Aylin Vartanyan Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. İleri İngilizce biriminde eleştirel okuma ve yazma ve sanat konularında dersler veriyor. Aylin Vartanyan’la Ermeni kadınlarla yürüttüğü doktora tezi üzerine sohbet ettik.

Aylin Vartanyan

Öncelikle bize çalışmanı anlatır mısın?

Geç kalmış bir doktora çalışması bu. 40’lı yaşların ortalarında başladım. Faydalandığım alan olan dışavurumcu sanat, bir terapi alanı olarak başlamış ama eğitim ve sosyal dönüşüm alanlarında da kabul görmüş. Tez için İstanbullu Ermeni kadınlarla dışavurumcu sanat aracılığıyla bir çalışma yapmaya karar verdim. Bu benim içimde bekleyen ve yerine getirilememiş bir şeydi; bir ukdeydi diyelim.

Bu araştırmada, üç yaş grubundan seçtiğim 6 kadınla beraber kendi seçtikleri iki mahalle içerisinde sessiz yürüyüşler yapıyoruz. Katılımcı kadınlardan yürüyüş esnasında fotoğraf çekmelerini istiyorum, ben de onlarla beraber yürüyorum ve fotoğraf çekiyorum. Fotoğraf çekme süreci bir tür imge toplama gibi, fotoğraf çekme eyleminin ötesinde, ne bileyim, bir deniz kenarına gidersiniz taş toplarsınız ya, onun gibi; tanıdık veya tanımadık bir mahallede, bir alanda yürürken sana değen, dokunan, senin tininde bir şeyler uyandıran imgeleri toplamak gibi bir deneyim. Bir saat kadar yürüyoruz, bu imgeleri toplama deneyiminden sonra bu imgelerden nasıl bir hikaye çıkabileceğini konuşuyoruz. Ne katılımcı ne de ben çıkacak hikayeyi bilmiyoruz; bu bir sürpriz. Fotoğraflardaki ortaklıklar veya benzerlikler bizi bir hikayeye doğru götürüyor. Hikayeyi birlikte ortaya çıkarmıyoruz ama bol bol diyalog halinde oluyoruz. Bu şiirsel bir hikaye olabiliyor. Sadece geçmişi anlatan bir anlatı olmuyor, yeniden, bugünden yapılandırılmış, geçmişten etkileşim almış, bir hikaye oluyor. Daha sonra fotoğraflarla hikayeyi birleştirip dijital bir hikaye yaratıyoruz, bunun üzerinden de tekrar bir araya geliyoruz ve gündelik hayatta Ermeni bir kadın olmak ne demek birlikte onu konuşuyoruz.aylinvartanyan1

Bu çalışmayı birlikte yapmanın (birlikte yürümek, ne yazılacağını baştan bilmemek) anlamı nedir?

Dışavurumcu sanat çalışmalarının kökünde yatan bir şey bu aslında. Çalıştığım grupla birlikte hiyerarşi kurmadan birlikte bir şeyler üreterek kendini tanıma yolculuğu benim için de tanıdık bir yaklaşım ayrıca. Yürümenin sembolik yanı burada, bir yolculuğa çıkıyorsun. Karşındaki insanla kurduğun ilişkide önyargısız olmalısın. Ucu açık bir yaklaşımla, ne çıkacağını bilmediğin, bilemeyeceğini kabul ederek başlıyorsun. Bu hem katılımcı hem benim için oldukça özgürleştirici bir deneyim.

Hikaye süreci ortalama ne kadar sürüyor?

Toplamda 7-8 kere görüşüyoruz. İki mahalle söz konusu olduğu için gitmeler gelmeler, teknik kısmıyla birlikte bu kadar sürüyor.

Hangi mahallelere gittiniz? Kimdi bu kadınlar?

Şimdiye kadar üç kişiyle çalışma fırsatım oldu. İki kişi 30 yaş altı, bir de 78 yaşında bir kadın. Çalıştığımız mahalleler, Kurtuluş, Bakırköy, Kadıköy, Şişli, Kınalıada ve Harbiye’deydi. Bu mahalleler hem Ermeni nüfusun geçmişte ve günümüzde hala yaşadığı mahalleler hem de katılımcıların çeşitli deneyimlerinin olduğu mahalleler. Genelde katılımcıların ilk seçtiği mahalleler doğdukları yerler olabiliyor. Diğerleri de büyüdükleri veya kendileri için dokunaklı deneyimlerin olduğu yerler oluyor. Dışavurumcu sanatta bir kavram var, “decentering”, içinde bulunduğunuz çatışmanın / sıkışmanın merkezinden çıkarma, olarak açıklanabilir. Tanıdık bir yerde, bir mesafe alarak yürümek söz konusu olan. Belki büyüdüğünüzde o mahallede kimliğinizden ya da kadınlığınızdan ötürü yaşadığınız olumsuz bir deneyim olabilir, olumlu da olabilir tabii, ama bir saat için o deneyimleri unutup o mahalleye bir turist gözüyle, yeni giriyormuş gibi bakmanız önemli.

