Kadın-erkek eşitliği ya da ayrımcılık karşıtlığı gibi iddiaları olan her örgüt, her siyasi parti ve aslında her kadın Gültan Kışanak’ın kitabını dikkatle okumalı. Hangi siyasi eğilimden olursanız olun, bu kitaptan alınacak çok ders var.
Sevgili yurdumuz, siyasi tutuklular açısından dünya sıralamasında üst sıralardan aşağıya inmiyor. Seçilmiş kadın siyasi tutuklu sayısındaki artış açısından daha da üst sıralarda. Özellikle “Kürt siyaseti”ne mensup tutuklular için durum böyle. İnsan hakları savunucusu Hüsnü Öndül’ün son yazılarından birinde, çok yerinde olarak “kayyumlu demokrasi” adını verdiği rejimde şu an tutuklu bulunan seçilmiş eşbaşkanlardan kaçının kadın olduğuna ilişkin veriler yer alıyor. Buna göre halen toplam otuz üç belediye eşbaşkanı—üçü ev hapsinde—tutuklu bulunuyor ve içlerinden on yedisi kadındır. Yani, yarıdan bir fazlası.
Kadın oranında görülmemiş yükseliş! Bu sözü ayrı olarak ele alsak ne kadar da mutluluk verir, öyle değil mi? Üstelik söz konusu olan, meclisteki kadın oranını artırmak açısından “Türkiye’nin yüz akı”[1] sayılabilen bir partidir! Siyasete katılan kadın oranının “Kürt siyaseti”nde koşulların olağanüstü zorluğuna rağmen yıllardır yükseliş halinde olduğunu biliyoruz. TBMM’de kadın milletvekillerinin oranı açısından HDP geleneğinin şampiyonluğu 2007 seçimlerinin sonucuyla başlıyor. Şimdi ise seçilmiş kadın oranındaki yükseliş tutuklu eşbaşkanlar açısından geçerli. Bu neyin göstergesi? Yargıyı elinde tutan siyasi gücün hem demokrasiye hem de kadına yönelik tutumunu biliyoruz. Egemen gücün gözünde kadın, erkekle asla eşit olamayacak, üstü örtülmesi ve haddinin bildirilmesi gereken bir eksik varlık; bu varlık siyasette de haddini bilmeli ve olsa olsa göstermelik konumlarda kalmalı.
Hüsnü Öndül, yukarıda andığım yazısında, şu an tutuklu bulunan eşbaşkanların listesini de vermiş. Bu listedeki kadın eşbaşkanlardan bazılarına, kendisi de hâlâ tutuklu olan Gültan Kışanak’ın hazırladığı Kürt Siyasetinin Mor Rengi adlı kitapta da rastlıyoruz. Kadın-erkek eşitliği ya da ayrımcılık karşıtlığı gibi iddiaları olan her örgüt, her siyasi parti ve aslında her kadın bu kitabı dikkatle okumalı. Hangi siyasi eğilimden olursanız olun, bu kitaptan alınacak çok ders var. Son derece canlı bir dil, okuması hiç zor değil.
Kitapta yirmi iki kadın mahpusun katkılarına yer verilmiş, Kışanak’la birlikte yirmi üç.[2] Katılımcılar kendi kişisel deneyimlerini anlatırken doğal olarak aynı zamanda tarihsel ve güncel kadın mücadelesinin deneyimlerinden söz etmiş oluyorlar. Ancak Kışanak Önsöz’de haklı olarak “bu kitap Kürt kadın hareketinin tarihçesi değil,” diyor ve “sadece yasal siyasi parti faaliyetlerinde yer alan kadınların mücadelesi anlatılıyor,” diye ekliyor (s. 11 vd.). Gerçekten de yapıtın sınırları neredeyse bilimsel bir titizlikle belirlenmiş; bir politikacıdan çok, iyi bir gazetecinin titizliğiyle. Çalışmanın başlangıç ve bitiş tarihleri ay olarak tespit edilmiş ve katkıda bulunanlar, o tarihler arasında cezaevinde olan, “temsiliyet görevi almış” kadınlarla sınırlı. Tarih sınırlaması içerikle ilgili değil. Her katılımcı sorulan sorulara yanıt verirken, zaman sınırlaması olmaksızın kendi deneyimlerini yazıya dökmüş oluyor. Deneyimlerinin genel çizgileri kaçınılmaz olarak ortaklaştığından, belirli olgulara tekrar tekrar rastlayabiliyoruz. Bunun bütünlüğe katkıda bulunduğunu söyleyebilirim.
