Kadınların hak talepleri, bir savcının, hakimin “işini iyi yapması”, “inisiyatif alması”, “iyi kalpli olması”, “çaba göstermesi”, “minnet duyulacak derecede vicdanlı olması” ile mi sistemde karşılığını bulacak? Haklarımız için hukuk sisteminin kadınlara sunabileceği hukuki güvence iyi bir insana denk gelme şansına sahip olmak mıdır?
Bir savcı düşünün, bir kadına şiddet uygulayan bir erkek hakkında tutuklama talebinde, “tüm kadınların özgürce yaşama, sokakta bulunma ve hayatlarına devam etme” hakkına atıf yapıyor. “Sokaklar, metrolar, korku değil, güven dolu olmalıdır” diyor manifestovari bir anlatımla. Bir kadının özgür olmadığı bir düzende kadınların özgür olmadığına kanaat getiriyor.
Bir insan hakları mahkemesinde bir kadının cinselliği hakkında bir davada bir kadın yargıç düşünün. Kadınların cinselliğine ilişkin cinsiyet ve yaş ayrımcı başka bir hakim görüşüne karşı “Eğer bu gibi cahilce yargılar yazarlardan değil de hakimlerden geliyorsa, daha da endişe verici sonuçlar ortaya çıkmaktadır.” sözleriyle adaletsizliğe müdahalesini, cinsiyetçi cahil hakimlerin suratına çat çat diye vuruyor.
Sizce de karşılaştığımız tüm hakim ve savcılar bu bilinç, etik ve niteliğe sahip olsaydı dünya adaletsizliklere karşı daha güçlü olduğumuz bir yer olmaz mıydı?
Bu yıl 25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele gününde, birçok ilde on binlerce kadının alanları doldurması dışında bir olay daha yaşandı. İstanbul Tavşanlı Metrosu’nda bir erkeğin bir kadını elinde bıçakla takip etmesi ve tehdit etmesi, şiddet uygulayan erkekler için “öldürme” eyleminin kolaylığı ve kadınlar için öldürülme korkusu ve tehdidinin gerçekliği ve yakınlığına dair başka bir olaya tanıklık ettik. “Tavşanlı Metrosu” sosyal medyada 25 Kasım gündemi oldu.
Şiddet eyleminden daha çok ilgi gören ise şiddet uygulayan fail hakkında tutuklama talebinde bulunan Cumhuriyet Savcısı Fatmagül Yörük’ün, tutuklama sevk yazısında, şiddete ve failin eylemlerinin anlamı ve sonuçlarına dair tespitleri ve anlatım biçimi, kullandığı sözcüklerdi. Sevgili Cumhuriyet Savcısı’nın tespitleri, kadına yönelik şiddet ve şiddete karşı hukuk arenasında alınacak kararların toplumsal adalet düzenine dair bir müdahale ve tertip etmek anlamına geldiğine güzel bir örnek.
Fatmagül Yörük’ün tutuklama talebi yazısını okuyunca ben de içimde bir ferahlık duygusuyla etkilensem de, Türkiye’de kadınlar için son birkaç yıldır devam eden ve 2021 yılında yoğunlaşan “hakların” pozitif hukuk metinlerinden silinmesinin, fiilen ortadan kaldırılmasının, aşındırılmasının, hak gaspı gerçeğinin retoriklerle üstünün kapatılma, unutturulma ve normalleştirme yöntemlerinin oluşturduğu tehditin, bir savcının “çabasının” ezici derecede büyüklüğü karşısında da üzülmemek elde değil.
Kadınlar hayatları ile ilgili bir hak arayışında her zaman Fatmagül Yörük gibi bir savcı, hakim veya karar verici ile karşılaşmayı umarak mı mekanizmaları kullanacaklar? Kadınların hak talepleri, bir savcının, hakimin “işini iyi yapması”, “inisiyatif alması”, “iyi kalpli olması”, “çaba göstermesi”, “minnet duyulacak derecede vicdanlı olması” ile mi sistemde karşılığını bulacak? Haklarımız için hukuk sisteminin kadınlara sunabileceği hukuki güvence iyi bir insana denk gelme şansına sahip olmak mıdır?
