Huzur romanını Ülker Fırtınası ile birlikte okumak sadece Safiye Erol’u hatırlamak için değil kanon içerisindeki yeriyle ilgili her kesimin hemfikir olduğu Huzur romanı için de yeni okumalara vesile olacaktır.

Bir süredir kafam Safiye Erol ile meşguldü. Bir biçimde sanki arada kaynayıp gitmiş mi yazdıkları diye düşünüp duruyordum. 1950 sonrası kadın yazarlara odaklandığımız doktora dersimde de durup durup bir bahane bulup sözü Safiye Erol’a getiriyordum, dersin ana yazarlarından biri olmamasına rağmen. Az sayılamayacak sayıda romanı, hikâyeleri, makaleleri olan bu yazarı biz esasen neden o kadar da iyi bilmiyorduk? Biz derken üstelik de edebiyat araştırmacısı olan ben ve çevremdekileri kast ediyorum. Bu kendi adıma benim ayıbımdı elbette; başkalarına söyleyecek bir sözüm de olamazdı.[1]

Uzun yıllar sonra Ülker Fırtınası’nı yeniden okumama vesile olansa Neslihan Cangöz’ün “Safiye Erol’u Kim Sahiplensin” yazısı ve ardından da 8 Mart vesilesi ile Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz, kanon meselesini de sorguladığımız Kimin Kanonu: Geç Osmanlı Erken Cumhuriyet Döneminde Kadın Sanatçılar etkinliğinde yaptığı konuşma oldu. Hele Neslihan, romanın kahramanı Nuran’ın, evinin bahçesine, artık gönül ilişkisini bitirdiği Sermet ile haftanın belli günlerinde buluşmak için yaptırdığı ve asıl köşkün aksine daha alaturka bir biçimde döşediği paviyonu anlatırken dedim ki “vay be hem de 1930’larda.” Ama işte bu “hem de” aşağıda da bahsedeceğim Cemre Baytok’un yazısının da vurgu yaptığı ilerlemeci tarih yanılgısının bir nidası idi. Ezberden tepki veriyordum ama aynı zamanda belki de zaman zaman 1920’lerden 1930’lardan kadın fotoğrafları paylaşarak “ah o zamanlar daha mı çağdaştık” diyen nostaljik bakışa benzer bir karşılaştırmaya giriyordum. Bundan kurtulmanın yolu ise romanı bugünle değil o günle karşılaştırmak olabilirdi. Yani, benzer zamanlarda yazılmış bir iki metni birlikte okumayı denemek bir yöntem olabilirdi. Yani eğer Safiye Erol’a şaşırıyorsak neden şaşırdığımızı da bulmak gerekiyordu.

Sonra işte Çatlak Zemin’de Cemre’nin yazısını okuduğumda, benim cesaret edemediğimi yapmış, Ülker Fırtınası üzerine bir şeyler yazmış diye düşündüm. Ben kitabı okuduktan sonra pek çok şey düşünmüş ama yeteri kadar mesafeli miyim metne yoksa biraz pozitif ayrımcılık mı yapıyorum, aşırı yoruma mı kaçtım gibi kaygılarla boğuşmuş, istediğim halde çekinmiştim bir şey yazmaya. Endişemden sıyrılmamı sağlayansa bir başka gözün gördükleri, okudukları oldu. Hem Neslihan’a hem de Cemre’ye gönülden teşekkür ederek detaylandırılmış bir tartışma değilse de yukarıda bahsettiğim türden bir karşılaştırmayla Safiye Erol’un Ülker Fırtınası (1944) ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur (1949) romanlarına dair birkaç not düşmek istiyorum.