Kışanak, önsözden ve kendi deneyim yazısından başka, kitabın altyapısını desteklemek ve okurun işini kolaylaştırmak için, 45 sayfalık bir “tarihsel-siyasal özet” de hazırlamış. Çok sade ve iyi tarihlendirilmiş bir metin olan bu tarihçe birkaç açıdan ayrı bir önem taşıyor:
Birincisi, yukarıda yazıya başlarken sanki kendiliğinden bir gelişmeymiş gibi söz ettiğim “Kürt siyasetinde kadının yükselişi” olgusunun nasıl mücadeleler pahasına gerçekleştirildiğini, başlıca hangi uğraklardan geçtiğini, kadınlar olarak toplumun bütününde karşılaştığımız cinsiyetçi tavırlara kendi siyasi hareketlerinin içinde hangi biçimler altında rastladıklarını, önyargıların hangi özgül kurnazlıklara dönüşebildiğini, kadın politikasının başarılı ve başarısız uygulamaları ile bunların nedenlerini derli toplu bir deneyim aktarımıyla sunması açısından.
İkincisi, kitaba bütün özgünlüğünü veren, söylem açısından.
Bu ikinci nokta, kitabın adındaki “Kürt Siyaseti” sözünün gösterdiği çerçevenin yanında bir çerçeve daha açılmasıyla başlıyor: Kışanak, tarihçesinin başlığında çerçeve kavram olarak “Kadın özgürlük mücadelesi”ni seçiyor. Bu seçiş ve ardından gelen diğer söylem verileri, buradaki mor rengin göstermelik olmadığını algılamamızı sağlıyor. “Önsöz”deki gibi burada da genel çerçeve dünya kadınlarının özgürlük mücadelesi, Kışanak söze oradan başlıyor, bakışının vazgeçilmez boyutu kadın mücadelesi oluyor: Bütün bir 1990’lar ve 2000’ler, “her şeyin eril zihniyete göre şekillenmiş” olduğunu ve bunun demokratik bir tarafının bulunmadığını fark etme yılları.
Tarihçenin başlığındaki bu göstergeye, feminist hareketi az çok izleyen herkes için tanıdık olan bazı terimler eşlik ediyor: erkek egemen sistem, eril zihniyet, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, toplumsal cinsiyet rolleri, cinsiyetçi ideoloji, cinsiyetçi işbölümü, hiyerarşiye dayalı egemenlik piramidi, pozitif ayrımcılık, pozitif destek, kadın kotası, cins bilinci, cins gerçekliği, kadın ortak paydası, kadın bakış açısı… Ve galiba ilk kez bu kitapta rastlayıp hemen altını çizmek istediğim “iktidarcılık”. Kadın mücadelesi açısından temel önemdeki bu terimler burada karşımıza ruhsuz bir liste ya da havada asılı (içi boş) klişeler olarak değil, özgül bir siyasi hareket içinde kadınların somut mücadelelerinde karşılaştıkları durumlara ilişkin tanılamaları olarak çıkıyor. Başka bir deyişle, yürürlükteki mücadele içindeki ihtiyaçlar ile feminist kavramlar birbirini buluyor.
