Asansörsüz, rampasız, erişilmez birçok mekanın, sayısız insanı (kadın, engelli yaşlı, çocuk ve daha nicesini) “kamusal alan” katılımından yoksun bıraktığını görüyoruz. İşte tam da bu yüzden insanlar “engel”lenirler. Bu bağlamda, toplumsal sorunlarımız da tıpkı bu mekanlar gibi titizlikle inşa edilirler.

Erişim ve ulaşım meseleleri de (diğer pek çok hususta olduğu gibi) feminist bir bakış açısıyla irdelenmesi gereken meseleler ve doğrudan bir ifade ile bu meselelerin sorgulanması halinde rahatsızlık hissi vermesi gerekir. Bunun nedeni ise az sonra değineceğim “inşa edilen engeller”. Ben bu yazıda, merdiven örneğinden yola çıkarak şu soru üzerinde duruyorum: Genel anlamda her türlü ulaşılabilirlik/ erişilebilirlik problemi yaratan mimari yapılar kimin için, hangi insan stereotipine hizmeti yeniden üretmek için yapılmıştır? Bu insan stereotipini ise “iktidarı elinde tutan erkeklerin sahip olduğu erkeklik imgesi olan” “hegemonik erkeklik”[1] kavramıyla açıklayabiliriz. Peki nedir bu hegemonik erkeklik? Hegemonik erkekliğin tanımını kısaca “Genç, kentli, beyaz, heteroseksüel, tam zamanlı bir iş sahibi, makul ölçüde dindar, spor dallarının en azından birisini başarılı olarak yapabilecek düzeyde aktif bedensel performansa sahip erkeklerin temsil ettiği erkeklik”[2] olarak yapabiliriz. Bu yazının amacı ise, temelde erişilebilirlik problemi yaratan mimari yapıların sürekli olarak bu yeniden üretimine karşı farkındalığın artırılmasına katkı sağlamaktır.

Her türlü ulaşım, erişim engeline neden olan biçim ve mekanlar büyük bir gayretle, inatla yeniden üretilip inşa edilmeye devam ediyor. Çünkü toplumsal cinsiyet kentsel yaşamda erkek hakimiyeti ile tezahür eder, toplumsal cinsiyete duyarsızlığı nedeniyle kentlerin eril ve erkek merkezli olduğu, kentle ilgili karar vericilerin erkek olması nedeniyle erkek bakış açısını yansıttığı görülür.[3] Asansörsüz, rampasız, erişilmez birçok mekanın; duraklar, sinemalar, tiyatrolar, evler, ibadethaneler, restoranlar, okullar, hastaneler ve daha nicesi, sayısız insanı (kadın, engelli yaşlı, çocuk ve daha nicesini) “kamusal alan” katılımından yoksun bıraktığını görüyoruz. İşte tam da bu yüzden insanlar “engel”lenirler. Bu bağlamda, toplumsal sorunlarımız da tıpkı bu mekanlar gibi titizlikle inşa edilirler. Engellilik, yaşlılık, çocukluk gibi dezavantajlı olan konumlarda engelli, yaşlı, çocuk olmak dezavantajlı konumu, cinsiyetçi politikalarla sürekli olarak yeniden üretilir. Sosyal yönüyle ise “engelli olan birey”, sosyal yaşamı içinde engellenmiş haline getirildiği için dezavantajlı konumdadır.[4]