Bunu yapmak nasıl mümkün oluyor?

Birtakım yönergeler de vermeye çalışıyorum ama esas olarak, konuşmadan, tamamen gözle tin arasında bağ kurmak ve fotoğraf çekmek kendiliğinden bu alanı yaratıyor aslında. Şimdiye kadar da tersi bir durumla karşılaşmadım. Karşı yönde bir direnç olmadığı durumda bu yaratılabiliyor. Katılımcılar da bunu söylüyor: “Böyle bir şey çıkacağını bilmiyordum, ummuyordum.”

aylinvartanyan2Katılımcılar özellikle daha rahat hissettikleri, pozitif şeyler çağrıştıran yerleri seçmiyorlar, öyle mi? Hiç değilse geçmişte, bir defa?

Büyüdükleri yer söz konusu olduğunda hem pozitif hem negatif çağrışımlar mümkün aslında. Fakat bu mahallelerde bugün gezdiğimizde zaman kavramı birden yok oluyor. Geçmiş, gelecek, bugün birden ortadan kalkıyor. Bilindik, tanıdık olan da yok olabiliyor bu arada. Kentsel dönüşüme kurban giden bir sürü yer, tanıdık ve bilindik bir pastanenin kapanmış olması örneğin, kayıp hissinin tekrar yaşanmasına neden oluyor. Kayıp hissi zaten içimizde var olan bir his; kayıp, yokluk, boşluk hissi kaybolan mekanlar üzerinden tekrar canlanabiliyor. Bazen dokunaklı anlar olabiliyor fakat bir hikaye oluşturduğunuzda, bir bütünlüğe ulaştığınızda iyileştirici tarafı da oluyor. Çünkü her hikayede, kendi hikayenizi oluşturduğunuzda mutlaka bir dinleyici de var. En azından ben oluyorum. Dinleyici ile performansı yaratan kişi arasındaki ilişki de çok iyileştirici olabiliyor. Terapi değil bu, ben de terapist değilim ama terapötik bir alan yaratılıyor.

Araştırmanda Ermeni ve kadın olmak dışında bir de mekanı ele alıyorsun. Mekanı neden işin içine kattın? Bunlar iç içe geçebilen temalar mı?

Bu işe başladığımda beni etkileyen Hrant Dink ile yapılmış bir röportaj vardı, “1915’i Ermeniler kendi aralarında nasıl konuşuyorlar” diye soruyorlar kendisine, şöyle diyor aşağı yukarı: “Biz hiçbir zaman bu konuyu kendi aramızda konuşmayız, hiçbir aile çocuğuyla da paylaşmaz, fakat bu bir iç bilgidir. Biz bu iç bilgiyle yaşarız, konuştuğunuz her Ermeni’nin, herhangi bir kitap bilgisi yoksa bile, bir iç bilgisi vardır”. Tabii artık konuşulmaya başladı birçok şey ailelerde ama Hrant Dink’in nesli için, ki ben de o nesildenim, bir suskunluk söz konusu. Bu İstanbul için çok geçerli. Suskunluk ve iç bilgi birlikte bir tür katranlaşmaya yol açıyor diye düşünüyorum. Yürümenin bu katranlaşmayı akışkan hale getirecek bir etkisi var bana göre. Bir hikayeyi anlatabilmek için sizde bir şeyler uyandırabilecek bir mekana girmeniz lazım ve bu mekanın da çocukluk mekanları, mahalleler, büyüdüğümüz yerler olduğunu düşünüyorum. Bir sene önce bu çalışmaya başlarken kentsel dönüşümü hesaba katmamıştım tabii, konularımızdan biri aşırı hızlı dönüşen şehir değildi. Fakat fotoğraf çektiğimiz yerlere birkaç kez tekrar gitmemiz gerekti ve gördük ki bir ay önce orada olan bir bina yerinde yoktu. Bakırköy’de mesela tren istasyonu kapanmıştı. Kadıköy’de Rexx sineması kapanma tehlikesine girdi. Mekanda yürümenin, mekanda olmanın hikayeyi ortaya çıkarmak için bir uyarıcı olduğunu varsayarak başladım bu çalışmaya. Ermeni ve kadın kimliği ötesinde mekanın ayağımızın altından kayıp gitmesi de böylece bir tema oldu.