Kısacası Türkiye’nin genel siyasi işleyişi içinde geçerli “tercihli oy sistemi”, “önseçim” gibi bazı “teknik” denebilecek terimleri saymazsak kitaptaki düşünsel kavramlar başlıca iki kaynaktan karşılanıyor: feminist düşünce ve Kürt siyasi hareketi. Öyle görünüyor ki başlangıçta, yani HEP ve DEP’te, kadın örgütlenmesinden “bahsetmek pek mümkün değil”ken bugün “özne olma” (s. 20) düzeyine ulaşılması, bu diyalojik süreç sayesinde mümkün olmuş. Sözgelimi, tarihçenin “Kadın ilkeleri” başlıklı bölümünde yer alan, HADEP Kadın Kolları zamanına ait bazı kararlarda görülen “Kadın örgütlenmesinin özerk olması”, “Erkeklere ‘kadına yaklaşım’ kriteri uygulanması” gibi kavramlar (s. 23) belli ki bu uzun sürecin ürünü ve ne tamamen genel feminist harekete, ne de o zamana kadarki “Kürt siyaseti”ne ait. Her ikisinden de yararlanan, kendine özgü bir tarihsel oluşum söz konusu.
Dünya feminist hareketinin tarihi biraz da, dillerin içindeki cinsiyetçi oluşumları bulan ve teşhir eden söylem çalışmalarının tarihidir. Gülnur Acar Savran’ın yeni kitabını[3] elime aldığımda, biraz da dilcilik belası, ilk okuduğum yazı dille ilgili bölüm oldu. Kitabın Giriş bölümünde Türkiye geneli için 2004-2017 yıllarına ilişkin iyi bir tarihçe de yer alıyor. Kışanak’ın kitabıyla ikisini art arda okumak gerçek bir sinerji yaratıyor insanda. Kışanak’ın kitabı da gerçek bir kadın hareketinin, dildeki ideolojik tuzaklara nasıl da dikkat ettiğinin göstergeleriyle dolu.[4]
Kadınların siyasette aktif olabilmek için yarattıkları kavramlarla atbaşı olarak, HDP içinde kadın kollarından kadın meclislerine giden yolda çeşitli örgütsel mekanizmaların denendiği görülüyor. Kadınlar yer yer sanki “parti içinde parti” gibi davranmışlar (s. 273). Hep sınama ve yanılma yoluyla, hep “kadın ilkelerinin” uygulanması sayesinde, hep koşulları alabildiğine zorlayarak: “Siyasi partide eşit temsiliyete doğru.” Bu zorlama, Çözüm Süreci sırasında Dolmabahçe’de okunan ünlü metinde “kadın özgürlüğü” vurgusunun yer alması dahil, pek çok kazanım sağlamış. Gerek Kışanak (s. 56) gerekse başta Sebahat Tuncel (s. 258) olmak üzere diğer kadınlar, 2000 sonrasında feminist hareket ile Kürt kadın hareketinin ortaklaştığı bir diğer alanın da barış mücadelesi olduğunu yazıyor. Burada söz konusu olan, toplumsal barış mücadelesi. Böyle olduğunun göstergelerinden biri de, kadın mücadelesinin kendini gösterdiği yerel ve genel tüm seçimlere gösterilen ilgideki artış değil midir? Mezhep farklılıklarına oynayan demagojiler dahil her açıdan olağanüstü ağır siyasi baskıların uygulandığı bir ortamda gerçekleştirilen kadın çalışmaları, oyların sıçrama düzeyinde artmasına hatırı sayılır bir katkıda bulunmuş. Bu tespitle ilgili sayısız veriyi kitaptaki tanıklıklarda bulabiliyoruz. Seçimler konusunda kitaptaki pek çok anlatı arasında bu açıdan en akılda kalıcılarından biri, Selma Irmak’ın Mardin Derik’le ilgili anıları (s. 281).[5]
Ve düşününüz ki bu insanların önemli bir bölümü, uzun sürelerle hapiste tutuluyor. Bir bölümü 12 Eylül döneminde ya da 90’lı yıllarda da hapsedilmiş. Milletvekili seçildiği halde birkaç yıl cezaevinde tutulma uygulaması da yeni değil (s. 282). Oysa vazgeçilmez barış çalışmaları için bir tutamak arayacaksak, bu çok kaynaklı (kadın sorunu, Kürt sorunu, yargı sorunu) oluşumun barışın inşası yönünden hatırı sayılır bir güç ve potansiyel taşıdığında hiç kuşku yok. Elbette, Kürt sorununda bir yanda yalnızca siyahı ve diğer yanda yalnızca beyazı görenlerden değilseniz.
