“Mesele mutlu olmaya çalışmaktır,” dedi. “Ne olursa olsun. Sadece mutlu olmaya çalış. Bunu yapabilirsin. Denersen giderek kolaylaşır. Bunun koşullarla hiç ilgisi yok. Her şeyi olduğu gibi kabullen, o zaman trajedi ortadan kalkar. Ya da hafifler ve sen dünyayla barışarak yoluna gidersin.” (Alice Munro, Sevgili Hayat, “Taşocağı”, çev.: Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2014, s.116)
Sara Ahmed, Mutluluk Vaadi isimli kitabının (çev.: Deniz Mayadağ, Sel Yayıncılık, 2016) “Oyunbozan Feministler” isimli bölümünde “eşit olmayan bir emek dağılımını meşru kılmanın en iyi yolunun o emeğin insanları mutlu ettiğini söylemek” olduğundan söz açar. Rıza göstermek ona göre iyi hislerin kaynağıdır. “Mutlu olmak” arayışı içinde toplumsal cinsiyet rolleri pekiştirilir. Cinsiyetçi iş bölümü görünmezleştirilir. Patriyarkal sistemde çocuklara verilen cinsiyetçi eğitimde evlilik bir kadını mutlu edecek en makbul yapı olarak sunulur. Kız çocuklarının zihinleri böyle şekillendirilir. Mutluluğun kaynağı evlilikte aranır. Mutluluk arayışı sistemi sorgulamayı gölgeler. Meraksız, sorgulamayan, imkânları değerlendirmeleri, tesadüfleri görmeleri ve hayal kurmaları engellenmiş, verileni olduğu gibi kabul eden bireyler yetiştirilir. “İdeal kocayı” bulmak, kadınların yaşam amacı haline gelir. Erkekler de kadınlardan bu olanağı kendilerine sağladıkları için müteşekkir olmalarını beklerler. Ayrıca onlarla evlendikleri ya da yaşadıkları için kadınlara kendilerini ifade etme fırsatı (yani kendilerine hizmet etme olanağı) vermişlerdir, “Çok şanslısın benim gibi bir adam buldun,” (Silvia Federici) diyerek kendilerini değerli/değersiz hissetmelerini beklerler. Bu anlayış zamana ve mekâna göre yeniden kurulur ve dönüştürülür. Yaptığı ev işinden nefret eden bir kadın “iyi bir anne, iyi bir eş” değildir. Bu nedenle çoğunlukla işine karşı yabancılaşmaması, suçluluk duyarak ve şahsi yetersizlik hissiyle bir iç patlama yaşamaması için bilinç düzeyinde kendini bastırması gerekir (Wally Secombe). İyi anne ve eş olamayan, görevlerini yerine getirmeyen kadınlardan bunun sorumlusu olarak kendilerini görmeleri beklenir.
Güliz’le (Sağlam) birlikte 2013 yılında gerçekleştirdiğimiz “kadınların görünmeyen emeği” konulu çalışma çerçevesinde kadınlarla yaptığımız görüşmelerden aktardığım aşağıdaki ifadelerin oldukça çarpıcı ve konuyu destekleyici örnekler olduğunu düşünüyorum :
“Kocam bana hep eteğinin altından utan derdi…” (Rabia, Kürt, 1960 doğumlu, altı çocuğu var, birisi sakat)
“Yaptıklarımın hepsi hataymış, şimdi anladım, hastalandıktan sonra. Eskiden misafir gittikten sonra sabaha kadar evi temizlerdim. Mutfağı, banyoyu, fayanslara kadar. Terliklerin altını beş kez silerdim günde. Önce her tarafı temizlerdim, çocukları yıkardım, kendim yıkanırdım, sonra tekrar banyoyu temizleyip tekrar duş alırdım. Tatile giderken kezzabımı, deterjanlarımı yanıma alıp otel odasını iyice temizlerdim, çıkarken de ayıp olmasın diye temizlik yapardım. Çocukları hep beyaz giydirirdim, jilet gibi; dışarıdan geldiklerinde permanganatlı su kapıda hazır olurdu, ellerini yıkamadan önce onda dezenfektan yapardık. İşte hep bu yüzden hasta oldum, şimdi yürüyemiyorum bile… (Leman, 1949, İzmir doğumlu, kalp hastası, kalp pili takıyor, nefes darlığı rahatsızlığı var, iki çocuğu var, 17 yaşında evlenmiş)
“Okula hiç gitmedim. 17 yaşımda annem beni döverek evlendirdi. Çok ağladım. Evlenirken hiç görmemiştim. 