Kadınların sokakları, alanları nasıl kullandıkları üzerine düşünürsek… Bu hikayelerde kadınlar için mekanla neler özdeşleşiyor?

Mesela 78 yaşındaki katılımcıdan çok fazla taciz hikayesi çıktı. Genç kadınlık zamanında taciz olarak tam da görmediği olayların daha sonra farkına vardığını belirtti. Okula gidip gelirken yolda yaşadığı taciz hikayeleri bunlar; cinsel taciz, sözlü taciz hikayeleri ve aslında Ermeni kimliğiyle ilgili değil. Diğer iki daha genç katılımcının özdeşleşmeleri görünmez olmakla ilgiliydi. Göz kontağı kurmamak, yürürken yere bakmak anlatıldı. Göze batmama, kimliğini saklama arzusu. Hem kadın olarak hem Ermeni olarak görünmez olmak.

Bunlar süregiden şeyler mi yoksa dönemsel olarak hatırladıkları, bazı dönemlere atfettikleri şeyler mi? Bir mekan bir dönemi mi hatırlatır yoksa süreklilik var mıdır?

Bunlar hâlâ var olan şeyler. Daha çok genç kızlıkta başlayan ve devam eden günlük pratikler. Belirgin olarak ise görünmez olmakla ilgili arzunun bugün hâlâ devam ettiği ortaya çıktı. İki türlü baskı buradaki, ifade yollarının iki türlü tıkanması söz konusu: Ermeni olarak ve kadın olarak. Bir de, bir kadın olarak Ermeni toplumunun içinde baskılanma meselesi var. Oldukça geleneksel bir yapıya sahip Ermeni toplumu.

Peki başka sokağa geçince daha rahat olunuyor mu? Mesela Ermeni kimliği açısından “daha rahat bir sokağa”?

Güzel bir nokta bu çünkü Ermeni kadınlar nerede kendini güvende hissediyor sorusu aslında bu. İlginç bir şekilde, Ermeni kurumlarında bu rahatlığı hissetmediklerini belirtiyorlar. Okul, hastane, vakıf, kültürel alanlardan söz ediyorum. Genellemek istemem tabii. Ama vakıflarla yönetilen bir cemaat Ermeniler ve çok az kadın var yönetimlerde. “Kültür”ün devamlılığı ise kadınların üzerinde, dil, din, mutfak vb. kültürel pratikler olarak. Öte yandan temsil olarak pek kadın temsili de yok.

Rahatlık deyince konuşulması gereken konulardan biri de  “evde olmak”, “güvende hissetmek” duygusu.. Melissa Bilal’in yazdığı bir makale vardır “Evde evi özlemek” diye. Evde olup evi aramak nasıl olur, ev kavramını nerede bulabiliriz diye sorar. Freud’un tekinsizlik kavramı vardır, Almanca’sı unheimlich. Bu kelime içinde ev anlamına gelen heim kelimesi ile olumsuzluk eki un’un birleşimiyle oluşuyor.  Kendini en güvende hissetmen gereken yer sana ihanet eder mi? Veya kendini en tekinsiz hissettiğin yer en tanıdık yer midir? Türkiye’de Ermeni bir kadın olarak büyümek evde olup tekinsiz hissetmek ve güvenli bir yer arama hissiyle iç içe olmayla ilgili. Sokak değiştirince de kolayca geçmiyor bu his.

aylinvartanyan3Bu araştırma aracılığıyla bitmeyen tartışma “temsil” hakkında neler demek istersin?

