Ayşe Düzkan’la Güldünya Yayınları’ndan yeni çıkan kitabı 05 17 vesilesiyle buluştuk, kitaptaki yazıların çağrışımıyla güncel feminist tartışmalara da değinen bir söyleşi gerçekleştirdik. Özgür Gündem gazetesiyle nöbetçi yayın yönetmeni olarak dayanışması üzerinden açılan davadan aldığı ceza sonucunda Ayşe yakında cezaevine girecek. Çatlak Zemin ekibi olarak yanındayız Ayşe!  

Bu soru sana çok sorulmuş, ancak bu röportajı Çatlak Zemin için yaptığımdan benim de bu soruyla başlamam şart. Çatlak Zemin kadınların kendilerini yazarak da ifade etmelerine imkan veren bir platform, sen de kitabının başında “Feminizmin ilham verdiği fikir ve bakış açısı olmasaydı bu kadar yazma ihtiyacı duymazdım,” diyorsun. İçini dökmek için mi, kavga etmek için mi, değiştirip dönüştürmek için mi, feministçe baktığımızda neler görebildiğimizi göstermek için mi yazıyorsun?

Farklı dönemlerde farklı motivasyonlarla yazılar yazdım. İlk yazmaya başladığımda feminizm üzerine yazan çok az feminist vardı, cevap vermek gerekiyordu birilerine, çok saldırı vardı. İlk imzalı yazımız, Handan Koç’la birlikte, Sibel Özbudun’un “Niçin feminizm değil” adlı broşürüne yazdığımız bir cevaptı örneğin. Okuduğumuzu yazıyorduk. Biz Kadın Çevresi’ne geldikten bir sene sonra kendimizi önde bulduk o dönemde. Feminizmle başka bir dönemde tanışsaydım, feminist olmasaydım, hayatım böyle mi olurdu, yazar mıydım bilmiyorum. Sadece feminist dergilerde değil, farklı platformlarda da yazdım, Hayalet Gemi’de de yazdım mesela. Düzenli yazmaya çok geç başladım, Pazartesi’yle birlikte oldu o süreç. Yazı yazarken hep yazdığım konuyu gazete okuyan insanın anlayabileceği şekilde yazmak gibi bir derdim oldu. Teorik bakış açısını bu dile ufalamaya çalıştım hep. Feminist olduğunuz için mi bu refleksleriniz var diye soranlara hayır diyorum; bu reflekslerim olduğu için, kadın olmakla ilgili sıkıntım olduğu için feminist oldum ben. Benim kuşağımdaki pek çok kadının da arayarak, el yordamıyla feminizmi bulduklarını düşünüyorum. İlgilendiğim her konuyla ilgili yazdım. Pazartesi’de çok popüler kültür yazdım mesela.

Kitapta bahsettiğin feminist metodolojiyi sen nasıl tanımlıyorsun?

Angela Davis’in son kitabını okuduktan sonra kafamda daha da oturdu. Öncelikle, öznel deneyimi hesaba katmak. Burada kendi deneyimimden bahsetmiyorum. Bilimsel veri ve öznel deneyimi birleştirerek yazmaktan, bir tür haberciliği de katmaktan bahsediyorum. Bir de her zaman becerebiliyor muyum emin değilim ama her yazarın okura bir tür edebi tat sunma borcu da olduğunu düşünüyorum. Bir önceki soruna dönersem, ilgi duyduğum konularda yazdım hep. Filistin meselesiyle ilgilenmeye başladım onu yazdım. 90’lardan sonra Kürt meselesiyle ilgilenmeye başladım onu yazdım. Özellikle de bu konuyla ilgili yazanlar için “Kürt sorunuyla ilgilenen aydınlar, feministler” gibi bir tanım var, ben buna katılmıyorum. Ben feminist olmak için, Kürt meselesini anlamak için entelektüel oldum. Bir düzeyde entelektüel birikimim varsa onu bu konularla ilgilenmeme borçluyum.

Yazılarını derleme fikri nasıl ortaya çıktı? Kitaptaki yazıları nasıl seçtin?