Sorular karamsar olsa da bu yazıyı Fatmagül Yörük’ün yazdığı tutuklama talebinin, değiştirici, dönüştürücü fonksiyonunu anlama ve anlatma motivasyonuyla yazdım. Hukuk metinleri, çoğunlukla belirli bir kısmı birbirinin kopyası olan metinler, sadece yasalara, yazılı metinlere atıf yapılarak yazılmış gerekçeleri içerir. Bu noktada hukuk sisteminde karar verici konumda olan hakim ve savcıların kararlarında ne kadar cesur ve adaletsizliğe müdahale etmek konusunda istekli olduğu (aşağıda bu isteklilik ve adaletsizlikle ilgilenme konusunu açıklayacağım), nitelik ve etik tartışması yapılabilir.
Bazı manifestovari savcı – yargıç kararları vardır
Fatmagül Yörük, tutuklamaya sevk yazısında temel olarak bazı meselelere, hukuk metinlerinde alışkın olmadığımız bir ifade etme biçimiyle değiniyor. Savcının olayları anlatımı, gerekçelendirmesi ve nihayetinde talebi, olayı münferit bir tehditten çıkarıyor, “bir kadını kamusal alanda elinde bıçakla tehdit ediyorsan, öldürme tehdidi vardır, bu tehdit son derece rasyoneldir, gerçekleşmesi pek muhtemeldir.” yorumuna olanaklı bir anlatım sunuyor.
Hakim ve savcılar karar aşamasında, toplumdaki eşitsizlik ve güç ilişkilerine kör gözle baktıklarında, mesela bir kadının kadın olduğu için ezildiğini ve ezilme biçimlerinin neler olabileceğini düşünmediğinde, bilmediğinde, empati kuramadığında veya bir kadına cinsiyetçi gelenekçi gözlüğü ile baktığında, kadının şiddet gördüğü evde veya ayrımcılığa uğradığı toplumda “kadın olduğunu” görmediğinde adaletsiz kararlar verirler. Bu adaletsizlik nasıl mı tezahür eder? Kadının anlattıklarına inanmazlar, ciddiye almazlar, abarttığını düşünürler, şiddet uygulayan failin sinirlenmiş olabileceğini, cinnet geçirmiş olabileceğini, tahrik olmuş olabileceğini düşünerek fail ile empati kurarlar. Kadınların ezildiği davalarda önlerine gelen dosyalarda toplumdaki sistematiklik olayını göz ardı eder, davada herşeyi münferit bir köşeye yerleştirerek kararlarını inşa ederler.
Fatmagül Yörük, bir kadının karşı karşıya kaldığı tehdidin bütün kadınların özgürlüğüne karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylüyor. Şiddeti yasaları uygulayarak engelleyebiliriz, kadınların yaşam hakkına sahip çıkmak ve kız çocuklarına güvenli bir gelecek bırakmak tüm toplumun asli görevidir, diyor.
Adaletsizlik ile ilgili tespitleri ifade etme biçimi, adaletsizliğe neden olan düşünce ve inançlara karşı da güçlü bir karşı çıkıştır. Bu adaletsizliğe karşı söz söyleme sanatı bana daha önce okudukça yüzümü güldüren birkaç yargıç kararını hatırlattı.
Bunlardan biri, 2017’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM), elli yaşında bir kadının cinselliğinin var olup olmadığının tartışıldığı baştan aşağı cinsiyetçi yargılama süreçleri ile bir kadına ayrımcılık yapan Portekiz devletine karşı açılmış bir davaydı. Bu davanın ve AİHM’in kararlarının detaylarına bu linkten ulaşabilirsiniz.
