanat Galerisi’nde görebileceğiniz bu sergi ve sanat dünyasında kadın olmak üzerine Neriman Polat ile bir söyleşi yaptık.
“Şefkasiz” sergisinde yer alan battaniye çalışmaları üzerine uzun zamandır çalışıyorsun. İlk battaniyeyi 2016’da mı sergilemiştin? Bu çalışmaların başlangıcı 2016 yılında “Kayıpta Saklı” sergisinde gösterdiğin “Elbise” ve “Yasını Tutacağım” isimli kumaş üzerine müdahale ederek yaptığın işlere dayanıyor diyebilir miyiz?
Battaniye serisinden bir işi ilk kez Halka Sanat’ta gerçekleşen “Uykusuzlar Atlası” sergisinde gösterdim. “Öğretmenim Şehri Terk Etti”, “Geldiler Geldiler” isimlerinde, biri pazen kumaştan diğeri Bambi battaniyesinin siyaha boyanmış halinden oluşan iki parçalı bir çalışmaydı. Tabii bu aslında kumaşa müdahalelerle başlayan bir süreç çünkü benim daha önceki sanat pratiğim daha çok video ve fotoğraf, ses ya da yazıya dayalıydı. 2016 yılında “Kayıpta Saklı” sergisindeki işlerimle birlikte yeni bir sürece girdiğimi söyleyebiliriz. İlgilenenler “Elbise”yi de 30 Aralık’a kadar Depo’daki “Büyük Resim” sergisinde görebilir.
Peki 2016’da “Uykusuzlar Atlas”ında gösterdiğin battaniyeyi de “Şefkatsiz” serisinin bir parçası olarak mı görüyorsun? Yani izleyici diğer battaniyelerin peşine de düşmeli mi?
Aslında “Şefkatsiz” bence tek başına bir bütün yani tek bir iş. Daha önceki battaniye çalışmalarımı ayrı parçalar olarak konumlandırdım. “Şefkatsiz”in bütün parçaları birbirleriyle bağlantılı ve aslında bu mekana özgü bir yerleştirme. Bu seçkide yer alan battaniyeler mekanla birlikte yeniden birleştiler ve yeni öğeler ürettiler; tuğla duvar, duvardaki fotoğraf ve yazı gibi. Bu anlamda “Şefkatsiz” tek bir çalışma ve artık battaniyeleri ayırmanız ve bu bağlamdan koparmanız mümkün değil. “Şefkatsiz”in bu yerleştirmesi Merdiven Sanat Galerisi’ne göre tasarlandı. Başka bir mekanda gösterildiğinde yeniden uyarlanması lazım.
Çocuk battaniyelerine müdahale etmek ne anlama geliyor diye düşünüyorum da, aslında çoklu okumaları olan bir iş. İlk müdahale ettiğin battaniyeyi gördüğümdeki hissim ile şu anki hislerim biraz farklı. İlk gördüğümde, yeni anne olmuş olmamla bağlantılı olarak sanırım, sanki dokunulmaması gereken bir şeye müdahale yapılmış gibi hissederek irkilmiştim. Anneler için battaniye, bebekleri bir koza gibi sarıp sarmalayan, onlara güvenli bir alan sunan bir şey. İçinde yaşadığımız bu toplumda çocuklar en değer verilen varlıklar ama aynı zamanda en çok ezilen ve şiddet gören bireyler çünkü toplumun en savunmasız üyeleri. Her zaman bir yetişkine muhtaçlar ve bu nedenle suistimale açıklar. Çocuklara yönelik cinsel istismarın ve şiddetin arttığı ve bu şiddetin, kimi zaman ailenin kimi zaman kurumun korunarak hasıraltı edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Hatta son dönemde çocukların, boşanmak isteyen annelerini cezalandırmak için babaları tarafından öldürüldüğünü bile gördük. Erkekler, çocukları kadınlar üzerinde baskı kurmak ve şiddet uygulamak için araçsallaştırabiliyor.
Battaniyelerin ikinci bir okuması ise, çocuklara uygulanan psikolojik baskının ve daha ilk aylardan başlayarak toplumsal normların çocuklara görsellerle dikte edilmesi olabilir. Burada tabii ön plana çıkan toplumsal cinsiyet rolleri pekiştiren imgeler. Battaniye dünyasına baskın pembe ve mavi bir dünya hakimken “Şefkatsiz” battaniyeleri kara. Battaniyeler üzerine çalışmaya nasıl başladığından bahsedebilir misin?
