Durup düşünmek yerine birbirimiz üzerinde çeşit çeşit mecrada bu sefer de biz tahakküm kurmaya başlayabiliyoruz. Kimilerimizin belki de ihtiyacı olan yeni bağlara tersten bir mahalle baskısıyla mani oluyoruz.

Ekin Baltaş, mutsuz olma hakkını geri istediği Kendine ait bir mutsuzluk manifestosu’nu yazmamış olsaydı ben de bu yazıyı yazamazdım. Benim de geri istediğim, içimde uykuya yatırdığım, dillendirmekten çekindiğim bir hakkı, başka bir deyişle bir meseleyi hatırlattı bana. Az sonra o ilk cümleyi tek seferde kuracak, içimde nicedir akıp duran ama karşı mahalleler değil de bizim bellediklerimiz sebebine soramadığım soruları peş peşe bırakıvereceğim. Yoksa şimdi yazmayı deneyeceğim bu ‘hafif’ yazıdan yine bin türlü endişeyle vazgeçeceğim.

Bir-

Şöyle ki pilates, yoga, meditasyon, terapi, vegan olmak… -neredeyse hepsi bir pakete konup karalananlar- ya o kadar da tu kaka cıs öcü böcü değilse? Kapitalizmin bunları da elverişli bir pazara dönüştürmesine yönelen eleştirimiz yolda hedefini şaşırıyorsa? Meselemiz neoliberalizmin bunları kullanışlı aparatlar haline getirmesiyse? Sağlıklı mutlu güçlü ideal yaşam araçları olarak pazarlanmasınaysa asıl itirazımız? Sınıfsal olarak yerleştirildikleri ve yerleştikleri yereyse? Daha da ötesi, tüm bunlarla bir performans, poz, etiket olarak ilişki kuranlarsa sinirlerimizi zıplatan? Peki ya sadece mutlu, güçlü olmak, iyi hissetmek, zayıflamak için değillerse? Kaldı ki böyle olsa ne var, kime ne? Hadi bunu geçiverelim biz yine de. Görünen, gösterilene öfkemiz dile geliyor da başkaca deneyimlerin sesini duyamıyorsak? Demem o ki bunların imgesine kızıp aslını hırpalıyorsak yok yere? Tanısak belki de sevemez miyiz? Üstüne üstlük yekten reddetmek yerine erişilebilir, yaygınlaştırılabilir, sürdürülebilir olmasını talep edemez miyiz? Kabul ve red dışından da konuşalım mı, ne dersiniz?

İki-

Evet, gösterilen, görünen dünya özneliğimizi çeşit çeşit yerinden çizip yaralamakta pek mahir. Belki bazen biz kendimiz de yıkıma kapımızı açmaya fazlaca teşneyiz. Görülen/gösterilen, ideal/makbul’ün çekimine kapılmamak kolay değil. Özneliğimize içkin olan hasar addedilenlerle barışıp, onları kabul ederek yaşamak da. İrademiz her zaman çelik gibi, ideolojik arka planımız sapasağlam olmayabilir. Herhangi bir ideal imgeye kapılıp gitmemek için her zaman uyanık olmayabiliriz. Mecbur da değiliz. Zorunlu seçmeli ders misali gözümüze sokulmalarına itiraz etme ve seçmeme hakkımız baki. Beri yandan kuyular öyle fazla, sık, görünmez ki. Düşüp de yutulmak an meselesi. Sonrası sesi duyacak birileri, atılacak ipler! Yara bere.

Bugün artık oldukça fazla gösterene maruz kalıyoruz. Beden, eğitim, statü, kariyer, sınıf, mülk, sahip olunan her şey ev, kıyafet, kitap, tatil… Bulunduğumuz konum her ne/hangisi ise kendimizi karşımızda konumlanan/konumlandırılan ‘öteki’ne göre hizalamaya çalışıyoruz. Kendimize değil, önce ona bakarak. Kırılıp dökülüp saçılıyoruz.

Velhasıl, işimiz hiç de kolay değil!