Özetle, Portekiz’de kadınların cinselliğini doğurganlıkları ile eş tutan bir karar verilmiş ve 50 yaşında bir kadının cinselliğinin olup olmadığı hadsizce tartışılmıştı. AİHM Portekiz mahkemelerinin kararlarının ayrımcı olduğuna karar verdi.
AİHM’de iki kadın yargıç, karara katılarak mutabık bir görüş yazdılar. AİHM yargıçları Yudkivska ve Motoc’un kaleme aldığı edebiyat atıflarını da içeren mutabık görüş, yürüyen bir manifesto gibi.
Yargıç Yudkivska, karara katıldığı görüşü yazısına, Tolstoy’un Kroyçer Sonat’ından ve Jean Jacques Rousseau’nun Emile’inden alıntılarla başlıyor.
“Kadınların haklarının olmayışı, oy hakkına sahip olmaması veya yargıç olma hakkından mahrum kalmasından ileri gelmiyor, bu durumun altında yatan neden, duygusal ilişkilerinde kadının, erkekle eşit olmayışıdır. Kadınları heveslendiriyorlar, erkeklerinkine eşit her türlü hakkı kadına veriyorlar, bir yandan da onu bir nesne gibi görmeye devam ediyorlar ve onu çocukluğundan itibaren ve toplumun gözünde bu şekilde yetiştiriyorlar.” Tolstoy, Kroyçer Sonat
“Bir kadının, bir erkekle aynı ihtiyaçlara sahip olduğu, ama bu ihtiyaçları karşılayacak haklara sahip olmadığı bir gerçek değil midir?” Jean Jacques Rousseau, Emile
Tolstoy ve Rousseau alıntısı yapan Yudkivska devam ediyor:
“Anton Çehov, Tolstoy’un Kroyçer Sonat adlı eserini okuduğunda, hekimlik eğitimi almış biri olarak Rus edebiyatının ‘Titanı’ sayılabilecek Tolstoy’un, kadınların cinselliğine dair ne kadar az şey bildiğini görüp hayrete düşmüştür. Çehov’a göre, Tolstoy’un yargıları bu anlamda sorgulanabilir olmanın da ötesinde, uzmanların yazdığı birkaç kitabı okumaktan dahi imtina etmiş cahil bir insanı ele veren cinstendir. Eğer bu gibi cahilce yargılar yazarlardan değil de hakimlerden geliyorsa, daha da endişe verici sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Tolstoy’un yaptığı şey aslında patriyarkal toplumların yüzyıllar boyunca kadınların niteliğine ve rollerine dair geliştirdiği stereotipleri yeniden üretmenin ne bir eksiği, ne de bir fazlası olabilir. Ancak bu stereotipler, bir mahkeme salonunda asla üretilmemelidir.”
“Yüzyıllar boyunca, kadınların bütün hayatı, çocuk doğurmak ve çocuk bakmak ile sınırlandırıldı. Kinder, Küche, Kirche (çocuk, mutfak, kilise), kadınların izin verilen tek faaliyetleri oldu. Kadınlara birey olarak saygı gösterilmedi, hayalleri, istekleri göz ardı edildi. Bazı eski sözlükler, kadını rahmi olan erkek olarak tanımladı.”
Yargıç Yudkivska, devam eden paragraflarda, ABD Yüksek Mahkemesi’nde 1880’li yıllarda bir kadının avukatlık yapmak için lisans başvurusunun reddedilmesine dair alınan kararda, cinsiyetçi bir hakimin sözlerine atıf yapıyor ve Portekiz mahkemelerine 1880’li yılların çok geride kaldığını hatırlatıyor. “ABD yüksek mahkemesinde görülen Bradwell v. Illinoi davasında Yargıç Bradwell’in, kadınlara karşı tehlikeli stereotipler kurarak yazdığı kötü şöhretli görüşü hâlâ bir örnek ve biz bunlara karşı her zaman tetikte olmalıyız. Yargıç Bradley, erkeklerin ve kadınların ayrı alanları ve ‘kadınların en önemli kaderi ve misyonunun, eş ve annelik rollerinin asil ve iyi huylu görevlerini yerine getirmek olduğunu, bunun yaradanın yasası olduğunu’ ifade etti. Neyse ki hukuk sistemleri, o zamandan bu yana çok yol kat etti. Ancak yine de Portekiz yüksek mahkemesinin (dava dosyası ile ilgili) kararında hâlâ bu yaygın klişelerin yankıları yok mu?”