Aslında toplumda yükselen şiddet sarmalında, o en masum halkanın gördüğü zararın yarattığı travma, bana bu işleri yaptırdı. Ne zaman haberleri açsak ya da bir haber takibi yapsak çocukların başına gelen bilimum korkunç olaylarla karşılaşıyoruz ve bu, insanda baş edilmesi zor bir duygu yaratıyor. Yetişkinlerin sorumluluğunda olan bir canlıyı, bu kadar kötü bir dünyanın içerisinde çocukları koruyamamanın getirdiği bir duygu ile bu çalışmaları yaptım. Bir taraftan da bugünün estetiği ile uğraşan birisi olarak battaniyenin üzerinde gördüğüm motiflerdeki bir şey, beni bu işi yapmaya zorladı. Battaniyeler toplumsal cinsiyet kodlarını, ilginç ikonik figürleri, baskı modellerini ve çocukların üzerindeki baskıyı barındırıyor ve biz onlarla çocukların üzerlerini örtüyoruz. Aslında onları boyayarak biraz battaniye olmaktan çıkarıp, resim gibi de astım. Birer ayna haline geldiler. Yetişkinlere bir ayna tutmak için karartılmış battaniyeler. Çocukları pembe ve mavinin arasına, iki cinsiyet arasına sıkıştırmış durumdayız; bu da çok rahatsız edici bir şey.
Battaniyenin aslında şefkat barındıran sembolik bir anlamı vardır. Çocuğu dış etkenlerden kollayan, dünyaya karşı koruyan bir koruma kılıfıdır. Belki de bu sebeple çocukluk battaniyesini hala saklayan bir sürü insan vardır. Bu metafordan, yani nesneleşmiş halinden esinlenerek yola çıktım. Zaten sergi de daha çok objeler üzerine kurulu. Bu da aslında benim icin yeni bir deneyim çünkü ben bu sergide nedense her şeyin gerçeğini koyma ihtiyacını duydum. Müdahale etsem bile battaniyenin gerçeğini koymak, tuğlanın gerçeğini koymak gibi. Bu çalışmanın kendisi benim için yeni bir deneyim oldu çünkü gerçekleştirene kadar nasıl olacağından çok emin olamıyordum ve de korkuyordum. İstediğim gibi olup olmayacağını sadece yapınca anlayabileceğim bir şeydi.
Köşede, yerde de boyayarak müdahale ettiğin bir bebek yastığı vardı. Galerinin kapısından izleyici girdiğinde, ilk karşılaştığı da üzerinde yanıklar olan bir bebek pijaması.
Evet o pijama üzerindeki ayıcıkları özellikle sigara ile yakarak o delikleri oluşturdum. Bu, aile içi şiddeti vurgulayan bir iş. Aile içerisinde çocuklar hem ailenin hem de yakın çevresindekilerin psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddetine maruz kalıyor. Ensest ilişkiler, tecavüz vakaları… Buşiddet artık çok da meşrulaştı çünkü o kadar çok biliyoruz ki artık kanıksanmış bir hale geldi ve bu çok problemli bir şey. Kadına yönelik şiddette olduğu gibi, çocuğa yönelik şiddetin de politik bir bağlamı olduğunu unutmamak lazım, bu aslında aynı bağlamın bir devamı. Yani benim için de daha önce yaptığım kadın meselesine odaklanan işlerimdeki çizginin bir devamı. Bu şiddet münferit bir şey değil ve birtakım politikalar sonucu bunların gerçekleştiğinin altı çizilmeli. Ayıcığının ağzını kapatan bir bebeğin olduğu, Sus diyen bir battaniye var mesela. Çocuklara yaşadığı şiddete, haksızlıklara karşı susması öğretiliyor. Her battaniyenin ayrı bir hikayesi var.
Battaniyeleri nereden ve neye göre seçiyorsun? Genelde oyuncak ya da çocuksu figürler var. Karaya boyanmış tavşancıklar, gözlerinden kan akan Ah! diye bağıran bir ayıcık, kafasından vurulmuş pembeler içindeki balerin, kafasından defalarca kurşunlanmış kanlı oyuncak figürleri, el bombaları altında yatan tatlı ama karalara boyanmış bir arıcık, oyuncak ayısının ağzını kapatan emzikli siyaha boyanmış bir bebek. Battaniyeler arasında ayrışan bir tane de var: bir tanesinin üzerinde pastoral bir manzara resmi var.
