“Yazdığım öykülerin içinde benim hislerim ve gözlemlerim var. Onu öyle yaşamadım belki ama onu öyle hissettim, evet. Ya da görmek istediğim bir anı, yaşamak istediğim bir hayatı, murad ettiğim bir yüzleşmeyi koydum öykülerin içine.”

Eda Aslı Şeran ile yeni çıkan ilk öykü kitabı “Öte Yaka Fırtına” üzerine söyleştik.

Sevgili Aslı, seni uzun yıllardır tanıyan biri olarak kitabınla ilk karşılaştığımda hem şaşırdım hem de şaşırmadım. Şaşırdım, çünkü böyle bir hazırlık içinde olduğundan haberim yoktu. Öte yandan, hiç de şaşırmadım; çünkü çocukluğumuzdan beri sanata, edebiyata, tiyatroya ve müziğe olan merakını, bu alanlarda dönem dönem yaptığın üretimlerini çok iyi biliyorum. Seni henüz tanımayan okurlarımız için, öykü yazma fikrinin nasıl ortaya çıktığından ve bu öyküleri bir kitaba dönüştürme sürecinden biraz bahseder misin?

Beraber büyümenin güzelliklerinden biri bu galiba. Hayatımız boyunca üretme çabalarımıza ve emeklerimize tanık olan birilerinin olması. Başlarkenki sözlerin beni çok mutlu etti bu yüzden. Seninle aynı müzik grubunda çalıp söylemişliğimiz de var. Bunlar hep güzel anılar.

Biliyorsun, ben hep yazardım. Aynı sıraları paylaştığımız yıllarda bu günlüktü, edebiyat ödevlerimizdi, üniversite yıllarında fakülte gazetesine yazılan serbest çağrışımlı yazılardı, sonra uzun yıllar mahlasla blog yazdım. Bunlar hep otobiyografik yazılardı. Blog bir zaman sonra beni ısrarlı takibe çok açık hale getirdi ve talihsiz bir şekilde uzun yıllar denemelerime ve günlüklerime yer verdiğim blogumu bir gün yayından kaldırma kararı aldım. “Her şey geçti, hayat kaldı…”

Sonrasında kendi kendime yazmaya başladım. Fakat blog yazarlığının okuyucuyla hemen etkileşime girebildiği o siber alanı da çok özlüyordum. Kurgu yazmanın beni daha korunaklı bir hale getireceğini düşündüğümdeyse yazarlık atölyelerine gitmeye ve öykü de yazmaya başladım. Öyküleri kitaba dönüştürme fikriyse iki kez yolda kaldığım doktora sürecimle ilgili. Paris’te doktoramı bırakmaya karar verince aldım bütün akademik ve edebi yazılarımı önüme ve “ben bu zamana kadar hiç mi bir şey yapmadım, doktora tezi değil belki ama işte bunlar var” dedim kendime. Yenik ruhumu onarmak için koyuldum yola. 2022’den beri de kitap dosyamın yayımlanması için çabalıyordum, nihayet Düşbaz Kitap’ın ev sahipliğinde bu çabam gerçek oldu.

Bu ülkede bir kadın yazar olmanın erkek egemen bir edebiyat dünyasında yer edinmek ve eserlerini okurla buluşturmak açısından ne kadar zorlu bir yolculuk olduğunu hepimiz biliyoruz. Sen bu süreçte hangi zorluklarla karşılaştın? Seni bu yolda cesaretlendiren, hayallerini gerçekleştirmene destek olan kişiler ya da olaylar oldu mu? Kimler, nasıl bir rol oynadı bu yolculuğunda?

Doğrusu bir sürü şey oldu. Bütün olanları anlatmak okuyucularımız için sıkıcı olur, o yüzden benim için en çarpıcı olanlarından bahsedeyim.

Erkekler ve erkek egemen edebiyat benim yazma yolculuğumda hem beni hırpalayan hem de cesaret veren diyalektik bir süreç yarattı. Kuşkusuz bana inanan ve beni destekleyenler vardı. Ailem, dostlarım, yollarımız dostça ya da değil ayrılsa bile sevgi(li)lerim, danışmanlarım benim hep yazarlığıma inandılar. Senin bu sorun, bir zamanlar ortaokuldan ortak arkadaşımız Perihan ile olan bir konuşmamızı aklıma getirdi. Yazdıklarımın ne ana akım ne de alternatif/yeraltı edebiyat dünyasına ulaşamıyor oluşundan hayıflandığım bir gün, “Gün gelecek sen de ne süreçlerden geçtiğini anlatacaksın” minvalinde bir şey demişti.