Meşhur bir laf vardır, “sen kendi hikayeni anlatmazsan başkaları senin hikayeni anlatır”. Bir hikaye var, bir de hikaye anlatımı var. Tekrar o katran imgesine dönmek istiyorum. Bu suskunluk, kendini saklayarak yaşamak ve günlük hayatın pratiği içinde bunu artık sorgulamadan yapmak ruha neler yapar? Ben hikaye anlatımının çok özgürleştirici olduğunu düşünüyorum. Akışkanlığı bir şekilde hayatımıza sokmamız gerek. Seninle şu konuşmayı bile yaparken, bu konuşma nerede yayınlanacak ve kimler okuyacak konusunda farkındalığım çok yüksek, ve içgüdüsel olarak kendimi sansürlüyorum aslında. Bu, hayatımızın bir pratiği haline geliyor. Fakat bir saatlik bir yürüme alanı veya iki saatlik bir hikaye anlatımı ile şunu soruyorum aslında: hayatımızda bir prova yapabilir miyiz acaba, sansürlerden uzaklaşıp olduğumuz gibi olmanın provasını? Bir kere bunu deneyimledikten sonra hayatımızda neler değişiyor? Bunu merak ediyorum. Kendi kendini temsil etmenin ne kadar güçlendirici olduğunu. Bütün ezilenler ve dışlananlar için geçerlidir bu; her şey elinden alınabilir, gidebilir ama “biricik” hikayelerin senindir, kimse elinden alamaz. Ciddi araştırmalar yapılıyor, sosyal bilimin konusu haline geldi azınlıklarla çalışmak vs., fakat bazen kendimi toplantı ve konferanslarda bir deney objesi olarak görebiliyorum, yine genellemek istemem tabii. Hikaye anlatma jestini de hikayenin sahibine vermek mümkün mü diye düşünüyorum. Azınlıklar söz konusu olduğunda sosyal bilimin  araştırma nesnesi olmaktan öteye ne kadar gidilebilir  sorusu da hep aklımda.  Öte yandan harika sanat projeleri ile karşılaşıyoruz. İstanbullu veya İstanbul dışından Ermenilerin sanat alanı üzerinden seçtikleri temsil konuları ve şekli seyredenlere çok insani bir yerden dokunabiliyor.  Bunu çok değerli buluyorum.

Feminizm içinde de “temsil” ve “kadınlar” tartışması sürüyor. Dünya çapındaki bu tartışmalarda kadın’dan kadınlar’a ulaştık, kadınlar derken “kimler adına konuşuluyor” sorusuna geçtik. Ben bu açıdan da bu çalışmayı önemli buluyorum. Türkiye’de feminist hareketlerin Ermeni kadınlarla temasının az olduğunu hesaba katarsak, bu tür “hikayeler” farklı kadınlık durumları hakkındaki deneyimlerimizi artırır ve bir araya gelme yolları açabilir diye düşünüyorum. Ne dersin?

Ben tabii bu işi bir başlangıç olarak görüyorum. Ben şimdi 6 kişiyle görüşüyorum ama keşke daha geniş bir platform yaratabilsek. İnsanlar birbirinin hikayelerini dinlediklerinde feyz alıyorlar, bazı yerleşmiş ve yaralayan pratiklerinden çıkmanın yolunu bulmaya da çalışıyorlar diye düşünüyorum.

Araştırmana göre hikayelerde 1915 ortaya çıkıyor mu?

İnkarcı bir ortamda yaşamanın zorlukları çıkıyor. Kendi kimliğini öne çıkarmamak, fazla görünür olmamak, devamlı bir güvende olma halini aramak şeklinde çıkıyor. İnkar edilen şey sadece bir felaket değil, bir de yas tutma inkarı da söz konusu. Felaketi bir kenara bırakalım, yas tutmanın da inkar edildiği bir yerde, insan ne kadar kendini güvende hisseder?  Aktarılan travma tam da bu işte. İnkarcılık beraberinde neler getiriyor onu düşünmek lazım. Senin kimliğinden insanlar bir felaket yaşamış, senin ailen buna rağmen burada kalmaya karar vermiş,  sen de burada kalmışsın, burada kalmanın da bedeli suskunluk, görünmezlik ve iyi bir vatandaş olmak. Son zamanlarda gördüğümüz yaşlı Ermeni kadın cinayetleri de bu tekinsizliği pekiştirdi. Hem kadın olmak hem yaşlı olmak hem Ermeni olmak hem de paran olduğunun düşünülmesi… Senden daha fazla ne alabilirim meselesi de tekinsizliği artırıyor.

Gözlerden çok uzak bir görüntü bu aslında: sıradan bir mahallede yaşayan yoksul Ermeni kadın. Gayrimüslimler hep zengindir oysa ki!

Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları bu “zenginliğin” bitirilmesine yönelik de hareketlerdi, zihinlerde bitmedi belli ki.

7 Eylül’de bu söyleşiyi yapıyoruz… Kadınların nasıl mücadeleleri olmuş peki gözlemine göre? Bunlar dönemsel olarak değişiyor mu?

İçinde yaşadığımız “habitus” aslında değişmiyor, mücadele mi demek lazım, yoksa varoluş şekilleri mi, bilmiyorum. Burada kalmaya karar verdiğin an aslında bir anlaşma yapıyorsun, kabul ediyorsun sessiz kalmayı. Ermeni nüfusta ciddi bir azalma var Türkiye’de, burada devam etmemeye karar verenler yurtdışına gidiyorlar. Burada kalanlar da bir ölçüde “makbul vatandaş” olmaya devam ediyorlar, bunu kendi deneyimlerimle, kendi yaşıtlarımdan görüyorum. Mücadele en çok bilinç yükselterek oluyor, yazarak çizerek. Mesela Agos gibi bir gazetenin yayınlanıyor olması çok şey değiştirdi. Özellikle kadın yazarların sesini duyurması çok önemli. Çoğu genç Ermeni kadın, diğer gayrimüslim kadınlarla birlikte, buralarda varlar. Daha popüler bir dergi olan Paros’ta da aynı şekilde. Yazma, ne olursa olsun, bir sahneye çıkma, görünür olma hali ve çok önemli.

Bu araştırmadaki kadınlar kendi ayakları üzerinde duran, kendi parasını kazanan, ailesine bağımlı olmayan, nereye giderse gitsin yaşayabilecek kadınlar. İki genç kadının çalışma hayatları da var, güçlü kadınlar. Evet yaşadıkları zorluklar var ama bu onları engellememiş. Özellikle eğitim üzerinden bir güçlenme söz konusu. 78 yaşındaki kadın için de bu geçerli, lise çağında ailesinden kopup kendine uygun gördüğü bir okula gidip kayıt oluyor. Üç kadın için de topluma karışma söz konusu. Ermeni cemaatiyle de sorunları var, kendilerini yüzde yüz “evde” hissetmiyorlar, o yüzden de her yerde var olabilecek insanlar, kimliklerine sıkışmış kalmış ve kendilerini bir kimliğe hapsetmiş değiller. Bu kadınlar tabii özel kadınlar, seçerken bilinçli olarak seçmedim ama. Ev arayışı / güvenli bir yer arayışı da cemaat olmuyor genelde dediğim gibi, bu iki genç kadında gördüğüm, tutundukları yerin akademik varoluş olduğu. Ermeni topluluğu içinde çok fazla dernek var, grup var, onlar topluluğu yan yana tutmak ve var etmek için çok güzel alanlar da yaratıyor, elbette bunu da eklemek lazım.

2016’da değişen bir şeyler var o halde?

Ben dönüşüm görüyorum, travmanın nasıl aktarıldığı da konuşuluyor artık. O suskunluk ortamından en azından konuşulan ortamlara geçildiğinde birbirlerini bulan gruplar var, bunları görmek beni umutlandırıyor.

Cemaat içinde genç kadınlarda kadın dayanışması var mı?

Gayriresmi olarak var denebilir en fazla. Mesela boşanan bir kadın, başka bir boşanan kadına destek olur, böyle şeyler var. Kurumsal olarak yok. Bir zamanlar varmış, işte hâlâ Zabel Yesayan’ları konuşmak durumundayız. Bir zamanlar kadınlar daha çok yan yana geliyorlarmış dayanışmak için. Veya belki hala geliyorlar yan yana kadınlar dayanışma için  ama ben çok içinde değilim bu toplulukların.

Bir de şunu söylemeliyim; büyükanneler çıktı her 3 kadının hikayesinde de. Büyükannelerin mücadelelerine belirgin bir hayranlık var. Her şeye rağmen, burada yaşadıklarına, acılara, zorluklara rağmen, her türlü yoksulluğa rağmen, büyükannelerin kadın olarak var olma hikayeleri araştırmadaki üç kadın için de çok önemli. Kamu alanında hiç görünmeyen hikayeler bunlar. Anneannelerden söz ediyorum özellikle. Model alınan anneanneler. Güzel bir hayalet bu; biz hep bir hayaletlerin gölgesindeyiz ya, bu kadınlar da büyükannelerin hayaletlerinden veya varlığından ilham alıyor..

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.