Aslında satılan battaniyeler birbirlerine çok benziyorlar. Ben olabildiğince onlardan ayrıksı olanları, bir konu yaratabilecek olanları seçtim. O yüzden mesela bir balerin, bir ayıcık, tavşancık figürü var; yoksa battaniye tasarımlarında o kadar da sonsuz bir çeşit yok. Bu anlamda peyzaj mesela hemen dikkatimi çekti. Onun üzerine çalışmak istedim çünkü o da “güzel bir dünya” ile ilgiliydi. Güzel bir doğa metaforunu canlandıran bir şeydi. Çocuklara ne kadar karanlık bir dünya, sömürülmüş bir doğa bıraktığımıza dair bir yorum…
Battaniyedeki siyaha boyanmış doğa manzarası, sergi odasının bir duvarını kaplayan kentsel dönüşüme referans veren o harika fotoğraf yerleştirmesi ile de çok iyi eşleşiyor. Biraz “Şefkatsiz”in yerleştirmesinden de bahsedelim istersen. Fotoğrafın karşısındaki duvar siyaha boyanmış iken yanındaki duvar tamamen pembe. Dördüncü duvar ise tuğla ile örülmüş ve sıvasız bırakılmış. Bu duvar seçimleri izleyiciyi, çocuklara vaat edilen tozpembe dünya ile içinde yaşadıkları karanlık dünyanın ve tuğla soğukluğunun karşıtlığı ile karşı karşıya bırakıyor. Duvara fotoğraf o kadar iyi uygulanmış ki insan bir an sanki gerçek bir görüntüymüş hissine kapılıyor, sanki dışarıdaymışsınız gibi hissediyorsunuz. Fotoğrafta bir binanın yan yüzü görünüyor ve bu yan duvar, yıkılmış olan bitişik binanın tüm mimari detaylarını üzerinde taşıyor. Çatı kısmında ise pembeye boyanmış bir duvar ve bir ayıcık resmi var. Orada yaşamış olan çocuktan son kalan şey. Kentsel dönüşüme referans veren çok etkileyici bir fotoğraf. Bu fotoğrafın bir hikayesi var mı?
Minibüsle Kartal’a giderken o binayı gördüm ve hemen telefonla fotoğrafını çekmek için minibüsten indim. Beni o kadar etkilemişti ki daha sonra gelip fotoğraf makinem ile bir kez daha çektim. Zaten binalardaki bu yaşanmışlık hisleri beni her zaman çok sarsıyor. Yaşadığınız şehrin her köşesinde gördüğümüz bir şey. Bu yıkılmış evlerin fotoğraflarını ben durmadan çekiyorum. Yıkılmış bir binanın yanında kendimi çok mahrem bir şeyin içine girmiş gibi hissediyorum. Bunu sergi mekanına taşıyarak hem iç hem de dışın bir arada olduğu bir mekan yaratmak istedim. Aslında iç ve dış hissi bakımından galerinin de ilginç bir konumu var. Pencerelerden oluşan bir odanın içerisine bir kutu yerleştirilmiş gibi. Sergi odasından çıkınca hemen dışarısını görüyorsun. Galerinin mimari yapısı ilgimi çekti ve bununla da biraz oynamak istedim.
Siyaha boyanmış bu şirin figürler ve kara duvar bana bir de kömür çıkarılan şehirlerde yaşayan çocukları hatırlattı. Babaları günün yarısını yerin onlarca kat altında, iş güvenliği olmayarak geçirirken kendileri zehirli havayı soluyarak babalarının sağ salim eve dönmesini bekliyor. Bu battaniyeler sanki onları bekleyen karanlık geleceğin de bir yansıması çünkü bebekken kendilerine sunulan pembe mavi cici bicili hayata rağmen büyüdüklerinde muhtemelen daha çocukluktan çıkmadan kömür ocaklarında çalışmaya başlayacaklar. Ne de olsa bu sistem kendilerine başka bir gelecek kurmak için bir şans sunmuyor.
Aslında hepsi bağlantılı. Çocuk işçileri de düşünürsek, küçük yaşta kötü koşullarda çalışmaya başlamak zorunda kalıyorlar ve kimisi yaşamını kaybediyor. Kentsel dönüşüm hikayesinin tüm bunlarla, yani iş cinayetleriyle de bağlantısı var. Aslında çocuklara dair çok büyük bir trajedinin içinde yaşıyoruz ve bu çeşitli alanlara, kollara yayılıyor. Rant, sömürü sistemi de bunun en büyük parçalarından biri.
Şu anda tüm dünyanın gittiği yol, karanlık bir yol ve bu durumda en çok etkilenen çocuklar. Ebeveyn çocuğu koruyabildiği kadar kötülükten ve karanlık gelecekten korumaya çalışıyor ama kötülük ve sistem o kadar büyük ve yaygın ki korumak neredeyse imkansız. Aslında acıklı olan o karanlık geleceği kurgulayanlar da yine bizleriz. Rekabetçi ve sömürüye dayalı eşitsiz bir iş hayatına ne kadar katkı veriyorsun, politik olarak kimi destekliyorsun, nasıl tüketiyorsun, neye yatırım yapıyorsun ve ne kadar eşitlik için mücadele ediyorsun? Tercihlerimiz ve tepkisizliğimiz ile o karanlık geleceğe birer tuğlayı da biz koyuyoruz.