Biz feministleriz. Hayatımızın her alanı aslında kadınları ölü görmek isteyen, baskı ve tahakküm kurma çabasındaki erkeklerle mücadeleyle geçiyor. Neyse ki yaş aldıkça, deneyim ve bilgi kazandıkça, zihnen ve fiilen örgütlendikçe/özgürleştikçe hayatımız kolaylaşmaya başladı. Ne var ki henüz feminizmle buluşmamış kadınlar açısından eminim süreç hâlâ zor geçiyordur. Baksana benim de öykülerimi yayınlamam ancak 40 yaşıma denk geldi.

Blog yazarken başıma gelenleri az önce anlattım. İlk gittiğim öykü atölyesindeyse yürütücü bir erkekti. Onunla erkek nazarı (male gaze) üzerine bir tartışma yaşadık ve beni atölyeden kovdu! Neyse ki ben o sürece kadar atölyede kalemime can katmıştım. Sonra Beliz Güçbilmez atölyelerine aralıklarla katıldım ve Beliz harika bir öğreten kişi olarak bana hem bir model oldu hem de onunla çok keyifli bir öğrenme süreci geçirdim. Burada Yeşim Özsoy’u da anmak isterim. Esasen onunla buluşmamız 2009 senesine uzanıyor, o zamanlar ben Pasaj İçi diye bir oyun yazmaya çalışıyordum, maalesef bitmedi. Üniversiteden ihraç edilince ise zamanımı ve emeğimi ilgilerime yöneltmeye karar vermiştim. GalataPerform’daki atölyelere giderken, yılbaşı partisinde bana bir defter kuradan çıkmıştı, Yeşim de “sen bir yazarsın, yazmalısın” demişti bana hediyemi verirken. Bu benim için çok özel bir anıdır.

Kitabın sürecinde, farklı farklı durumlarla karşılaştım. Beni en çok destekleyen kadınlar oldu, erkeklerin hep bir mazeretleri ya da iş yapma biçimleri vardı cesaret kırıcı. Daha erken yayımlanabilirdi dosyam mesela, olmadı. Neyse ki kitap bekledikçe genişledi ve tatlandı. Dosya halini hep kadınlar okudu, daha çok okuyucuya ulaşması temennilerini onlardan aldım. Özellike kitap hakkında umutsuzluğa kapıldığım bir dönem Nalan Erduran Şekerci, Nergis Perçinel ve İdil Engindeniz’in yüreklendirmelerini anmak isterim. Dosyamı bilinen yayınevlerine yollamaya beni teşvik ettiler.

Düşbaz Kitap’ı Yoğurtçu Kadın Forumu’nda duymuştum. Kadın dostu bir yayın grubu olduğunu biliyordum. Her yazar adayı gibi dosyamı bir mektupla e-posta adreslerine yolladım Paris’ten dönmeden kısa bir süre önce. Ne mutlu ki bana karşıma feminist bir editör çıktı, Cansu Canseven. O, yoktan KISA isimli bir seri yarattı. Bir seneye yayılan bir süreç sonunda okuyucuyla buluştum.

Lafı çok uzattım ama bir de yıllardır beni içime bakmaya cesaretlendiren, hayatımın farklı dönemlerinde yollarımın kesiştiği ruh sağlığı alanında çalışan ve bende emeği olan birkaç ismi anmak istiyorum. Stella Ovadia, Deniz Keziban Çakıcı ve Derya Gürsel kendimi gerçekleştirmemde, inişli çıkışlı duygularımda hep anlamın ve anlamanın kapısını açtılar bana. Bu benim yaratıcılığımı perçinledi, kendime inancımı arttırdı. Var olsunlar…

Öykülerinin her birinde farklı karakterlerin gündelik yaşamlarına konuk oluyoruz. Kimisi sana daha yakın hissettiriyor, kimisi ise bambaşka dünyaların kapılarını aralıyor. Yazdıklarının hepsinde senden bir parça olduğu kesin. Ancak bir yazar olarak, daha otobiyografik bir şekilde yazmak ile tamamen kurgu karakterler yaratmak arasında nasıl bir fark var? Bu iki yaklaşım arasında seni en çok zorlayan ya da heyecanlandıran şeyler neler?