Güldünya daha yokken, Hayri Erdoğan’la sohbet ediyorduk. Ben yazılarımı toplasam mı diye sordum, o da bana “O 65 yaşından sonra yapılır,” dedi. Haklı yani. Ancak son yıllarda yeniden daha çok yazmaya başladığım bir dönem oldu. Bazı konular üzerine de çok okuduğum ve çok düşündüğüm bir dönem oldu. Yayınlanmamış yazılar da vardı. Özellikle 2000’lerden sonra kendi düşünce izleğimi çıkarabileceğim bir kitap olsun istedim. Tabii yazdığım her konu yok burada.

Tema tema seçmiş gibisin sanki kitapta?

Evet. Tüm yazıları tekrar gözden geçirdim. Başkalarının çok söylemediği, biraz daha az konuşulan, en azından benim az rastladığım görüşlerin bulunduğu yazıları toplamak istedim. Zaten hep öyle yazmaya çalışıyorum. Yazarın borcu okuyanı rahatlatmak değil düşündürmektir diye düşünüyorum. Ya yeni bir bilgi ya da yeni bir bakış açısı olmasına özen gösterdim seçtiğim yazılarda. Bir de biz çok genç yaşta feminist olup, saldırılara açık halde yaşadığımız için sevilmemeye, haksız eleştiri almaya karşı bir tür bağışıklık kazandığımı da düşünüyorum.

Feminist olmak buna alıştırıyor insanı evet…

Şimdi öyle olmayabilir ama o zaman başka bir şeydi. Bugün prestijli görünen bir şey de var feminist olmakta. En azından feministler artık büyük bir grup. Sırtını dayayabileceğin bir yer var bugün. Ben hem feministtim hem de radikal feministtim. Radikal feminist olarak da özellikle Feminist dergisi çevresinde çok büyük bir tepki topladık bir grup arkadaş olarak. Oradan bir alışkanlığım var.

İlk iki yazı 1989 ve 1997 8 Mart’larındaki konuşma metinleri. Sen bu iki metinde eksikler olduğunu, LGBTİ+ konusu gibi, girişte söylüyorsun. Ancak iki metin arasında geçen zamanda nasıl bir gelişme olduğunu da gösteriyor bu iki metni arka arkaya okumak, sen nasıl değerlendiriyorsun?

Tabii, çünkü bu kurucu dönem. 1985-1992 arası diyebilirim bu kurucu dönem için. 1997 aslında bir olgunluk dönemi. O fark da görülsün istedim. İlk metinde çok taze ve canlı bir erkek düşmanlığı da var dikkat edersen. O duruşla hâlâ gurur duyuyorum açıkçası. İkinci metinde bir sürü konu girmiş. Orada Pazartesi dergisinin etkisi de var tabii. Oradaki kadınlar arasında bir entelektüel birikim vardı, etrafımızda da bir hale vardı. Benim de kişisel olarak çok okuduğum bir dönemdi. Önceden sol örgütler tarafından lanetlenirken, bazı yerlere kabul edilir olmuştu feministler.

Sonraki 10 yıllık dönemlerin bu kurucu dönem dediğin dönemden temel farkı ne sence?

Tarihsel olarak değerlendirmek için hafızam çok güçlü olmayabilir ancak şunu görüyorum: Eskiden Türkiye’ye her şeyin 10 sene sonra geldiği söylenirdi. İkinci dalga feminizm için de hakikaten öyle bir durum oldu. Fakat internetle birlikte ve başka etkenlerle örneğin üçüncü dalga Türkiye’ye dünyayla aynı anda geldi. Ben üçüncü dalgadan çok şey öğrendim ancak bakış açısı olarak, hat olarak ikinci dalgaya daha yakın hissediyorum kendimi. Bir davayı ilk çıktığı anda sahiplenen insanların ruh haliyle, bununla şekillenen kişilik yapısıyla; feminist hareketin etkisinin arttığı, kurumlarının çoğaldığı bir dönemde katılan kadınların kişilik yapısı aynı değil, aynı olamaz. Bu çok temel bir fark. Onun dışında bu geçen yıllar içinde elde edilen çok büyük kazanımlar var tabii. Sığınaklar Kurultayı’na gidiyorsun ve onlarca ilden kadınlar geliyor. Her yerde bir tür kadın çalışması ve LGBTİ+ çalışması yapan birileri var. Ama artık bilinç yükseltme grubu deneyimi hiç yapılmıyor. Orada konuşulacak şeyler biraz kadınlar arası rekabet konusu yapılıyor ve bu çok yıpratıcı bir şey. Belki o bilinç yükseltme gruplarında sen niye öyle giyindiğini konuşacaksın, niye annenle ilişkin öyle, niye evlenmemekten korkuyorsun onları konuşacaksın. Ama orada konuşmayıp da 30 kişilik toplantıda konuştuğunda bu “kim daha özgür yaşıyor, kim daha feminist” gibi bir rekabet konusu haline geliyor. Feministlerle bir arada olmak iyileşme yeri olması gerekirken “birkaç sene sonra çok yıpratıcı bir şeye dönüşüyor,” gibi cümleler duyuyorum. Bir de üçüncü dalgayla şöyle bir anlayış yerleşti: Hepimiz kendimizi ifade edeceğiz. Bütün kadınların tekil taleplerini ifade etmeden herhangi bir konuda söz söylemek mümkün olmamaya başladı. Böylece aslında kimseyi ifade etmeyen bir şey çıkıyor ortaya. Herkes kendini çeşitli araçlarla ifade etsin tabii ama bir kampanya yaparken tek bir talep bulabilelim. Bir de bugün bazı durumlarda çok zamansız ve sert tartışmalar yaşandığına tanık oluyorum. Her şey duygusal şiddetle halledilmeye çalışılıyor. Onur Yürüyüşü’ne tehditler savuran Anadolu Gençlik Derneği’ne de basın açıklamasıyla cevap veriliyor, kendi aramızdaki tartışmalarda da basın açıklaması yapılıyor. Bu olacak iş değil.