Safiye Erol Almanya’daki doktora çalışması esnasında hocalarıyla beraber

Huzur’un ve Ülker Fırtınası’nın kadın kahramanlarının isim benzerliğine de kesişen temalarına da daha önce işaret edenler oldu ama yanılmıyorsam detaylı bir karşılaştırmalı incelemesi yapılmadı iki romanın. Ve çoğu zaman Ülker Fırtınası’nın Huzur’u hatırlattığından söz edildi, tersi değil. Oysa benzer meseleler–erken Cumhuriyet modernleşme tartışmaları, doğu ve batının temsil ettikleri, İstanbul, musiki, aşk—etrafında örülmüş iki romandan öncül olanı Ülker Fırtınası. Nuran Yerli karakterinin Huzur’un Nuran’ının prototipi olabileceğine işaret edildi. Benim peşine düştüğüm şeyse Safiye Erol okuduğumuzda neden bu kadar şaşırdığımızı bulmak, bunu ararken de sadece Nuranlar arasındaki benzerliğe değil Ülker Fırtınası’nın Nuran’ı ve Huzur’un Mümtaz’ı arasındaki farklara da bakmak. Cemre’nin romandaki ilişkiye dair söyledikleri, roman boyunca bilerek içine atladığı acılara rağmen hem bilinçli hem de mesafeli bir yerden kendine bakıp güçlenen bir kadın karakterin varlığı, Sermet’in sorumsuz beceriksizliği, bunlar hep çok yerinde tespitler ama neden buna şaşırıyoruz da Tanpınar’ın Huzur romanına değil?

Safiye Erol’un ilk romanı Kadıköyü’nün Romanı 1935 yılında tefrika edilip 1938 yılında kitap olarak basılıyor ve aynı yıl Ülker Fırtınası Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmeye başlanıyor. Daha doğrusu tüm kaynaklar hikayeyi böyle anlatıyor ve Safiye Erol da kendisi ile yapılan bir söyleşide bu bilgiyi veriyor. Oysa 1938 yılı Cumhuriyet gazetesini taradığımda gördüm ki Ülker Fırtınası tefrikası yok. Buna cidden takılıp bir gece uykusuz kalarak tespit ettim ki tefrika 1938 yılında değil 1942 yılında yer alıyor Cumhuriyet’te.[2] Tanpınar’ın Ülker Fırtınası tefrikasını ya da 1944 senesinde basılan kitap halini okumamış olma ihtimali yok gibi geliyor bana ama elbette emin olamayız. Okuduysa ne düşünmüştür, romanı beğenmiş midir, kendi Nuran karakterini yaratırken Ülker Fırtınası’nın Nuran’ını hatırlamış mıdır, iki Nuran’ın da ailelerinde Bektaşilik olması tesadüf müdür, sadece soru şimdilik ve Tanpınar bu konuda bir şey yazmış mı bundan emin değilim henüz. Huzur ise 1948 yılında yine Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildikten sonra 1949’da kitap olarak yayımlanıyor. Huzur’un tefrika edilen hali ile kitap hali arasında bir hayli fark olduğunu biliyoruz.[3]

Gelelim iki metni birlikte düşününce aklıma gelenlere:

1- Nuran ve Nuran: Her iki romanın da kadın karakterlerinin ismi Nuran. Bu bir tesadüf olabilir, bir nazire olabilir ama zaten mühim olan isim benzerliğinden ziyade bu adaş karakterlerin metindeki temsilleri, sesleri. Berna Moran teknik olarak da gösterdiğinden bu yana Huzur’un üçüncü şahıs anlatıcısının olayları çoğu zaman Mümtaz’ın hemen ardında durarak anlattığını, kimi zaman anlatıcı ve Mümtaz’ın zihinlerinin karıştığını biliyoruz. Dolayısıyla, Huzur’un Nuran’ı da bize çoğunlukla Mümtaz’ın gözünden, onun filtresi ile aktarılır ve Nuran’ın iç çelişkilerine dair çok daha az şey okuruz. Aktarılan çoğu zaman anlatıcının ya da Mümtaz’ın ona atfettikleridir. Oysa kendi hikayesini bir yazara kendi ağzından aktardığını bize çerçeve hikayede anlatan Ülker Fırtınası’nın Nuran’ı kanlı canlı, üç boyutlu ve iç dinamikleri ile de derinleştirilmiş bir karakterdir. Hikayesini bir romancıya emanet etmiş ancak son sözü yine kendisi söylemiştir, bu da okuru Nuran’a daha da yakınlaştırır. Okur Nuran’ı bilir, Nuran’la üzülür, Nuran’la kırlarda dolaşırken içi huzur bulur. Zaaflarına sahip çıkışını okur/dinler onu anlamaya çalışır. Dürüst bir karakterdir Nuran; kendisi de dahil kimseyi kandırmaya çalışmaz. Burada fark Nuran’ların farklı karakter özelliklerinden ziyade yazarlarının bu karakterlere tanıdıkları anlatıbilimsel imkanlardan kaynaklanmaktadır. Yoksa esasen birbirine benzetebileceğimiz kadınlardır Nuranlar. Her ikisi de 1930’lara ait, ayakları yere basan, gerçekçi, modern kadınlar. Dünyaya bir hayal perdesinin sisi ardından bakmazlar, kendilerini neredeyse hiç kandırmazlar. Duygularını belli bir mesafeden izleyen ama tutkuya da hayır demeyen kadınlardır.