“Avrupa’da, bu bin yıllık basmakalıp cinsiyetçi rollere dair uygulama ve düşüncelerin artık geride kaldığı, bin yıllık cinsiyetçi görüşlere dair, Avrupa’da köprünün altından çok sular aktığına inanmak Avrupa’yı cezbediyor. Ancak gerçekler böyle değil, maalesef 21. yüzyılda bile, Avrupa’da, asırlık önyargılar çirkin yüzünü gösteriyor. Mezkur davada, cinsiyetçi basmakalıp rollerin yargı kararını etkilediği açık. Portekiz temyiz mahkemesinin, üreme ile kadın cinselliği arasında bir bağ kurarak, patriyarkal gelenekçi bir karar verdiğine şüphe yoktur.”
Aynı davada, diğer yargıç Motoc ise yazdığı görüşünde kadınlara ilişkin stereotipleri anlamanın, adını koymanın önemine değiniyor. “Steorotipler de günlük hayatta kullandığımız kategorileştirme girişimleridir. Stereotiplerin açık veya üzerinde anlaşmaya varılmış yasal bir tanımı yoktur. Cinsiyet ayrımcılığı bağlamında Rebecca Cook ve Simone Cusack tarafından önerilen tanım yaygın olarak kabul edilmektedir: ‘Bir stereotip, belirli bir grubun üyelerinin sahip olduğu nitelikler, özellikler veya onlar tarafından yerine getirilmesi gereken roller hakkında genelleştirilmiş bir görüş veya önyargıdır.”
Özgürlüğün ancak önyargı ve stereotiplerin ortadan kalkması ile mümkün olacağını ifade ederken, ABD’li feminist hukukçu Catharina MacKinnon’a da atıf yaparak “Adını koyamadığınız gerçekliği değiştiremezsiniz.” der ve toplumsal zarar olan şey öncelikle teşhis edilmelidir, aksi takdirde zararın ortadan kaldırılması ve onarılması mümkün olmaz. İlk aşama, stereotipi adlandırmaktır.
“Stereotipler, grupların ve bireylerin özerkliğini etkiler. Devlet tarafından uygulanan kural veya uygulamanın bu kalıp yargılara dayandığının kanıtlanması yeterlidir. Ayrımcılık etkilediği kişilerin deneyimleri bağlamında anlaşılmalıdır.”
Motoc görüşünü, Alman Filozof, Cornelia Klinger’e atıf yaparak bitiriyor, “yüzyılın sonunda, modern insanın doğaya (ve sembolik olarak doğayla özdeşleştirilen insana; doğa, yabanıl, çocuk, kadın) üstün gelerek insanlık durumunun olumsallığını aşma çabasının yıkıcı etkileri çok açık hâle geldi (Cornelia Klinger). Cinsiyet eşitliği hâlâ ulaşılması gereken bir hedeftir ve eşitsizliğin derin köklerine stereotipleri teşhir ederek değinmek, bu amaca ulaşmanın en önemli yoludur.”