Ben de tam bu bahsettiğin konulara gelmek niyetindeydim. “İyi ki feministiz” adlı yazının sonunda “Feminizm, gündelik hayatımızı zorlaştıran, vicdanımızı rahatlatmak için uymamız gereken bir kararlar ve hassasiyetler silsilesi değil,” diyorsun. “Özgürlük kesintisiz bir mücadeledir” yazında da “Özellikle feministler için özgürlük mücadelesinin nasıl tanımlanacağı, gündelik hayatın nasıl sürdürüleceği, özel hayat denilen o bataklığın nasıl düzenleneceği önemli tartışma noktaları. Bunları ufaladığımız zaman evlensem mi? saçımı boyasam mı’ya kadar onlarca parça çıkar karşımıza,” diyorsun. Ben bunları okurken tabii bugün revaçta olan iyi feminist kötü feminist tartışmasını hatırladım, sen bu konuda ne düşünüyorsun?

O yazıların ötesinde, hep hayatımızda olan bir tartışma aslında o tartışma. İki şey var. Birincisi ben feminizmi bir ütopya olarak görmüyorum, tabii ki cinsiyetin ortadan kalkması gibi bir ütopyası var. Ama onun nasıl olacağı, bizim nasıl yaşayacağımızı, çoluk çocuğun ne olacağını tanımlayan bir şey değil. Onu yolda bulacağız. Feminizm bir stratejidir, hatta iki stratejidir. Bir, toplumsal dönüşüm stratejisidir. Delphy, Pazartesi için yaptığımız bir söyleşide şöyle demişti: Bir harita gibi düşünün, ilk önce haritayı çizeceğiz, sonra o toprağı, o haritayı işgal edeceğiz ve değiştireceğiz. Mesela müzik sektörü. Adamlarla dolu, kadınların sayısı artsa çok şey değişir. Genç kadınlar eline gitar almaya cesaret bulacak, sonra sözler, sonra sahne… Parça parça pek çok alanda toplumsal dönüşümü hedefleyeceğiz. İkincisi kişisel strateji, bir ayakta ve hayatta kalma stratejisi feminizm. Bu kişisel stratejilerimizi de özgürlükçü dinamikler üzerine kurduğumuzda feminist olunur bana göre. Kendine ve başka bir kadına zarar verecek bir şey yapmamak burada çok önemli ilk adım. Ayrıca başka sömürü ve ezilme ilişkilerini hesaba katarak bunu yapmak gerek. Aslında bu kadar sade bir strateji bu. Ben feminist olmasaydım şimdi bu yaşta mutlu bir kadın olmazdım. Herkes için de böyle olabileceğine inanıyorum. Biz yıllar sonra gerçekleşecek bir komünist devrim için hayatından fedakarlık eden militanlar değiliz. O kötü bir şeydir demiyorum, feminizm o değil diyorum. Bir şey seni çok mutsuz ediyorsa orada bir problem var, tam bir şeyi içselleştirmemişsin demektir. Özgürlük kesintisiz bir mücadeledir derken de söylemiştim, mesele başladığın nokta. Kimisi için görücü usulü evlenmemek büyük bir özgürlük, kimisi için Sünni bir aileden geliyorsa Alevi biriyle evlenebilmek de öyle olabilir, kimisi için kadınlarla beraber olabilmek özgürlüktür. Bugün benim için bambaşka bir şekilde tanımlanıyor özgürlük, ne kadarını gerçekleştirebilirsem o kadar mutlu olacağım. Senin için başka bir şey. İstanbul gibi bir yerde yalnız yaşıyorsun, kendine bakabiliyorsun ve telli duvaklı düğün yapayım diyorsun. Bu düğünle ailesinin istediği biriyle görücü usulü evlendirilmekten kaçmış bir kadının kendi tercih ettiği adamla yaptığı düğün aynı şey değil. Seninkisi uzlaşma dinamiği, onunkisi özgürleştirici dinamikler sonucunda olmuş bir şey. Kimsenin kimseye niye uzlaşıyorsun demeye hakkının olduğunu düşünmüyorum. Ama kadınları yargılama hakkının ancak kendilerinde olduğuna inanıyorum. Bilinç yükseltme gibi yöntemleri uygulamaya devam edebilirsek, birbirimize “bak bunun sonu kötü, yapma,” diyebiliriz. Ama bu yöntemi uygulamayınca açık açık söylemeden, arkadan konuşarak, alay ederek bu konuları konuşmayı berbat buluyorum.