Bu meseleyi daha da ilginçleştirense Handan İnci’nin de Huzur’un tefrikası ile roman halini karşılaştırdığı yazısında belirttiği ve 2000 yılında Yücel Demirel’in Yapı Kredi Yayınları’na hazırladığı eleştirel basımındaki dipnotlarda gördüğümüz üzere Huzur’un tefrikasında Nuran’ın iç dünyasına dair iki uzun bölüm bulunmasıdır.[4] Bunlar Nuran’ın ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamamıza imkan veren kısımlar. Tanpınar tefrikayı romanlaştırırken bu bölümleri çıkartıyor. Üzerinde düşünülecek bir nokta. Okurun Nuran’ı çok daha etraflı tanımasına vesile olabilecek bu iç konuşmaları, muhasebeleri Tanpınar romana neden almamıştır? Huzur Mümtaz’ın dünyaya bakışı etrafında örüldüğü için Nuran’ı da esas olarak Mümtaz’ın gördüğü, hayal ettiği Nuran olarak mı anlatmak istemiştir yoksa Nuran’ın iç sesini o kadar da önemsememiş midir? Bana Tanpınar gibi kılı kırk yaran ve nüansları uzun uzun anlatan bir romancı için ikinci seçenek pek ihtimal dahilinde gelmiyor ancak bu değişikliğin yol açtığı sonuç net: Huzur’un roman halinde Nuran’ı daha az tanıyoruz.

2- Yalnızca adaş kadın karakterlerin değil de romanların merkezi figürleri olan Ülker Fırtınası’nın Nuran’ı ile Huzur’un Mümtaz’ına da birlikte bakmak mümkün. Yani Huzur, Mümtaz’ın romanı iken ve Huzur’un Nuran’ı çok daha dışarıdan anlatılırken Ülker Fırtınası, Nuran’ın romanı, merkezdeki kadın karakterin romanı, üstelik Mümtaz’a oranla çok daha kararlı biri sanki Nuran. Mümtaz, Nuran kocasına dönünce üzülür, hem de çok üzülür, dünyaya bu ayrılığın çerçevesinden bakar ve adeta İstanbul’un Nuran’ın bulunması ihtimali olan her köşesinde onunla beraber olabilmek için zihinsel olarak parçalanır. Ama gerçek Nuran’ı sevip sevmediği de şüphelidir bana kalırsa. “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran’a benzemek…” olduğunu da onunla ilişkisinin en başında kararlaştırır. Duyguları evet güçlüdür ama o Nuran’dan ziyade Nuran’ın temsil ettiği şeyleri sever—yani Nuran’ı sevmesi entelektüel olarak da çok yakışık alır bir sevmedir ki zaten Nuran da bir yerde isyan eder Mümtaz bugüne dön, ben 1937 yılında yaşayan kanlı canlı bir kadınım der (mealen). Oysa Ülker Fırtınası’nın Nuran’ı udi Sermet’i Sermet’e rağmen sevmektedir, yani esasen Sermet’in temsil ettiği şeylere uzak olmasına rağmen, o Sermet’i sevmektedir, Sermet bir imge değil kanlı canlı bir adamdır.