Üç-

Vulnus – Kırılganlık Üzerine[1] başlıklı kitabında Gamze Hakverdi, bu hizalanma eğilim ve çabasının sebeplerine, neden olduğu ketlenmelere “fazlalık/eksiklik” anlatıları vasıtasıyla bakıyor. “Özneden sürekli ideallik talep eden kırılmazlık anlatısına” eleştirel yaklaşıyor. Kırılmazlık ve kırılganlık anlatılarına, birbirlerini nasıl üretip beslediklerine. Kendini hep aşmak zorunda olmak, hep iyi güzel güçlü olmak, kendinin en mükemmeli olmak mekanizmalarının toplumda nasıl işlediğini gösteriyor. Bu süreçte öznelerin aldığı hasarlara odaklanırken, kendisinin de başta belirttiği gibi, “kırılganlığı bireysel güç yitimi olarak görmek yerine, katılımcıların kırılganlık hikâyelerinin nasıl kolektif bir psişenin hem bir parçası hem de yansıtıcısı olduğunu” anlamaya çalışıyor. Anlamamıza yardım ediyor.

Kitap, “Kırılganlığın Fay Hatları” alt başlıklı iki bölümden oluşuyor. Birinde beden, diğerinde statü anlatıları yer alıyor. Hem katılımcıların anlatıları hem de Hakverdi’nin bunlara yaklaşımı okuru -eğer hazırsa ve açıksa- kendi kırılganlıklarına döndürüyor. Okuma süreci kişinin kendi yaralarını görmeye, anlamaya ve onlar hakkında konuşmaya çalıştığı zorlu ama verimli bir terapi seansına dönüşüyor. Dildeki düğümleri çözdürüyor. Bu kitap okuruna ahkâm kesmiyor, anlama ve düşünme sürecine onu da dahil edip onunla konuşuyor.

Kitapta da geçen şu cümleyi değişik biçimlerde de olsa çocukluktan itibaren duyuyoruz: “Bana bak, benden başka görülecek bir şey yok!” Bunu kulağımıza küpe etmemiz bile isteniyor çoğu zaman. Kimliğimize, inancımıza, sınıfımıza, bedenimize, yaşımıza, eğitimimize, işimize, evimize, partnerimize vs. göre, söz konusu “görülecek” olan değişebilmekle beraber, hep var. Görülecek durum/özne, ideal bir olan/oluş baki.

Bu otoriter sese çekilmemek, onu duymamak, duyup bir dur yahu, demek kolay değil. Bazen çekimine tamamen kapılıp, bunu fark edip ondan kurtulmaya çalışıyoruz. Bazen ne yapıp ettiğini apaçık görüyor, duyuyor ve beni teslim alamayacaksın deyip çeşit çeşit mücadele yöntemleri geliştirmeye, bulmaya, icad etmeye çalışıyoruz. Bazen bunların hiçbiri mümkün olmuyor elbette. Ona uyumlanmaya, ona göre hizalanmaya çalışıyoruz. Bu imkânsız çaba sonunda, beceriksiz, başarısız, eksik ve yetersiz oluveriyoruz! Hoop düştük!

Elena Ferrante’nin Napoli Dörtlüsü’ndeki Lenù’yu hatırlayalım. Onun beden, mahalle, dil, eğitim, yazı hemen hepsinde yaşadığı o yetersizlik duygusunu. Sevgi Soysal’ın Yürümek’indeki Ela’yı. Latife Tekin’in Dirmit’ini, Figen Şakacı’nın üçlemesinin Hayriye’sini. Ne yapsak olmuyor, olamıyoruz. Düş kalk çarp şaşır! Hâlâ mı uyumlanmadın sen bakayım! Eyvah!

Peki ya bu, uyumlanmamak bir tercih ise? Hatta başka türlüsü mümkün olamıyorsa? Her ne yapıyorsak hiçbirinde o muhteşem dozu bir türlü tutturamıyorsak? Ya hep eksik ya da hep fazla ise? Okurken, yazarken, çalışırken, yerken, içerken, sevişirken, yazarken, yürürken, dans ederken, konuşurken, ilişkiler kurarken. O beklenen evlat, kardeş, arkadaş, partner, okur, yazar, öğretmen, siyasetçi vs. olamıyorsak. Hatta devrimci, aktivist, feminist de. Bazen olmayınca olmuyor. E insan oldurmak da istemeyebiliyor. Haklısınız, tam bu noktada yeryüzünün iliğini kemiğini sömüren kahrolası neoliberal sistem, patriyarka önümüze çeşit çeşit araç sunuyor: Terapiye gidebilirsin, diyetisyene, spor salonuna, inziva kamplarına vb. Bilmem ne atölyesine, kursuna, eğitimine… fazlalıkları törpüler, eksikleri tamamlarsın. Neden sen de tamamlanmış ideal özne olamayasın! Yeter ki sabret, çabala! Bununla yetinmiyor, onlarla kuracağımız ilişkinin biçim ve içeriğini de belirliyor. Elbette ücretini de. Bu, bir nevi ütüleme, ütülenme. Başka bir deyişle ehilleştirme, evcilleştirme. Bir yandan da sistem bunlar için bizi tabii ki borçlandırıyor! Bu kısım cepte, tüm ideolojik arka planıyla beraber bildiğimiz gerçek. Kabul filan da etmiyoruz hani. Bu çokça konuşuluyor, yazılıyor. Şimdilik bırakalım.