Sokak eylemine sıkışmak şeklinde adlandırdığın, kitapta da yer verdiğin yazılarda yer alan eleştirini başka toplantılarda da dile getirdin. Bugün geldiğimiz noktada sokak eylemlerimizin de ne kadar sınırlandığı malum. Bu konjonktür içinde ne düşünüyorsun sokak eylemleri meselesiyle ilgili?

Ben aslında bunu ilk söylediğimde de sokak eylemleri üzerindeki artan kısıtlamalara dikkat çekmek için söylemiştim. 25 Kasım’da çok gurur duydum. Gaz geliyor ve kimse gitmiyor. Ayrıca, polisin bir dakikada dağıtmasına yol açacak “erkek” bir karşı duruş da olmadı. Böylece de bir saat burada eylem yaptık. Bu, o anlamda da bir kadın eylemi. Arkasında kim olduğunu düşünerek hareket ediyor öndeki kadınlar. O şekilde dağıldığımızda bir daha hiç toplanamayacağımızı biliyor. Her zaman meydan okunmaz, o çok eril bir şey. Ancak şu var; sokak gösterisi bir politik hareketi ayakta tutmak açısından çok önemli ama feminist hareketin tek hedefi politik hareketi ayakta tutmak değil. Biz kazanımlarımızı genişletmek ve korumak için hareket etmeliyiz. Dolayısıyla bunun lobicilik yapanı da makbul, kenar köşede bir mahallede kadınlara ulaşmaya çalışanı da makbul. Basına yansımayan politik faaliyetler de çok önemli. Birebir temaslarla kadınların bilincini değiştirmek, kazanımlarımıza sahip çıkmak. Bir de Türkiye’deki değişimleri de okumak gerek. Biz gıda ve tekstil ülkesiydik. Bunlar kadınların çoğunlukla çalıştığı alanlar. Şimdi inşaat ülkesiyiz, neredeyse tamamı erkek bir alan. Bunun kadın istihdamına etkisi olmaması düşünülemez ve ben kadın istihdamının çok önemli olduğunu düşünüyorum, buna yönelik başka stratejiler geliştirebiliriz diye düşünüyorum. Mevzilerimizi korumak derken sadece yayınevimizi, mekanımızı, derneğimizi korumak değil toplumsal kazanımlarımızı, meşruiyetimizi korumak çok önemli.