O yüzden ben şu soruyu soruyorum: Kim şefkatsiz? Herhalde hepimiz biraz şefkatsiziz çünkü hepimiz çocuklara karşı sorumluyuz. Bu toplumda sözde herkes çocuklara karşı hassas ama gerçekte böyle değil. Herkes çocuğa şiddete karşı ama herkes rahatlıkla şiddet uygulayabiliyor. Mesela 4 yaşındaki Leyla’ya ne oldu hala bilmiyoruz? Ailesi ile bayram ziyaretine gitti ama sonra kaçırılıp açlıktan ölüme terk edildi. Neden bilmiyoruz? Neyin üstü örtüldü bilmiyoruz. Bir çocuk aç bırakılarak öldürüldü ve haberler artık bunu takip etmiyor. Medya bu olayları popüler olduğu sürece takip ediyor. Sedanur vardı. Okumak istiyorum diye pankartlarla bir takım kampanyalarda fotoğraf vermiş bir çocuk. Korkunç bir şekilde katledildi. Ölüsü çürümüş bir şekilde bulundu, sonra ne oldu bilmiyorum.
Sergi odasından çıkınca gri duvarda yazıların olduğunu görüyoruz. Taciz, şartlı tahliye, karanlık eller, beslenme bunlardan bir kaçı. Bunlar çocuklarla ilgili haberlerden ve mahkeme tutanaklarından alınmış kelimeler mi?
Mahkeme tutanaklarından, haberlerden, çocuklar ile ilgili araştırma raporlarından ve kitaplardan alınmış kelimeler. Özellikle raporları incelediğinde çocuklara karşı çok acımasız bir sistemin işlediğini görüyorsun. Mesela bildirilmemiş binlerce hamile çocuk var ve bunların birçoğu da göçmen çocuk.
“Şefkatsiz”e genel olarak baktığımızda aslında bir alt gelir kesiminin tasvirini görüyoruz. Bunu biraz battaniyelerin tasarımından, fotoğraftan ve sergi mekanının çıplak tuğla duvarından yola çıkarak söylüyorum. Buradan bakınca sanki çocukların yaşadığı baskı ve şiddet fakirlikle bağlantılıymış gibi duruyor. Yüksek gelirli ailelerin çocuklarının dışarıdan gelecek şiddete ve kötü muameleye karşı daha korunaklı alanlarda yaşadığı doğru ama kendi ebeveynlerinden ve yakın ortamlarından gelecek olan istismardan ve toplumsal normların getirdiği baskıdan onlar da muaf değiller. Toplumsal olarak gelecek tasvirimiz oldukça karanlık ve hiçbir çocuk bundan muaf değil.
Aslında ben daha çok da orta sınıfın estetiği ile uğraşan bir sanatçıyım. Ait olduğum sınıfın estetiği üzerinde düşünüyorum çünkü daha çok onunla karşılaşıyorum. Evet, haklısın bütün çocuklar bu karanlık hayatın içerisinde ve hiçbiri bundan muaf değil. Belki Hello Kitty o anlamda biraz daha farklı bir kesime işaret ediyor. Çok eski bir karakter ve batıya, beyaz ırka ait bir figür. Bu anlamda onu karartmak sergiye başka bir anlam ve sosyal katman da kattı. Bu battaniyeyi dışarıda sokaktan geçenlerin de görebileceği bir şekilde yerleştirdim. Ona bir kamusallık katmak istedim.
Battaniye serisine ya da kumaşa müdahale ettiğin işlere önümüzdeki dönemde de devam etmeyi düşünüyor musun?
Battaniye serisini bitirdim ama bununla ilgili bir başka sergi daha yapabilirim çünkü henüz sergilenmemiş başka battaniyelerim de var. Mart ayında Nurcan Gündoğan ile birlikte yapacağımız bir sergi olacak. Bu sergide kadın meselesi üzerine kumaş üzerine farklı bir teknik uyguladığım çalışmalarım olacak.