Bu soru bana annemin kitabı okuduğunda verdiği tepkiyi hatırlattı. “Şimdi bunlar hep senin kafanın içindekiler mi, aşklarını yazmışsın” dedi bana. Ben de ona “Anne, izlediğin diziler gerçek mi? Bunlar da kurgu” dedim. Bu diyalog aklıma geldikçe beni gülümsetiyor. Bir de üniversiteden bir arkadaşım “Hocam bunların hepsi oldu değil mi?” dedi. Benim de kurgunun ne olduğunu izah etmem gerekti.

Otobiyografik yazmakta işte böyle bir handikap var. İnsanın kendini açmaya, yaralamaya, gözetlenmeye bir önkabulü olması gerekiyor. Bu da takdir edersin ki kolay değil. Annie Ernaux, Nobel almasaydı da edebiyat dünyasında kabul gören bir tür olmayacaktı belki de. Yazdığım öykülerin içinde benim hislerim ve gözlemlerim var. Onu öyle yaşamadım belki ama onu öyle hissettim, evet. Ya da görmek istediğim bir anı, yaşamak istediğim bir hayatı, murad ettiğim bir yüzleşmeyi koydum öykülerin içine.

Kurgu, hayal gücünün icadı oluyor. Merak, keşif, zanaat istiyor. Oyuncaklı bir iş ve eğlenceli. Daha korunaklı. Bir keşfe çıkmanız gerekiyor; odanın, şehrin, ülkenin, bedenin sınırlarını aşmaya çağırıyor. Sevdim kurgu yazmayı. Özgürlük hissi veriyor bana. Bir de, kurgu karakterler yaratmanın sevme kapasitemi arttırdığını fark ettim. Bu benim için önemliydi.

Kediler, öykülerinde kimi zaman başrolde, kimi zaman ise yan karakter olarak karşımıza çıkıyor. Onlara olan ilgini hissetmemek mümkün değil. Bize biraz kedilere olan tutkundan ve bu tutkunun kalemine nasıl yansıdığından bahseder misin? Kediler, öykülerine nasıl bir ilham kaynağı oluyor?

Kediler benim arkadaşım. Şu hayatta bir süper gücünüz olsa ne isterdiniz deseler galiba hayvanlar, bitkiler, dağ taş toprakla konuşabilmeyi ve istediğim zaman şekil değiştirmeyi söylerdim. Neyse ki yazmak bana bu imkânı verdi.

Hayatımdaki ilk adalet mücadelemi bir kedi için vermiştim. Üç-dört yaşlarındayken, apartman komşumuz bir yavru kediyi tekmelemişti. Bağır çağır kediyi korumaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sürgünde yalnız olduğum yıllarda kalbimi hafifletebilmek için kedilerim Kuti ve Rotinda’yı yanımda hayal ederdim. Maalesef ayrıyız hâlâ kedilerimle. Galiba hasretimi hafifletiyorum onları yazarak. Bana huzur veriyorlar, onlarla bağ kuruyorum. İnsanı, insanların birbiriyle ilişkilerini, olayları gözlemlediğim gibi hayvanları, onların hislerini, tepkilerini de gözlemliyorum. İnsana dair yazmak neyse, kedilere dair yazmak da o benim için. Ben kedilerimi yalnız bıraktığımda ne hissettiler, bunu merak ediyorum. Hoş, döndüğümde koşup boynuma sarılmadılar ama canları sağ olsun. Benim için bir baykuş, toprak, sardunya, kırılan bir kapı kolu da ilham kaynağı olabilir. Bir bira şişesine de dalgacı şiir yazmışlığım var mesela. Bazen metaforlar benim için, bazen de baş kahraman. Hayvanlar, doğa bizim can dostlarımız. Onlarsız yazmak eksik kalırdı.

Biliyorsun, Avrupa’da sokakta yalnızca yaban hayvanlarıyla karşılaşma şansın var sahipsiz olarak. Karşına bir kedi çıktığında bu mucize gibi bir şey oluyor. Halk sağlığı çabalarını anlasam da sokakları boşaltmak yerine birlikte yaşamanın bir yolunu aramalı diye düşünüyorum.