Peki kim bu insanlar? Fizyolojik olarak engellenenler… Onlar “acibe ve ucube” gibi hukuku ihlal etmezler fakat engelli bedenler olarak “kurulu doğanın düzeninde” görmezden gelinen bedenlerdir. Engellilik kavramının açıklanabilmesi içinse günümüze kadar tıbbi ve sosyal olmak üzere iki model oluşturulmuştur.[5] İlahi düzende şükür pratiği gereği “normalleştirilirler” ama tıbbi seküler söylem içinde nadir olmakla birlikte çok da olağanüstü olmayan kişilerdir. Örneğin benim en yakınım… Siz ve/veya sizin en yakınlarınız. Erişim ve ulaşım gibi temel konularda zaten kişinin kendisi için yorucu olan hususlarda bir de sonradan icat edilen şeylerden dolayı toplumsal olarak engellenen insanların varlığı, temelde rahatsızlık duyulması gereken bir mesele. Başka bir deyişle, burada önemli olan asıl şey, hem toplumsal cinsiyete duyarsız hem de eril ve erkek bakış açısıyla üretilmiş engeller üzerinde durulması gerektiği. Dolayısıyla rahatsızlık duyma hissi de diğer pek çok mesele gibi politiktir ve kişisel çözüm yolları aramak yerine toplumsal bilinç ve sorumluluk gerektirir. Fakat burada asıl önemli olan şey üretilmiş engellerin önüne geçilmesi gerektiği.

Bazı engeller bilinçli olarak “üretilir”. Sırf merdivenlerden başka ulaşım yolu olmadığı için konsere vb. gidemeyen, rampası olmadığı için “katılamayan”, toplu taşıma aracı ile kaldırım arasındaki mesafeden dolayı onu kullanamayan, binse de herkesin inmesini bekledikten sonra etrafta hunharca çarpmayacak birinin olmadığından emin olup yola devam eden tüm kadınlar, erkekler, LGBTİ+, yaşlı, çocuklar ve daha niceleri, kısacası ötelenen veya toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş her bir varlığın olması, toplumsal bir sorundur. Toplumsal sorunlar ise sadece bireysel çözümlerle halledilemez. Dolayısıyla, bu noktada kentlerin söylemsel ve pratik olarak tezahür eden erilliğini görünür kılmak gerekir. Bu bağlamda ise Levent Şentürk’ün Eril Kente Dönüş (2009) adlı çalışmasına değinmek yerinde olur. Buna göre:

… Genellikle, kentlerimizin eril olduğunu hiç kimse kolay kolay dile getirmiyor. Kentle ilgili şikâyetler listesinde ‘erilliğin’ bir başlık olduğuna asla rastlamazsınız. Erkeklerin en çok göründükleri kent mekânı sorulduğunda hemen kahvehaneler akla geliyor… Eril kenti konuşmak ve hakkında fikir üretmek, şiddet, bekâret, askerlik, tecavüz, evlilik, aile, çocuk, insan hakları, ev, din, kent, kamusal mekân, vicdani ret, ermenilik, kürtlük, ulusallık… gibi sınırsız sayıdaki son derece tekinsiz, güncel kavrama da bağlı.[6]

Yukarıda yer verilen kavramların yanı sıra erillik meselesi, sanat aktiviteleri, sağlık gibi pek çok kavramla da yakından ilgili. Tüm bunlar ise politik olarak ötelenmiş herkesi kapsar. Dolayısıyla, patriyarkal düzende erillik ve erkeklik başta pratik ve söylemsel olarak üretilmiş olan engeller çerçevesinde “engelli” olan bireyleri toplumdan, kamusal alandan dışlarken aynı zamanda onları ilahi düzenin bir işareti olarak görür. Bu tür eril ve erkek merkezli teolojik yaklaşımlar ise “engelli” kişileri, kendi “engelsizlikler”ini meşrulaştırmada bir şükür nedeni olarak empoze eder.

Patriyarkal düzende görünmeyenlerin sorunları da erkeklik söylemleriyle “çözülmeye” çalışılır. Peki bu ne demektir? Örneğin merdivenlerin erişiminizi engelleyeceği bir yere gitmeniz gerekiyorsa tanıdık erkeklerden duyacağınız cümleler aynen şöyledir: “Abi hallederiz biz, sen gel yeter,” “O hiç sıkıntı değil gerekirse biz seni kucaklar çıkarırız.” Sonuçta ne mi olur? Sadece kolunuza girebilirler. Burada asıl dikkat edilmesi gereken ise eylemlerin kendisidir.