Hakim ve savcıların görevi: Adaletsizliği görmek
Hukuk ile adalet arasındaki ilişkiye dair tartışma uzun bir tarihi olan ve farklı bakış açıları ile zengin bir konudur. Bu ikisinin aynı olmadığı, hukuk tanımında “adalet” ifadesinin bile olmasının zorunlu olmadığına ilişkin görüşler gibi, hukukun adaletin şaşmaz taşıyıcısı değil, hukukun insanların adalet duygusunu yerine getirmek amacına yönelen bir hakkaniyet kurmacası olduğu da savunulur.[1]
Adalet üzerine tartışmalar bir tarafa, yukarıda alıntıladığım hakim ve savcı kararları bana adaletsizliğin görülmesi ve buna müdahale edilmesi bağlamında, adaletsizlik ve görülmek üzerine bir tartışmayı hatırlattı.
Adaletsizlik, görmek kavramı ile yakından ilişkilidir. Görmek kavramı, insanın görülmesiyle ilgilidir. İnsanın görülmemesi adaletsizliğe neden olur. Bu nedenle görmek ve adaletsizlik arasında doğrudan bir ilişki vardır. Cinsiyet ayrımcılığı, ırk ayrımcılığı, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılık, hukukun, sistemin, hakkaniyet kurmacasının karşısındakini insan olarak görmemesi ile ilgilidir.[1]
Adaletsizliğin görülmesi, soyut, eşit haklara sahip birey ve bu eşitliği sağlamakla ilgili görmek değildir. Sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçlayan bir görmek de değildir. Adaletsizliği görmek, saygısızlık ve aşağılanmadan uzak olan bir anlayışa dayanır. Hukukta görmek anlayışı, sadece adaletin ne olduğu ve neyi gerektirdiği değil, peşinde olunan şeyin adaletsizliği görmek olduğuna dayanır.[2]
Hukukta Adaletsizliği Görmek adlı kitabında Gülriz Uygur, “adaleti gerçekleştirmek istemenin hukukta görmek ve ilgilenmek gerektiğinin” altını çiziyor. Hakimlerin, insanların hayatını etkilemelerinin de bir gereği olarak, etik karar alma ve doğru olanı yapma yükümlülüğü vardır. Hakimin söz konusu eylemi anlaması, anlayamaması, yanlış anlaması da kendi yaşam tecrübeleri ile sınırlanmıştır. Anlamak için hakimin, eylemi, yapıldığı koşulları, tutumları nedenlerine bağlaması gerekir. Gülriz Uygur, adaletsizliği görme yeteneği olan hakimin, önünle gelen olayda adaletsizliği görmesi için olayla ilgili “dertlenip” ilgilenmesi gerektiğini, ilgilenmenin de beraberinde “kaygılanmayı” getirdiğini ifade eder. Bu bağlamda kaygılanmak, adaletsizliği görüp neyin nasıl yapılması gerektiğine odaklanır.
2021 yılı Mart ayında, kadınların insan haklarının, ayrımcılık ve şiddet karşıtı mücadelenin yegane hukuk teminatlarından olan İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye çıktı. Kadınlar o günden beri (aslında Sözleşme’ye ve sözleşme ile birlikte kadınların haklarına müdahaleye sınır çizen tüm hukuk belgelerine karşı saldırıların başladığı son birkaç yıldır) hakların aşındırılmasına karşı hem bir mücadele hem de kaygı içinde. Hukuk uygulayıcıların, adaletsizliği dert edinip kaygılanmaları konusunda Anayasa Mahkemesi’nin geçtiğimiz haftalarda verdiği bir karara atıf yapacağım. Karar iki açıdan çok önemli. Birinci önemi, bir kadının yakın şiddet tehdidi altında iken hakim ve savcılar tarafından korunmaması, gerekli tedbirlerin alınmaması karşısında, bu hakim ve savcıların cezalandırılmasını öngörüyor ve hukuk uygulayıcıları dünyasında cezasızlığa karşı bir içtihat niteliğini taşıyor. İkinci önemi ise sayfalarca yazılan karar boyunca kadına yönelik şiddetin sistematikliğine dair ülkenin alegorisi tarif ediliyor ve şiddet münferit bir vaka olmaktan çıkarılıyor. Ancak benim bu yazıda anlatmaya çalıştığım hakimin adaletsizliği görmesi, adaletsizlik karşısında kaygılanması konusunda kararın bir tarafı eksik kalıyor. Kararda İstanbul Sözleşmesi’nin anıldığı bölüme baktığımızda, İstanbul Sözleşmesi’ne bir atıf yapıyor Anayasa Mahkemesi üyeleri. Önlerinde duran olaya İstanbul Sözleşmesi “ilgili hukuk” olarak uygulanmalı çünkü olayların yaşandığı tarihte İstanbul Sözleşmesi yürürlükteydi.