70 koyunu önümde otlağa götürürdüm. Babam çiftçiydi, hepimiz çalışırdık. Önce evin yakınında danaları yayardık, sonra büyüyünce uzağa koyunları götürmeye başladık. Bir de analığım vardı, analığım babamın kumasıydı. Çocuğu olmadığından annem 12 yaşımdayken analığımın üstüne kuma gelmiş. Evdeki işleri analığım yapardı biz çiftçilik yapardık. Nikâh yüzüğü almak için iple parmak ölçüsü alıyorlardı vermemek için çok direndim. Evlendikten bir yıl sonra İstanbul’a geldim, bodrum katında oturuyorduk, apartmanın temizliğini yapıp eve giriyordum, hiç evden dışarı iki yıl boyunca çıkmadım. Yedi aylık hamileyken kocam askere gitti. Zaten beni çok dövüyordu, bir keresinde kolumu kırdı. Sonrasında şimdi kapıcılık yaptığım apartmana girdik. İkizlerim oldu. Kocam diş teknisyeni, ben sigortalıyım, 350 TL maaşım var. Apartmanın her şeyinden ben sorumluyum, canıma tak etti artık. Pendik’te bir oda gecekondumuz var, oraya taşınıp bir iki iş alıp kafam rahat etsin istiyorum, kocam kabul etmiyor. İşine yakın olduğu için buradan taşınmak istemiyor. Bir de silikozis hastası, işyeriyle mahkemelik, evin bütün geçimi bende…” (Aynur, 1970 Sivas’a bağlı Karaşar köyü Gülbahçe mezrası doğumlu, dört kardeşler, kapıcılık ve gündelikçilik yapıyor, evli, iki oğlu, bir kızı var)
“İş hayatı kaçış belki, kendini dinlemek için belki… Yalnız kalmak istemiyorum, bu toplumun kuralları var, Türkiye’de yaşıyorsun uymak lazım… Evlenmeden önce hiç dokunmadan maaşımı anneme getirirdim oradan kendi ihtiyacım kadarını alırdım. Evlendikten sonra annemlere hep yardım ettim kocamın haberi hiç yoktu.” (Hacer, banka emeklisi, 1963, İstanbul doğumlu, evli, bir oğlu var)
“Erkekler benciller, bütün yük bizim üzerimizde, kaç yıldır ilaç kullanıyorum. Doktor ‘birikim’ dedi… Biz hiç oturmayız. Sabahtan akşama kadar. Hele iş zamanı müşterilerin yiyeceği, içeceği, bunların neler olacağı, temizlik hep bizim üzerimizde. Bu iyi zamanımız, en kötüsü yaz ayları ama biz kadınlar hep birbirimize yardım ederiz, kimin yardıma ihtiyacı varsa onun yanına gideriz…” (Ufuk, Ordulu, 1964 doğumlu, pansiyon çalışanı, evli, iki oğlu var)
“Annem çok huysuz, yemekleri ayrı pişiriyorum, yaptığım hiçbir şeyi beğenmez. Akşam 9.30’da birlikte yatıp sabah 6.00’da kalkıyoruz. Kahvaltısının hazır olması gerek. Onu bırakıp hiçbir yere gidemem. Hesap sorar, geç kalamam. Çok zor, çok zor. Başka bir kadınla evi de paylaşamam, o da zor. Bütün hayatım onun isteklerine bağlı…” (Müesser, 60 yaşında, 36 yaşında bir oğlu var, kocasından ayrı yaşıyor. 92 yaşındaki annesiyle birlikte oturuyor)
“Çaya gidiyorduk, eve gelip yemeği de yapıyorduk. Kocamız çayın parasıyla kumar oynuyor, Batumlu kadınlara gidiyordu. (…) Zor bir hamilelik geçiriyordum, eşim ‘Ne olmuş sana, kadınlar çayın kökünde doğuruyor,’ derdi. Erkekler çay parası yiyorlar…” (Naciye, 58 yaşında, Karadenizli, evli, iki çocuğu var)
“Çocuklar küçükken beş yıl boyunca hiç tırnaklarımı kesmedim. Bez yıkamaktan tırnaklarım hiç uzamıyordu.” (Sakine, Kürt, 6 çocuklu, birisi sakat)
“Bazı şeyleri sevgiden yapıyoruz… Eve alınan eşyalar başkaları için örneğin vitrin alınacak, başkaları görsün diye… Bu niye böyle?” (Aynur, anaokulu öğretmeni, 1971 doğumlu, evli, 19 yaşında bir kızı var)
“Okula gitmeyince fazla ilgisiz anne oluyorsunuz. Veliler sizi görünce bunu ima ediyorlar. Öğretmenler de çocuğunuz hakkında şikâyet etmeye başlıyorlar oğlunuz çok yaramaz diye. Ne yapacağını şaşırıyorsun. Şikâyetleri bitmiyor hiç…” (Cansel, anaokulu öğretmeni, 1965 İstanbul doğumlu, evli, iki erkek çocuk annesi)
Erkek şiddeti, temizlik takıntısı, namus, bakım emeği, ev işleri, duygusal emek, annelik görevi yukarıda ifade edilenlerin hepsi “mutlu kadın” olmanın patriyarkal sistemde bedeli gibi.
Sara Ahmed’e göre mutluluk mücadelesi, feminist iddiaların üretildiği politik ufku oluşturur (s.86). Feminizm, kadınların mutluluk için nelerden vazgeçmesi gerektiğini içerir. Ancak böylece kendimizi ve kapasitemizi tanımaya başlarız. Feminist bilinç, sevgi dilliyle saklanan şiddetin bilincinde olmaktır. Feminizmle mutluluk göstergelerinin ardında neyin saklandığını görmeyi öğreniriz (s.116). Mutsuzluğun nedenlerini anlamaya başlarız. Mutluluğun sadece bizim değil başka kadınların da başına gelen bir yapı olduğunun farkında oluruz. Ahmed “oyunbozan feministler” demiş ve bir çağrı yapmış kitabında: “Oyunu bozmalıyız ve bozuyoruz.” (s.117) Şöyle de diyebiliriz belki: Haydi kadınlar dayanışmaya, isyana ve mızıkçılığa!
*Görsel: Semiotics of the Kitchen, Martha Rosler