Tayfun Atay da, Türkiye’de “erkeğin mahremiyetine” girebildikçe “erkek olmak” uğruna ne ölçüde “insan olmak”tan vazgeçildiğini ortaya sermenin mümkün olacağını söylüyor ve bir “erkek” olarak, bu konudaki eksiklikten yakınıyor: “Ne kadar erkeğin, ‘erkeklikten’ mustarip olduğunu, kendini ‘erkeklikten sakınma’ yolunda ne ölçüde çaba harcandığını, yine de sonuçta çaresizlik içinde erkeklik üretme durumunda kaldığını çok fazla bilemiyoruz.”[7] Nitekim, bu noktada “erkekliğin reddi” olarak “Erkekleri en çok erkeklik ezer,” [8] düşüncesiyle feminist bir bilince sahip olmanın önemini vurgulamak gerekir. Eylemler ve söylemler, toplumsal cinsiyet, kadın/erkek dikotomileri üzerine kurulmuştur. Bu nedenle yukarıdaki “Abi hallederiz biz, sen gel yeter,” “O hiç sıkıntı değil, gerekirse biz seni kucaklar yine çıkarırız,” ifadeleri bu dikotomilerden bağımsız değildir. Dolayısıyla buradaki kucaklamak hem söylemsel hem de pratik olarak eril bir dilin yansımasıdır. Karşısında güçsüz gördüğü herkesi sözde yardım yağmuruna tutar. Her ne kadar başka bir anlama çabası gerektirse de yaygın söylemsel eylemlerden bir diğeri olan asker uğurlama ritüellerinde havaya atmak örneğini verebiliriz. Bu örnekte de sürekli olarak tekrar eden ve kendini yeniden üreten havaya atmak eylemi erilliğe dair söylemsel ve fiili bir pratik. Nitekim, bir geçiş ritüeli olarak “askerlik hizmeti”[9] erkekliğin üretilmesinde merkezi bir role sahip. Başka bir örnek ise “Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren özellikle vergi mükellefi olan ve askerlik çağında bulunan insanları tespit etmek amacıyla nüfus sayımları” yapılması.[10] Asıl konuya dönecek olursak işte tam da bu gibi nedenlerle, “bir kent kültürü fikri bütünüyle erkeklere ait olarak yapılanmış ve kent erkekler tarafından düzenlenmiştir.”[11] Fakat burada şunun altını tekrar çizmek gerekir buradaki erkek “sağlıklı” ve “normal” düzeyde fiziksel hareketliliğe sahip olan erkeği ifade eder. Fiziksel hareketlilik açısından bu tanımın içine gir(e)meyen erkekleri kapsamaz. Daha da önemlisi, bu durum kadınlar, engelliler, yaşlılar, çocuklar ve daha nicesi için tehdit içerir. Örneğin, “II. Dünya Savaşı’nın başında zihinsel ve fiziksel engelli kişiler ile akıl hastaları, Nazilerin “T-4” ya da “ötenazi” olarak adlandırdıkları program kapsamında öldürülmek üzere hedef olarak belirlenmiştir”.[12]