Sokak eylemleri konusuna, senin yine kitaptaki bazı yazılarında değindiğin dünyanın pek çok yerinde kadınların kitlesel olarak sokağa çıkmaları konusuna gelmek istiyorum. Sen bu hareketleri eleştiriyorsun, orada olmanın kendisiyle strateji kurmayı ayırıyorsun…

Trump seçildi, keşke seçilmeden yapsalardı. Buradan Amerika’ya laf etmek gibi olmasın ama, (gerçi onlar bize bunu yapıyor) seçim olmuş, meşru sayıyorsun, oy da vermişsin, hile iddiası da yok. Geç kalmış bir şey Trump’a karşı sokağa çıkmak. Amerika’daki yürüyüşle ilgili, Ortadoğu’da işlenen suçlardan hiç bahsedilmemesine yönelik eleştirimiz de oldu, sadece Amerika kıtasından bahsedildi. Ama bunun dışında da çok geneldi.

Kalıcı örgütlenmeye yönelik bir stratejik hat olmamasını da eleştiriyorsun?

Evet, hiç öyle bir şey yok. Orada konuşan kadınların çoğu önemli şeyler yapıyorlar ama. Cemaatçiliğin (community) şöyle bir handikapı var, tamam her komünite, topluluk temsil ediliyor, kendini ifade ediyor ama ayrı ayrı yaşıyorsa ırkçılık da sürüyor, ayrımcılık da sürüyor, bir şey değişmiyor. Önemli olan ortak bir hat yaratabilmek. Bu, burası için de geçerli. Hepimiz kendimizi ifade ederken ortak bir toplum kurmak hedefi de gerekiyor. Kadınlar açısından da böyle. Başörtülü kadınların da temsilcisi var aramızda, oldu o iş, diyerek olmuyor.

Trump’a karşı olma ortaklığını yeterli görmüyorsun yani?

Şimdi Trump seçilmiş, daha icraat da başlamamış, daha sonra yapılsa bu eylem daha etkili. Seçimden önce olmalıydı gibi geliyor bana. #MeToo hareketi farklı örneğin, çok daha etkili, çünkü somut bir şey söylüyor ve altüst etti ortalığı. Bir kişi daha eksilmeyeceğiz sloganı da yine çok açık bir şey söylüyor. Trump’a karşı olmak deyince “nesine” diye sormak gerekiyor. Cinayetlere karşı olmakla aynı şey değil o. Biz de öyle bir noktadayız diye düşünüyorum. Onları da söyleyebilir miyim?

Tabii lütfen…

Bence bizim için çok belirleyici olan iki şey var. Bir tanesi, erkek şiddetinin cezasızlığı. Bu çok geniş bir talep bence. LGBTİ+’ları da ifade eder, devlet görevlilerinin cezasızlığını, hukukun işletilmemesini de ifade eder, aynı zamanda öz savunma yapmak isteyen kadınları da ifade eder. İkincisi evlilik etrafındaki haklar meselesi. Nafakanın geri alınması, boşanmanın zorlaştırılması, çocukların velayeti ile ilgili henüz yasalaşmasa bile birtakım düzenlemeler…

Boşanmanın zorlaştırılması meselesini söylemeni anlıyorum ama evlilikle kazanılmış haklar dememiz feministler olarak biraz sınırlayıcı ve hatta yanlış olmaz mı?

Evlilikle kazanılmış değil de evlilik etrafında bazı haklar var. Nafaka ve çocukların velayeti en temel konular burada. Biz ilk yola çıktığımızda kadın çalışmak için kocasının iznini almak zorundaydı, buna dönülmeyeceğini bilemeyiz. Bu toplumun yakın hafızasında var bu. Şu anda da eminim reel olarak bu durum yaşanıyordur. Evlilik etrafındaki hakların kaybedilmesi, kadınları evliliğe mahkum eden meseleler. Kadınlarla konuşarak farklı deneyimleri dinleyebilir, öğrenebilir, onun üzerinden ilerleyebiliriz. Bana bu iki alanda iktidarın temel saldırısı var gibi geliyor.

Kitaptaki ana temalarından biri de laiklik. Bugün geldiğimiz politik konjonktürde feminist bir yerden laiklik meselesini nasıl değerlendiriyorsun? Bunu saldırı alanlarından biri olarak görüyor musun? Yakın zamanda Feminist Mekan’da yaptığımız bir tartışmaya da referansla soruyorum: Feministler bu alanı çok temel tehdit alanlarından biri olarak ele almadılar şimdiye kadar…