Oysa kadınların haklarının bu denli tehdit edildiği ve tehdit aracının İstanbul Sözleşmesi’ni yürürlükten kaldırmak, uygulamamak olduğu bir mevcut durumda, yüksek mahkeme hakimleri için kadınlara karşı adaletsizlik karşısında kaygılanmanın tercümesi, İstanbul Sözleşmesi’ni her şeye rağmen uygulamak, her şeye rağmen 6284 Sayılı Kanun’un referans alındığı, ilke edinildiği hukuk belgesini ilgili hukuk kabul etmek olamaz mıydı?
Hukuk metinleri, hukukun emredici özelliğine uygun bir yöntem ve anlatım biçimini içerir. Hukukun, edebiyat ve diğer kültür alanları ile olan ilişkisini inceleyen çalışmalar, hukuk kurallarının ve hukuk metinlerinin kendisini meşrulaştırmak ve emredici konumda olabilmek için, edebiyat, şiir, müzik gibi insan aklının ürünü olan kurgusallıklardan uzakta olmak zorunda olduğuna değinir. Hukuk ortak aklın ürünüdür ve kurgu değil, gerçeğin ortaya çıkmasının hizmetine sunulmuş bir araçtır. Bu nedenle hukuk metinlerini, yasaları, kararları yazan karar vericiler ile bir yazarın dili kullanma biçimi arasında fark vardır.[3]
Adaletsizliği gören hakim ve savcıların, yukarıda alıntıladığım kararların dili, hukukun emredici özelliğine uygun yöntemler ve katı sınırların anlatım biçimlerinden çıkarak, adaletsizliğe karşı yaşamlarımızın içinden konuşmaları, hem adaletsizliği ortadan kaldırmak ve hem de kadınların durduğu yerde kurguladıkları adalet için ne kadar da gerekli.
Fatmagül Yörük’ün tutuklama talebi yazısını okuduğumda, adaletsizliğe karşı bir mesajı olması nedeniyle içimi ferahlattı. Tam da yukarıda ifade edildiği gibi, savcı adaletsizliği görüyor ve buna karşı bir müdahalede bulunuyordu. Emredici hukuk kurallarının lafzına sığınmıyor, şiddetin tarifini yaparken, kararın, “tüm kadınların güvenliği için verilmiş olduğunu” ifade ederek, tehdit edilen kadını ve bu ülkede sistematik ve yoğun olarak hem özel hem de kamusal alanda şiddete maruz kalan kadınları ve adaletsizliği görüyordu. Tıpkı AİHM kararına, kendi görüşlerini yazan iki yargıcın, kadınların yüzyıllardır basmakalıp rollere sıkıştırılmış olmalarının adaletsizliğini vurgulamaları gibi…
Yargıç Motoc’un ifade ettiği gibi, cinsiyet eşitliği hâlâ bir hedef ve bunu sağlamak yolunda mücadele ederken iyi ki adaletsizliği gören ve dilini bildiğimiz klişe dilden arındırarak adaletsizliğe karşı kararlar yazan hakimler savcılar var.
[1] Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar, Hazırlayanlar: Cemal Bali Akal, Yalçın Tosun, “Hakkaniyet Kurmacası”, Yalçın Armağan
[2] Hukukta Adaletsizliği Görmek, Gülriz Uygur