Hem gurur, rekabet hissi, sevilme ve onaylanmak arzusu gibi toplumsallığın getirdiği izlerle yüzleşsek hem toplumsalın getirdiği arızalardan mustarip yapısızlığımıza açık sözlü çözümler üretsek?
Ne kadar süreceğini bilmediğimiz distopik günlerden geçiyoruz. Uzun zamandır süren kutuplaşma halinin aksine, sanırım her kesimin ortaklaştığı tek şey bu fikir ve yaşadığımız bu sürecin derin izler bırakacağı. Evlerimizden çık(a)mıyoruz. Evin kendisi başlı başına feminist bir mesele. Tabii evde olanlar kim, kimler çalışmak zorunda, her şeyin sığdığı iddia edilen o ev kimin evi, nasıl bir ev, bunların hepsi ayrıca tartışılması gereken şeyler. Evden çıkmama ayrıcalığına sahip ve o evde güvende olan sanırım sınırlı sayıda insan var. Ama durumu tüm bu farklılıklardan soyutladığımızda uzun zamandır birey merkezli olan söylemlerin dibinde olduğumuzu görebiliriz. Siyasi iktidar doğrudan bireylere sesleniyor: “Evden çıkmayın” dolayısıyla burada ne kolektif bağlar ne de alternatifler söz konusu. Adeta her şey bireyin kendi ellerine terk edilmiş gibi görünüyor.
Sanırım mutlak eşitlik ve özgürlük dışında dünyada tüm seçenekler denendi. Kaosun içerisinde bir araya gelebilme ümidimiz, bir şeyler yapabilme arzumuz bu süreç öncesinde kurduğumuz bağlarla sınırlı şimdilik. Fakat kriz durumu aynı zamanda kolektif bağlarla kurduğumuz ilişkilerde yaşadığımız sorunların daha görünür hale gelmesine neden oluyor. Hali hazırda bir şekilde işleyen bir feminist grup içerisinde isek bu süreci daha kolay atlatabiliriz. Fakat içerisinde iktidar ilişkilerinin ön plana çıktığı, söz eşitliği ile ilgili tereddütlerimizin olduğu, bir şekilde güvenimizin sarsıldığı bir grup deneyimimiz var ise işler bizim için daha zor hale gelebilir. Kendi deneyimlerim doğrultusunda, feminist bir yatay örgütlenmenin içerdiği sorunlardan bahsediyorum.
Yatay örgütlenme ile ilgili sorunlar sanırım bir araya gelememe durumunun hem sonucu hem de nedeni olarak merkezi bir yerde duruyor. Benim yatay örgütlenme ile ilgili en temelde anladığım şey herhangi bir karar verici mekanizmanın bir grup ya da kişinin tekelinde olmaması, topluluk içerisinde herkesin eşit söz sahibi olması ve topluluğun sürdürdüğü işlerde eşit sorumluluk alma çabasının olması, rotasyon ilkesinin işletilmesi. Fakat naçizane deneyimlerim özellikle 2010 sonrası feminist örgütlenmede yatay örgütlenmenin aktif bir şekilde işletilemediği yönünde. Tabii ki bu içinde yaşadığımız zorlu süreçlerin etkisinden bağımsız düşünülemez. Fakat yine de feministler olarak birlikte olma hallerimiz üzerine biraz kafa yormak istiyorum. Feminist örgütlerin dağılarak saçılma hali geride birçok kadın için travmatik etkiler bırakıyor. Bir şeyler yapabilme, kendi yaşamına ve diğer kadınların yaşamlarına dokunabilme umuduyla dahil olduğumuz yapılarda, bir şekilde eşitliğin olmadığını görmek, hiyerarşik tavırlarla karşılaşmak bizi feministler dışındaki yaşamımızdan daha kırılmış hale getirebiliyor. Pek üzerine konuşulmayan bu kırgınlıklar, kızgınlıklar saçılma etkisi ile kadınların yeniden bir araya gelme ihtimallerine dahi yansıyor. Bazı durumlarda kişisel ilişkilerde yaşanan sorunlar, bu sorunlara grup içerisinde verilen tepkiler tekrar kadınlarla birlikte politika yapma umudumuzu zedeleyebiliyor. Bu kırılgan etkinin büyümemesi için bazen konuşmaktan kaçabiliyoruz. Sorun içinden çıkılamaz hale gelirken konuşmaktan korktuğumuz şey kırılgan bir halde olan birlikteliğimiz mi diye merak ediyorum. Peki bir arada olmanın yolları üzerine konuşup tartışmaz isek feminizmin kendi içerisinden eleştirilerle gelişme özelliği nerede kalır? Kendimiz ve dünya hakkında bu kadar konuşurken var etiğimiz yapılar ve kırılganlıklarımız hakkında konuşmak neden bu denli zor? Elbette durum umutsuz değil, tüm bu kırgınlıkların yanı sıra bir arada olma ihtimallerini denemeye, sürdürmeye devam ediyoruz.
Bunları düşünürken Silvia Federici’nin birey merkezli siyaset anlayışını sorguladığı Tenin Sınırlarının Ötesine adlı kitabında kısacık bahsettiği neşeli militanlık nitelemesine rast geldim:
“Neşeli militanlığın ilkesi, politikamızın özgürleştirici olması, yaşamlarımızı olumlu, bizi büyüten, bize neşe veren bir yolla değiştirmesidir, aksi durumda politikamızda yanlış giden bir şeyler var demektir.”[i]
Federici yapabileceğimizden fazlasını üstlenmenin kederli politikalara neden olacağını söylüyor. Dünyayı tümden değiştirecek hedefler yerine şimdi ve burada olan ilişkilere odaklanmamız gerektiğini ifade ediyor ki feministlerin bu ilişkileri kurmada zaten tecrübeli olduklarını hatırlatıyor. Tüm bu çaba kendimizi sağaltmamız için gerekli, özel olan politiktir dediğimiz bir noktada kendi yaşamlarımıza değmeyen bir yapı ve birliktelik fikri, zaten feminist tahayyülün dışarısında kalıyor.