Çok doğru yaptılar. Bu laik-İslamcı kutuplaşması çok güzel bir yönetim aracı olarak kullanıldı. Bir eleştiri getirdiğin anda dinsizlikle suçlanıyorsun, oysa ne alakası var. Sosyal medyada İmam Hatip’li olduğunu açıkça yazmış olan başörtülü bir kadın bara gidip fotoğraf çektirmiş ve altına da “İçki içmem ama gecelere, alemlere akıyoruz,” gibi bir şeyler yazmış. O kadın da dinsizlikle suçlanıyor. Bu gerçek bir kutuplaşma değil, ona düşmemek lazım. Müslümanlığı seçmiş ve yaşayan kadınların da bizim bu bahsettiğimiz bütün haklara ihtiyaçları var. Diğer yandan, İslam şu an bir yönetim aracı. Biz neden yönetim aracıyla uğraşalım ki, işin özüyle uğraşalım, patriyarkal politikalarla, neoliberal politikalarla uğraşalım. Evet politikamızın sonu laiklik belki ama oradan konuşmak bana doğru gelmiyor. İslamcılıktan demokrasi ummam o ayrı; dini devlet işlerine, dini devrim işlerine, dini demokrasi işlerine karıştırmayalım. Bir de Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkelerde, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında çok farklı tartışmalar oluyor. Ben İslam’ın da kendi içinden demokratikleşeceği dinamiklerin olduğunu düşünüyorum. Böyle dinamikler var ve Türkiye’de benzer tartışmaları yapanlar kendilerini tehdit altında hissediyorlar çünkü Konca Kuriş katledildi mesela. Bir örnek vereyim, peygamberin sünneti üzerinden şöyle bir tartışma olduğunu duydum. İlk eşi kendisinden yaşça çok büyükken, neden o sünnet sayılmıyor da kendinden çok genç olan Hz. Ayşe’yle evlenmesi sünnet sayılıyor. Bu tamamen bunu aktaran erkeklerin tercihi diyorlar mesela. Böyle tartışmalar var mesela, çok etkileyici gelmişti bana.

Diyanet’in somut kadınları etkileyen politikaları belirleme gücünün artmasına karşı da mücadele etmek üzerinden bir tartışma yapmaktan bahsediyorum aslında.

Tabii tabii, kimden gelirse gelsin buna bir şey diyeceğiz. Mesele Diyanet’in müdahale etmesi değil sadece, söylediği şey. Kadın düşmanı Diyanet’i tanımıyoruz, Diyanet’i tanımıyoruz değil ama. İnanan insanları böyle diyerek niye karşımıza alalım ki. Bu politikaları Diyanet’e söyletmek de bir tercih. Çünkü Diyanet, Aile Bakanı’ndan daha kutsal. Onun için ona söyletiyor, yoksa Diyanet belirlediği için değil.

Özgür Gündem konusuna gelelim son olarak. Özgür Gündem’le yayın yönetmeni olarak dayanışmanda feminist olmanın herhangi bir etkisi var mıydı?

Dayanışmamda feminist olmamın etkisi var diyemem ama Kürt meselesiyle ilgilenmemde feminist olmamın etkisi var. Çünkü feminist olunca tek bir kurtuluş değil, farklı farklı kurtuluş stratejileri olabileceğini, kurtuluş hareketleri olabileceğini gördüm. Ve ayrı hareketlerin olması gerektiği fikrine aklımın yatması da feminist olmamla oldu. Hatta Diyarbakır’da yaptığım ilk konuşmada bizim ortak bir duruşumuz var diye başladım anlatmaya, dedim ki sizi de bizi de kurtaracaklarını söylediler ama biz kendi kurtuluş hareketlerimizi oluşturduk mealinde bir şey söyledim. Ama tabii bir gazeteci dayanışması olarak oradaydım ve düşünmeden kabul ettim açıkçası. Bir de barış meselesi ve kadın meselesinin ne kadar bağlantılı olduğunu Çatlak Zemin okurları çok iyi biliyordur, anlatmaya gerek yok. Bunun da etkisi vardı tabii.

Böyle bir sonuç bekliyor muydun peki?

Dava açarlar diye düşünüyordum. Bunun olacağını düşündüğüm bir zaman da oldu, özellikle darbeden sonraki gidişat içinde.

Nasıl hissediyorsun şu an?

İnsanlar çok fazla ilgi ve sevgi gösterdiler, çok sahiplendiler. İnsanların bu güvenine layık olabileceğim inşallah. Herkese karşı sorumluluğum var diye düşünüyorum. Bir de geçecek yani, bu da geçecek.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.