3- Her iki romanın aşk hikayesi de mayısta baharla birlikte başlar ve sonbaharda artık hikaye gölgelenir. Her iki romanda da özenle tasvir edilen vuslat Boğaz’da gerçekleşir. Nuran ve Mümtaz, Mümtaz’ın Emirgan’daki evinde buluşurlar. Nuran ve Sermet ise bir tanıdıklarının Kanlıca’daki yalısında. Her iki romanda da büyük bir mukaddesat olarak anlatılan ve yüceltilen bu ilk sevişme sahnelerinin romanlarda yer alışına gelince: Safiye Erol’un romanında saadetin en üstün noktası olan bu günlerin en iyisi tarif edilmemesi gerektiği söylenir, anlatıcı hikayemin burasında bir boşluk bıraktım derken, Huzur’da bu ilk buluşmanın özellikle Mümtaz’daki hatırası daha detaylı anlatılır, o gün Nuran’da her şeyin Mümtaz’ı nasıl çıldırttığından bahsedilir. İki metinde de ortaklaşan, bu kavuşmanın ulvi bir şey olarak tarif edilmesidir.

4- Kocasına dönen Nuran’la Mümtaz’ın ilişkisinin sürmesi akla bile gelmeyecek bir tabu iken (kocasına dönen bir Nuran’ı Mümtaz taşıyabilir miydi?) karısı Müzeyyen’i seçen Sermet’in hâlâ Nuran’la görüşmesi sıradan bir olay olarak algılanır (Nuran bu durumu bir biçimde rasyonalize eder ve bir sürdürülebilirlik inşa eder) Mümtaz zihinsel olanı, hayallerini ve hatıralarını tercih ederken Nuran hafızanın koruyucu gücünden bahsederek ilişkinin pek çok merhalesini unuttuğunu anlatır ve bir süre için de olsa bedende karar kılar.

Düşünme egzersizimin amacı, Tanpınar’ın Ülker Fırtınası’nı okuyup okumadığını anlamak olmadığı için bu kişisel merakımı şimdilik bir kenara bırakarak Tanpınar’ın romanının aksine, Safiye Erol’un romanının bugün bizi şaşırtmasının nedeninin, alışık olmadığımız derinlikte bir kadın karakteri, üstelik hiç kimsenin siyah beyaz resmedilmediği bir kurmaca evrende anlatışı olduğunu düşünüyorum. Buna ek olarak, birçok siyasi tartışmanın, akademik araştırmanın, farklı disiplinlerin ilgisini çekmiş erken Cumhuriyet döneminin Doğu-Batı gerilimini ve bunun zihinlerde, hayat tarzlarında, kültürel ve siyasi kodlarda, romantik ilişkiler üzerinden sürdüğümüz seyrini farklı bakış açılarına yer vererek anlatıyor olmasına daha da şaşırıyoruz diye de düşünüyorum. Avusturya’da batı müziği tahsil etmiş Nuran’ın alaturka müzik hakkında söyledikleri, onun gözünden okuduğumuz bir saz akşamı ve bu karşılaşma anlarının Doğu-Batı tartışması içindeki kritikliği, bir udi olarak doğuyu temsil eden Sermet’i Nuran’ın tüm önyargılarına rağmen sevmesi, tüm bunlar da, romanı bir yandan şematik yapar gibi görünürken diğer yandan Tanpınar’da da gördüğümüz gibi, ikisinin bir arada varoluşunun nev-i şahsına münhasırlığı hakkındaki parçalar. Bunlar romanı karmaşıklaştıran ögeler. Romanın sonunda mutlak huzuru yalnız Allah’ta buluruz diyerek tasavvufi bir dönüşüm yaşayan,  ferdi arzularından tamamen vazgeçerek kendisini ideallerine adayan bir Nuran resmedilse de biz roman boyunca Nuran’ı 20li yaşlarında arzularına sahip çıkan bir özne olarak okuyoruz. Ve esas olarak, Nuran karakteri, yani bir kadın özne üzerinden bunca sosyopolitik dönüşümü ve çatışmayı algılıyoruz. Safiye Erol’un külliyatını bugün yeniden okumak, tartışmak belki de bu şaşkınlığı açıklamamıza yardımcı olur; Safiye Erol’u, öncülü, çağdaşı ya da sonraki dönemlerde yazmış kadın yazarları benzer sorularla ele almak, klişe tanımların ötesinde metinlerin kendisinde hangi çatışmaların ne tür edebi imkanlarla anlatıldığına bakmak sadece bu yüzyıllık yalnızlığı kırmakla kalmayacaktır. Bugünün araştırmacıları için feminist bir bakış açısı ve yöntem ile bu kadın yazarları, bağlamları içerisinde ve alımlanma tarihlerini de göz önünde bulundurarak incelemek edebiyat tarihinin de yeniden yazılması ile sonuçlanacaktır. Huzur romanını Ülker Fırtınası ile birlikte okumak sadece Safiye Erol’u hatırlamak için değil kanon içerisindeki yeriyle ilgili her kesimin hemfikir olduğu Huzur romanı için de yeni okumalara vesile olacaktır.