Daha önce Sara Ahmed, feministlerin oyunbozanlar olduğunu ve bu rolün bizi elbette mutsuz edeceğini söylemişti.[ii] Aslında, toplumsal olarak mutlu olmak için gereken özelliklerin normal olana ne kadar yakın olup olmadığımız ile ilgili olduğuna dikkat çekmek istiyordu. Mutsuzluk bizim düzene uymayan, eşitlik talep eden her davranışımızda hayatın olağan akışına müdahale etmekten kaynaklı karşılaşacağımız bir sonuçtu. Peki neşeli oyunbozanlar olamaz mıyız? Buradan şunu anlıyorum, mutlu-mutsuz nitelemesi toplumsal yaşam ile doğrudan ilgili iken neşe varoluşsal, bireysel bir duyguya karşılık geliyor. Çünkü neşeli militanlık anlamak ile ilgili. Buradaki anlam, bize hem kendimizi tüm tarihi ve yaralarıyla görmeyi hem de yaşamı dönüştürme yetisi verir. Dönüşüm nihayeti olmayan bir yolculuk ve elbette ki feminist örgütlenme deneyimlerimiz de bu anlama çabasının parçası.
“Birçok yara iziyle harekete katıldığımızı anlamak, burada önemli bir adımdır. Hepimiz kapitalist (ekleyelim: ve ataerkil) bir toplumda yaşamanın izlerini taşırız. Dünyayı değiştirmeyi ve mücadele etmeyi istememizin sebebi budur aslında. Eğer bu toplumda mükemmel insan varlıkları (bu her ne demekse artık) olsaydık zaten buna ihtiyaç olmazdı. Oysa harekette sadece uyumlu ilişkiler bulacağımızı zannedip bunun yerine haset, sataşma ve eşitsiz güç ilişkileriyle karşılaştığımız için de çoğu zaman hayal kırıklığına uğrarız.”[iii]
Feminist örgütlenmeler içerisinde karşılaştığım kırgınlık deneyimlerini bu bakış açısıyla görmeye çalışıyorum. Türlü eşitsizliklere batmış bir dünyanın yaşayanları olarak kendi ellerimizle var ettiğimiz yapıların vaat edilen cennet misali mutlak eşit yapılar olmasını bekleyebilir miyiz? Elbette hayır, insanlığa yazılmış tüm kusurların hem taşıyıcısı hem de yeniden üreticisi olabiliyoruz. Çünkü türlü kırılganlıkların izlerini taşıyoruz. Rekabet içinde yaşamayı öğrendik. Sevilmek, kabullenilmek gibi en temel ihtiyaçlarımız bile rekabet yeteneğimize bağlı tatmin edilebiliyor. Dünyanın şimdiki sırrı olan rekabet, adeta cıva gibi derinlerimize sızıyor. Sonsuz bir salınım gibi ona karşı onunla birlikte hareket ediyoruz. Öğrendiğimiz yaşam pratikleri elbette kolektifler içinde de geçerli.
Örneğin feminist bir grup içerisinde sözümüzün değersiz olduğunu hissedebiliriz. Haksızlığa uğradığımızı düşünebiliriz. Başka kadınlar bizim haksızlığa neden olduğumuzu hissedebilir, buna neden olmuş olabiliriz. Sözel olarak kendimizi ifade edebilme güçlüğü nedeniyle grup içerisinde kendimizi değersiz hissedebiliriz. Tüm bu deneyimler bizi ve yaşamı dönüştürmek arzumuzu kırılgan hale getirebilir, bu kırılganlığın faili de olabiliriz. İçinden çıkılmaz hale gelebilir ilişkiler. Ama tüm bunları hem feminist yapılarımızı dönüştürmek için bir fırsat olarak görüp hem de beraberimizde getirdiğimiz kırılganlıkların toplumsal kaynaklarına dair farkındalığımızı geliştiremez miyiz? Üstelik feminizm bunun için en elverişli zemin iken. Hem gurur, rekabet hissi, sevilme ve onaylanmak arzusu gibi toplumsallığın getirdiği izlerle yüzleşsek hem toplumsalın getirdiği arızalardan mustarip yapısızlığımıza açık sözlü çözümler üretsek? Bunun imkânı belki Federici’nin bahsettiği neşeden geçiyordur.
Hazır şimdi evde iken eğer vaktimiz de olursa kırılganlıklarımız hakkında konuşmak ne iyi olurdu. Neşemizin dünyayı anlama, onunla dönüşme ve onu dönüştürme gücünden geldiğini hatırlamak, kendimizi ve deneyimlerimizi bu çoğulluk içerisinde düşünmekten başlamak istiyorum. Denenmemiş olan tek şey mutlak eşitlik ve özgürlük iken feministlerin yatay örgütlenme deneyimlerinin eksik ve geliştirilmesi gereken yanlarıyla birlikte bu umudun parçası olduğunu hissediyorum. Neşeli militanlar değil miyiz?
[i] Silvia, Federici, Tenin Sınırlarının Ötesine, İstanbul, Otonom Yayıncılık, 2020, s.141.
[ii] Sara, Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, İstanbul, Sel Yayınları, 2018.
[iii] A.g.e., s.144.