Biz bir türlü olamayan o özneye dönelim. Benim işim onunla. Oyun dışına çıkıp orada kalmakta ısrar eden. O kahırlı ve çileli yolda yürümeyi tercih eden. Eksikler, yetersizlikler, doz aşımlarıyla beraber yaşamayı bile isteye seçen. Başka türlüsü de olamayan özne.

İşte Kırılganlık Üzerine tam bu noktada başka bir yeri de görmeyi sağlıyor. Gamze Hakverdi uyumlanmaya, o imkânsız ideale kavuşmaya çalışanın hasarları, bunların sebepleri, yaşanan süreci anlatıyor. Ama daha da önemlisi dışarıda kalmayı, uyumlanmamayı tercih eden öznenin, oluşun mümkünlerini de ana anlatının alt katmanlarında gösteriyor. Hem kişilerin kırılganlık anlatıları hem de yazarın saptama ve değerlendirmeleri, “kültürel ideal”e eleştirel yaklaşımı böyle bir okumaya, düşünmeye kapı açıyor. Bir tür üçüncü kapı. “Otonom/rasyonel/liberal öznelere” karşı “kırılgan özneler” olmamak elbette mümkün. Kitap bu ikisine odaklanıyor gibi görülmekle beraber, hayır sadece bunu yapmıyor. Hatta şöyle, ne kırılmaz ne kırılgan özne olmak! Bu ikiliğin dışına çıkmak. Kıyısına getirdiği, tam da böyle bir kapı.

Oradan girmeyi kabul ettiğimizde ya da girebildiğimizde hasar ve pürüz, eksik ve fazla, yetersiz addettiklerimizi, kırılganlıklarımızı bazılarımız ilk kez duymaya, bazılarımızı duyduklarını adlandırıp dillendirmeye, bazılarımız da bunlarla ne yaptığına, kendi oluş sürecindeki eşlikçilerine dönüp bakabiliyor. Okur/kişi kendisiyle, yazarla konuşmaya başlıyor. Bu vaatkâr bir diyalog . Çünkü tam bu anda yazar, “Kırılganlık gösterenine bir kere dikişlenen özne, artık öznelliğini kaybederek hakkında başkalarının hüküm verdiği bir nesneye dönüşebilir”i gösterirken dikişlerin sökülme ihtimalini de fısıldıyor. 

İşte burası, dikişleri sökenlere açılacağımız, eğer varsa kendi dikişlerimizi sökeceğimiz yer. Ya o ya bu arasına sıkışıp kalmanın değil, sökülmenin deneyimlerine açılacağımız. Edebiyattaki Lenu, Ela, Dirmit, Hayriye’lerin kurmaca dışı gerçekliklerine. Elbette poz kesenleri değil.

Dört-

Burayı başa dönerek açmaya çalışacağım. Poz’un değil, hakikatin deneyimi biricik. Sistemin kültürel ideale/ideal özneye ulaşmamız, uyumlanmamız, sistem içre kalmamız amacıyla önümüze çıkardığını varsaydığımız, düşündüğümüz araçları haklı ve geçerli politik gerekçelerle eleştirip reddederken tüm bunlarla kurulabilecek olası başka türlü bağları, tam da o olduğumuz, bulunduğumuz yer her neresi ise orada durmayı, belki köklenmeyi sağlama ihtimalini ıskalayabileceğini göz ardı etmeyelim. Sanırım tehlikeli sularda dolaşıyorum. Hemen ama ama ama demezseniz nasıl memnun olurum. Hazır, cesaret edebilmişken azıcık devam edeyim.