*“Muammalı bağlarla birbirimize bağlıyız. Bu ne aşktır, ne de arkadaşlık.” Ülker Fırtınası, s. 215.

[1] 1964 yılında ölen Safiye Erol’un bütün eserlerini, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları 2001 yılından itibaren yeniden yayına hazırladı. Mehmet Nuri Yardım’ın Safiye Erol Kitabı’nda belirttiği gibi bunun yazarın bir tür yeniden doğuşu olacağı düşünülmüşse de kitaplar daha ziyade akademik çevrelere ulaşmış görünüyor. Yardım, 2003 yılında yazdığı bu kitapta o zamana kadar Safiye Erol’a yer veren edebiyat tarihi kitaplarına işaret eden, yazar hakkındaki tüm araştırmalardan söz ettiği özenli bir çalışma gerçekleştirmiştir. İnci Enginün, Sema Uğurcan gibi değerli akademisyenler de Safiye Erol ile ilgili çalışmalar yapmışlar, Safiye Erol’un gözden kaçışına Selim İleri, Murat Belge gibi isimler de farklı mecralarda işaret etmişler, 2001 yılındaki hareketlenmenin ve etkinliklerin ardından 2014 yılında Şehir Üniversitesi’nde hakkında bir sempozyum düzenlenmiş ancak Havva Yılmaz’ın da “Bir Safiye Erol vardı bir Safiye Erol yine var” başlıklı yazısında belirttiği gibi: “Tanınsın ve okunsun diye ne Selim İleri’nin ne Murat Belge’nin ne de yazarın külliyatını yayımlayan Neşriyat Yayınları’nın çabaları, Safiye Erol’un hak ettiği ilgiyi görmesine, benzer temaları işlediği, aynı dönemde kalem oynattığı yazarlar kadar tanınmasına, okunmasına ve incelenmesine vesile olamadı. Oysa Erol, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının saklı kalmış en iyi romancılarından, en güçlü ve özgün kadın kalemlerindendi.”

[2] Cumhuriyet’in Edebi Tefrikası bölümünde yer alan Ülker Fırtınası 31 Mayıs-16 Eylül 1942 tarihleri arasında tefrika ediliyor. Tarihlerdeki yanlışlığın şöyle bir noktadan kaynaklandığını düşünüyorum. Safiye Erol bizzat matbaaya giderek Yunus Nadi’ye teslim ettiği müsveddelerinin iki, üç yıl kadar bekletildiğinden söz ediyor ve artık ısrarla kitabını Nadi Bey’den geri istediği bir zamanda, 1938 yılında tefrika edildiğini söylüyor 1949 yılında Kandemir’in kendisi ile yaptığı bir söyleşide. 1938’in büyük ihtimal ile kendisinin metni bitirip gazeteye teslim ettiği yıl olabileceğini düşünüyorum. Bu konudaki bilgilere bu röportajın yanı sıra Halil Açıkgöz’ün yazısında da rastlarız. “Safiye Erol’un Kendi Kaleminden Hayatı” içinde Kubbealtı Akademi (31/4), Halil Açıkgöz, Kubbealtı Neşriyat, Ekim-2002, sf. 13. 33’te Kadıköyü’nün Romanı bitiyor ve yine bence 33-38 arasında Ülker Fırtınası yazılıyor. Kitapta anlatılan olay Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarının da gerçekleştiği 1933 yılında başlar ve Nuran’ın hikayeyi nihayetlendirdiği satırlarda da net olarak belirttiği gibi 5 yıla yayılır.

[3] Handan İnci ve Yücel Demirel’in birlikte yürüttükleri çalışma sonucu romanın Yapı Kredi Yayınları tarafından bir eleştirel basımı gerçekleşmişti. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (eleştirel basım), İstanbul, YKY, 2000.

[4] Handan İnci, “Tefrikadan Kitaba Huzur” a.g.e, s. 427-442.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.