Kendini feminist olarak tanımlayan ve çalışmalarında kadın meselesine odaklanan bir sanatçısın. Anladığım kadarıyla da önümüzdeki dönemde de toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadın hakları üzerine çalışmaya devam edeceksin. Sanat piyasasına baktığımızda bu işlerin çok da popüler olmadığını görüyoruz; yani şu anlamda söylüyorum, kadın meselesine odaklanan kadın sanatçıların işleri genelde büyük sergilerden, sanat kurumlarından ve koleksiyonlardan uzak tutuluyor. Yani sergilerde sembolik bir iki eser yer alıyor ama onlarda da risk almayı tercih etmiyorlar. Kariyerist bir yaklaşımı olan bir kadın sanatçı pratik nedenlerle bu konulardan uzak durmayı tercih ediyor. Hatta kendine feminist dememek için bile özen gösteriyor. Sen feministim diye özellikle vurguluyorsun. Bu vurgu senin için neden önemli?
Hayatta yer almak istediğim tek hareket, feminist hareket. Eğer hala iyi bir dünya kurabilme umudumuz varsa bunu sadece feminist düşünce ile başarmamız mümkün olabilir diye düşünüyorum. Feminist düşünceye dayanmayan bir yaklaşımın ayrımcılığın olmadığı, eşitlikçi ve barış dolu bir dünya kurabileceğine inanmıyorum.
Her şeyden önce bu ülkede kadınlar büyük bir ayrımcılığa uğruyorlar ve şiddet görerek her gün öldürülüyorlar. Medya ve iktidar sahipleri bu önemsiz ve meşru bir şeymiş gibi davranıyor. Ben bunu kesinlikle kabul etmiyorum ve bununla uzlaşmıyorum. Ayrıca ben kişisel olarak da ayrımcılığa uğruyorum ve gündelik hayatımda her gün bunun mücadelesini veriyorum. Bir kadın olarak sözümü duyurabilmek için her seferinde başka bir yöntem bulmam ve hatta kimi zaman bağırmam gerekiyor. Bu eşitsizlik benim hayatımı zaten aksatıyor. Ben yaşadığım hayatın notunu tutan birisi olarak sanat yapıyorum. Bu anlamda çalışmalarımda kadına yönelik alan şiddeti ve ayrımcılığı nasıl olur da görmezden gelebilirim ki? Mesela kentsel dönüşüme bakarken kadın meselesi ile birlikte bakmak zorundayım yoksa eksik olur ve gerçek olmaz.
Bana göre sanat dünyası da çok ayrımcı bir dünya. Kadın sanatçıların seslerini duyurabilmek ve kendilerini gösterebilmek için çok daha fazla çabalaması gerekiyor. Her sene kadınların solo sergilerinin istatistiklerini tutuyorum ve bu oran yüzde otuzun üstüne zar zor çıkıyor. Bu başka uzun bir röportajın konusu ama yine de hızlıca sormak istiyorum: Bir kadın olarak sanat dünyasında da ayrımcılık yaşadığını düşünüyor musun?
Sanat kadın için çok zor bir alan, sözünün kıymetinin çok da önemli olmadığı bir alan. Her zaman karşında birtakım erkekler olayları manipüle ederek sanat dünyasını istedikleri yöne çekiyorlar. Ben Mimar Sinan Üniversitesi’nden mezunum ve oradaki eğitim erkek egemen bir eğitim. Yani oradaki erkek hocaların senin üstünde kurduğu iktidardan başlıyor her şey. Orada sana sırf kadın olduğun için çok da bir değer biçilmiyor. Sana her zaman uzlaşımcı olmayı ve ehlileşmeyi tavsiye eden bir sistem var.
Okul sonrasında da buna benzer deneyimler mi yaşadın? Sen daha çok kolektif, eşitlikçi oluşumlar içinde yer almış bir sanatçısın. Buralardaki deneyimlerin de bu şekilde mi hissettirdi?
Aslında bu o kadar içselleştirilmiş bir şey ki. Bunu sen de içselleştirmişsin, karşındaki erkek de içselleştirmiş. Durumu ilk o anda anlayamıyorsun. Bir süre geçtikten sonra neden böyle bir durum oldu diye düşünüp sonradan fark edip sinirleniyorsun. Ben genellikle bu şekilde yaşadım. Belki bana doğrudan bir müdahaleye kimse cesaret edemedi ama bunu içten içe o kadar çok hissettim ve yaşadım ki. Bu sadece sanatçılarda değil, sanat kurumlarında çalışan insanlarda da işleyen bir sistem. Bu, hayatın her alanında çok içselleşmiş bir şey. O yüzden de hiçbir ayrımcılık yaşamıyoruz diyen kadın sanatçılara çok şaşıyorum.
O zaman kurtarılmış kadın sanatçı yoktur diye söyleşiyi bitirebiliriz belki.
Evet kurtarılmış kadın sanatçı yoktur. O büyük bir yalandır.