Meramım şu ki pilates, yoga, meditasyon, terapi, vegan olmak onlarla hakim söylemin sunduğu ve gösterdiği biçimde ilişkilenmek zorunda değiliz. Oldukça basit ve gündelik dilden devam edeceğim. Çok iyi bildiğimiz geniş bakış ve büyük cümlelerimiz gerçekliklerimiz, deneyimlerimizle her zaman örtüşmeyebiliyor. Durup düşünmek yerine birbirimiz üzerinde çeşit çeşit mecrada bu sefer de biz tahakküm kurmaya başlayabiliyoruz. Kimilerimizin belki de ihtiyacı olan yeni bağlara tersten bir mahalle baskısıyla mani oluyoruz. Hep eleştirdiğimizi, kendimiz yeniden üretiyoruz. Bunu savunmak, o kıyıdakini sessizleştirmekte de üstümüze yok kanımca!

Bazı basit sorular.

Evinde beraber yaşamaya başladığın kediyle göz göze geldiğin ilk an hayvan sömürmekten, içinden hayvan geçen kozmetikten, temizlik malzemesinden, kıyafetten vb. vazgeçmenin kötü tarafı ne olabilir? Kapitalist endüstri hücrelerimize işlemişken, hepsinden arındık, sistemin tamamen dışında bir yaşam kurduk da günahını vegan ürünlere mi kesiyoruz? Diyelim demir, magnezyum eksikken vitamin kullanıyorsak b12’miz eksilince de kullanmanın nesi suç olabilir?

Tuvalete gidemez, yatakta sağdan sola dönemez, metroda ayakta dikilemez, sergi gezemez, ocakta pişen çorbayı karıştıramaz, bilgisayar başında oturup çalışamaz, tek başına yaşayamaz hale gelmemize sebep olan bel fıtığımızı iyileştirmenin; bedenimizi özgürleştirip hareket alanımızı yeniden genişletebilmemizin araçlarından biri de bilenlerden destek alarak, öğrenerek pilates yapmaktan geçiyorsa bunun kötü tarafı ne olabilir? Kemikleriniz aldığınız kiloyu taşımıyor, kas neydi tamamen unutmuşsanız, omurganız ve sinirleriniz kilit düğüm olduysa ve bunu tek başınıza açmanız, çalıştırmanız mümkün değilse bir bilene danışmakta ne zarar var? Nefes almayı bilmiyor, üzerine astım krizlerinde dünya başınıza yıkılıyorsa, bu sizi gündelik hayattan, kalabalıklardan, eylemlerden bile koparacak haldeyse nefes çalışmak, yoga yapmak akciğerlerinizin kapasitesini artırıyorsa mesela, bunun nesi reddedilebilir?

Tüm bu süreç başka temas ve karşılaşmalarla sizi hiç de beklemediğiniz, tahmin belki de hayal bile etmediğiniz yönde değiştirip dönüştürüyorsa peki? Kasınızla ilk kez kurduğunuz o esnek ilişkiyi alıp hayatınızın pek çok ânına, alanına taşıyorsanız? Hayır, henüz hâlâ hiç de o “ideal”e yaklaşamadınız. Ama ne gam!

Beliniz iyileştiğinde, kaslarınız güçlendiğinde, nefes alabildiğinizde sizden hep ideal özne olmanızı bekleyen sisteme doz aşımı tüm halleriniz, çizikleriniz, yaralarınızla nanik yaparak yaşamayı beceriyorsanız hele, yani neden tu kaka cıs olsun bütün bunlar?

Devam edelim.

Tüm pürüzleriyle bedene bakabilmeyi ve o pürüzlere dokunabilmeyi; göbeğin, karnın, çatlakların, simitlerinle bedenini başkasının bakışına açabilmeyi sağlaması? Bunun bedenle kendi belirleyeceğimiz dil ve biçimde bağ kurdurması? Tüm o ideal öteki kuşatması, onun bakışları altındayken yavaş yavaş ve zamanla yahu kim bu ideal/normal demeye geçebilmek? Kendimizi hangi hasar yara çizikten tutup onları ya da onlarla ne yapmak istediğimize karar vermemize, imkân ve ihtimalleri görmemize, bazen olduğumuz/sandığımız, bazen yıkıp parçalayıp dağıtıp kendi haline bıraktığımız, bazen kurmaya çalıştığımız özneliklerimizde arayışa, akışa, köklenmeye de yardım edemezler mi?