Yazma deneyimimde başıma şöyle bir şey gelmişti. Hiç Kadın öyküsünün 2013 senesindeki ilk halinde “domuz gibi” ifadesi yer alıyordu metnin içinde. Anita Sezgener bana türcü bir ifade kullandığımı söyleyerek beni nazikçe öyküyü düzeltmeye davet etmişti. Bunun üzerine düşündüm ve onu haklı buldum. Yazarken hayvanları, doğayı incitmemeye dikkat ediyorum şimdi. Umarım başarıyorumdur.

Gather-in’de online video platformunda BiblioPub: Beynelminel başlıklı buluşmalar düzenlediğini biliyorum. Bize bu buluşmaların nasıl geçtiğinden, orada yapılan paylaşımlardan ve bu sürecin sana nasıl bir deneyim kattığından bahseder misin?

Gather-in’deki mekânım BiblioPub: Beynelmilel’de ikinci seneme girdim. Bir iyileşme ve bağ kurma mekânı olarak kurguladığım bir yer. Hem sanat/yaratım destek atölyesi, hem de konuklu buluşma mekânı olarak planlamıştım ama atölye kendi kendine sönümlendi. Bu sene yeniden canlandırmaya çalışıyoruz. Konuklu kısmı da benim daha önce Çalıkuşu’nun Z Raporu’nda da deneyimlediğim karşılıklı sohbetin genişletilmiş canlı yayını gibi oluyor. Bir araya gelmekten keyif duyacağım insanlarla, konukların belirlediği ya da konukların kitapları/çalışmaları üzerinden sohbetler gerçekleştiriyoruz. Ücretsiz bir alan çünkü asıl dileğim bir topluluk ruhu oluşturabilmek. Yoğun bir katılım olduğunu söyleyemem ama nitelikli zaman geçirdiğimizi söyleyebilirim. Ben mekânın en az beş sene sürmesine niyetliyim, umarım olur. Gather-in’de pek çok kitap mekânı ve atölye var. Zaman geçtikçe mekân sahipleriyle de arkadaş olmaya başladık. Lokal isimli yeni bir buluşma alanı da oluşturdu Gather-in ekibi. Orada birbirimizden yeni şeyler öğreniyoruz, üyelerine özel bir sosyal medya alanı orası. Yıllara yayılan göçmenlik ve pandemi sonrası oluşan içe kapanmanın ardından benim için keyifli bir sosyalleşme mecrası oldu Gather-in. Okurlarımız daha fazla bilgi almak isterse de BiblioPub: Beynelmilel’in birinci yılı için kaleme aldığım blog yazısına göz atabilirler: https://blog.gatherin.life/bibliopub-beynelmilel-1-yasinda/

Son olarak, ilk kitabının ardından edebiyat yolculuğunda gerçekleştirmek istediğin hayallerin ya da planların var mı? Bunlardan biraz bahsederek söyleşimizi sonlandırmak isterim.

Esasen ben oyunlar yazmak ve sahnelemek istiyorum. Tiyatro benim çok küçük yaşlardan beri ilgi alanım, sen de bilirsin. İki de tamamlanmış oyunum var, “Kayıp Kızlar Ormanı” ve “Söz”. En kısa zamanda bir üçüncüsünü yazmak niyetindeyim. Öte Yaka Fırtına’yı okuyan bir arkadaşım şiir yazmayı da düşünmem gerektiğini söyledi. Pek çok kişi gibi ben de ilk şiir yazarak başladım yazmaya, yazı yazmayı öğrendiğimde ama şimdilik şiire yoğun bir ilgiyle odaklanabileceğimi sanmıyorum. Bir sonraki çalışmam eğer bir tiyatro oyunu olmazsa, bir roman olacak. Birtakım hazırlıklarım var fakat roman henüz taslak haline gelmedi.

Hayalim özgürlük ve hafiflik hissi verebilecek metinler kaleme almak. Olumsuz duyguları bile ele alıyor olsam umudu diri tutmak… Kendi özgün dilimi bulabilmek. İlham aldığım pek çok kadın yazar oldu bu hayatta, onların yanında anılmak güzel olmaz mıydı?

Bu röportaj için çok teşekkür ederim. Kitap tazecik çıkmışken okuyup benimle birlikte sevindin ve böyle güzel bir sohbetimiz oldu. Ortaokuldaki o küçük kızların şimdi birlikte röportaj yapıyor olması bir harika değil mi? Nice küçük kızlar büyüsün ve nice güzel emekleri birlikte kutlasınlar. Sevgiyle.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.