Özetlemek gerekirse kentler başta olmak üzere pek çok yerleşim yerinin bizzat kurgulanmış mimari yapısı/yapıları nedeniyle “engellenen” insanların gidemedikleri yerlerin sayısı gidebildikleri yer sayısından kat ve kat daha fazla. Engellilerin gündelik yaşam içinde başkalarından yardım almadan bağımsız bireyler olarak belirli işleri başarabilmeleri, fiziksel güç gerektiren hareketleri yapabilmeleri, verimli iş üretebilmeleri yaşadıkları mekanların erişilebilirlik düzeyi ile doğru orantılı.[13] O yüzden sürekli önceden hesap yapmak, sorup soruşturmak, bilgi almak gerekir. Merdiven var mı? Varsa kaç basamak? Basamaklar yüksek mi, korkuluğu var mı? “Engelli asansörü” var mı? “Engelli rampası” var mı? Dolayısıyla asıl konu tüm ötekileştirilenlerin “bir mekana girme”sinin, “bir yere girişi”nin engellenmesi ve engelleyenin kim olduğunun irdelenmesi. Mimari yapıların yeniden inşası aracılığıyla tüm engellenenler belirli stereotipilerden dolayı engellenirler. Bu nedenle engelsiz mimari mekanların tasarımında dikkat edilmesi gereken en önemli kriterlerden biri erişilebilirlik kavramıdır.[14] Sadece yürüyen merdivenleri var diye İstanbul’da metroya bağımlı olmak zorunda kalan tanıdıklarınız var mı? Onlar için, kentsel mimarilerde yaşam için kime hizmeti yeniden ürettiğini yeniden düşünmek gerekir.

[1] Köse Akkirman, 2017: 51.

[2] Sancar, 2013: 30.

[3] Kaypak, 2014; alıntılayan Köse Akkirman, 2017: 51.

[4] Burcu, 2017, s. 108-109.

[5] Enginöz, 2015.

[6] Alıntılayan Köse Akkirman, 2017, s. 51-52.

[7] Selek, 2014: 9.

[8] KAOS GL, Son erişim tarihi: 26.03.19 http://kaosgl.org/sayfa.php?id=26250

[9] Selek, 2014: 10.

[10] Güneş, 2014: 221.

[11] Ekin Erkan, 2006: 59.

[12]United States Holocaust Memorial Museum, Son erişim tarihi: 26.03.19 https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/the-murder-of-the-handicapped

[13] Enginöz, 2015.

[14] Enginöz, 2015.

 

 

Kaynaklar

Burcu, E. (2017). “Türkiye’de Engelli Bireylerin Dezavantajlı Konumlarına Engellilik Sosyolojisinin Eleştirel Tavrıyla Bakmak,” Toplum ve Demokrasi Dergisi içinde (s. 107-125) sayı 11 (24). Son erişim tarihi: 06.04.2019 https://www.google.com/search?client=safari&rls=en&q=Engellilik,+ya%C5%9Fl%C4%B1l%C4%B1k,+%C3%A7ocukluk+gibi+dezavantajl%C4%B1+konumlar+mevcut+dezavantajl%C4%B1+konumu+s%C3%BCrekli+olarak+yeniden+%C3%BCretir.&ie=UTF-8&oe=UTF-8

 

Ekin Erkan, N. (2006). Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Kentsel Eşitsizlik. İstanbul: Doktora Tezi. Son erişim tarihi: 26.03.19 https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp

Enginöz, E. B. (2015). “Erişilebilir Mimarlık.” Mimarlık Dergisi içinde. Son erişim tarihi: 06.04.2019 http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=395&RecID=3576

Güneş, M. (2014). “Osmanlı Dönemi Nüfus Sayımları ve Bu Sayımları İçeren Kayıtların Tahlili.” Gazi Akademik Bakış Dergisi içinde (s.221-240) sayı 15 (8). Son erişim tarihi: 26.03.19 http://www.gaziakademikbakis.com/dosyalar/6ea92085-778a-47b6-9867-fc55e5cce44b.pdf

Köse Akkirman, D. (2017). Toplumsal Cinsiyet ve Mekan: Kent Mekanına Erişimde Cinsiyete Dayalı Farklar ve Eşitsizlikler. Aydın: Yüksek Lisans Tezi. Son erişim tarihi: 01.04.19

http://adudspace.adu.edu.tr:8080/xmlui/handle/11607/3229

Sancar, S. (2013). Erkeklik: İmkansız İktidar Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler. İstanbul: Metis Yayınları.

Selek, P. (2014). Sürüne Sürüne Erkek Olmak. İstanbul: İletişim Yayınları.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.