Bazen sadece, “Yapabilirsin çünkü yapman gerekiyor/yapmalısın” diyene neden diyebilmek kolay olmuyor değil mi? Çoğunlukla tercih edilen, ettiğimiz tam da Hakverdi’nin söylediği: “Sürekli bir tamlık arayışı içinde öznenin kendisini egemen öznelliğe çağıran bu buyruğa itaat etmesi, kırılganlığını bastırması, kültürel ideale yakınlaşması ve böylelikle tamlık, otonomluk ve egemen öznellik fantezisine yatırım yaparak, bu fantezinin yeniden üreticilerinden birine dönüşmesi beklenir.” Oysa, bunu reddedip “ana” yoldan patikalara sapmak istediğimizde yolumuzu, yollarımızı bulmaya çalışırken de zorlanıyoruz. Mutlu olup olmamak, ya da umutlu olmak ihtiyacından değil; yol bulma ihtiyacından araçlar arıyoruz. “İmkânsız bir ihtimalin peşinde koşmayı” istemediğimiz; kendi imkân ve ihtimallerimizi görmek, duymak, onlara dokunmak ve onlarla barışıp beraber yol almak istediğimiz için. Yetersizliklerle baş etmek değil, yetersizlik diye öğretilenenin, sahip olduğumuz ya da olmadığımıza bu adı verenin bakışını, bu adı ters yüz etmek istediğimiz için.

Yetersiz beden, yetersiz akıl, yetersiz ruh! Bunu kabul edip, yüklenip, kamburlaşıp düzelmek için pilatese, yogaya, terapiye koşmuyor olabiliriz. Tam da dışında kaldığımız için bambaşka bir yerden bağ kurmak da mümkün. Bunu yapabilenlerle karşılaşmak ve beraber yol almak da. Uzlaşmak, hizalanmak, uyumlanmak değil de tüm uyumsuz, uzlaşmasız, hizasızlıklarımızla beraber başka, yeni yollar açmak için.

Ha bir de tabii ki ne pilates için taytınızın x markası olmasına ne vegan olmak için illaki badem sütü içmenize ne terapi için etiketi en afili psikoloğa ihtiyaç var. Bilakis tüm bunların dışında ve uzağında, kendi ihtiyacımız ve bildiğimizce kuracağımız bağlarla ancak sahiden mümkün.

Tamam, bitiriyorum:

Hizalanmak, uyumlanmak ya da karşıtı arasında sıkışıp kalmak zorunda değiliz -bence-. “Yarayı tanıyan bir etik” yarayı, hasarı, eksikliği, pürüzü tanıyan bir etik geliştirmek mümkün. Önce kendimizden başlayıp bunu birbirimize bulaştırmak da. Bilip, öğrendiğimizden, hazır bulduklarımızdan, var olan kavramlarımızdan başka bir şeye, şeylere ihtiyacımız var belki. Verili kategorilere yerleştirmemek, hazır bulduğumuz etiketleri yapıştırmamak için oluş hallerimiz, yollarımız, araçlarımızla deneyimlerimize daha fazla kulak vermeye çalışmak çok mu zor? Eleştirmek ve yargılamaksızın dinlemek. Berrak bir bakış ve duyuş. Bence mümkün. Sonrası, vallahi kendi çapında iyilik güzellik. Bu kendi çapında olmadan, o çap hepimize nasıl genişler ki?

Demem o ki, şimdilerde öğrendiğim, severek de kullandığım oldukça genç bir ifadeyle, bi salsak mı zihnimizi, bedenimizi, kalbimizi? Yoksa halimiz Jeanette Winterson’ın söylediği: “Yakalanıp bir restoranın akvaryumuna konulmuş ıstakoz gibiyiz, kıpırdayamayız.”[2]

[1] Gamze Hakverdi, Vulnus – Kırılganlık Üzerine, Metis Yayınları, 1. Baskı, Haziran 2021.

[2] Jeanette Winterson’ın, Bedende Yazılı, Türkçesi: Süheyla Çağlayan Mathews, Sel Yayıncılık, 2011.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.