HDP’de kadın temsili açısından tutturulan yüksek başarı iktidarlar tarafından hem fazladan cezalandırılıyor, hem de görmezden geliniyor. İktidarlar diyerek çoğul konuşmaktan muradım, yalnızca yeni ve eski olanları değil, şu an mevcut olan iktidarların da tümünü kastetmektir. Cinsiyetçilik söz konusu olduğunda, muhalefetteki egemenler de iktidarlara dahil. Sözgelimi, ülkemizde kadın-erkek eşitliğini hiç değilse bazı yönlerden kağıt üzerinde de olsa kayda geçirmiş, seçme-seçilme hakkını çoğu ülkeden önce tanıyabilmiş bir siyasi çizginin devamı olan CHP’nin bazı yöneticileri, partilerinin kadın temsili açısından AKP’nin bile gerisine düştüklerini saklıyor. Meclisteki tüm siyasi partilerin egemenleri, HDP’nin skorunu gizleme oyununa titizlikle katılıyor. Oysa Türkiye, HDP’nin başta eşbaşkanlık ve eşsözcülük adı verilen yordamlar olmak üzere kadın konusunda kaydettiği olağanüstü başarılarından dersler çıkararak Avrupa’nın demokrasisini geride bırakacak düzeylere yükselebilir. Kitaptaki bütün tanıklıklar, HDP’deki kadın hareketinin bu başarıyı sayın erkeklerden çok kadınların kendi iradelerine borçlu olduğunu gösteriyor. Kadın haklarıyla gerçekten ilgilenenlerin, cinsiyetçilik karşıtı hareketlerin ve feministlerin HDP’de bir çekim merkezi bulmaları şaşırtıcı değil. Gerçekten de süreç iki yönlü: “Kürt siyaseti” niteliğinin çekimiyle HDP’ye gelen ya da oy veren kadınlar feminizmi güçlendirirken, feministler de kadınların benzersiz adımlarla desteklendiği bir oluşum olarak HDP’yi çekici buluyor. Bir yerlerde bir özgürlük rüzgârı estiğinde, fiziksel gerçeklik o rüzgârın diğer alanları da kendine doğru çekmesi sonucunu veriyor. Burada rüzgâr iki yönden de esegeldi. Kışanak’ın “Türkiye feminist hareketi ile ilişkiler” (s. 52) başlığı altında aydınlatıcı bir biçimde özetlediği etkileşim tam da bu süreçlerden oluşuyor.
Kürt Siyasetinin Mor Rengi, insana toplumumuzun gerçekte nasıl olabileceğine dair yapıcı hayaller kurduruyor. Oysa yanlış politikalar onyıllardır ülkemizin etrafındaki şiddet sarmalının genişlemesine neden oldu. Türkiye olarak “bin yıldır etle tırnak” olduğumuz Kürt halkıyla tıpkı Kobanê zamanındaki gibi dayanışma içinde olmamız gerekirdi ve hâlâ gerekiyor. Bunu herkesten önce başarmış olan feministleri kutlamak gerekir. Onlar biz kadınların en bağımsız, en bilinçli kesimi. Genel bir çizgi olarak insanlığın özneleri.
Şu bir gerçek ki feministler AKP ve CHP dahil tüm siyasi partilerde varlar, az ya da çok, azalan ya da artan sayılarda. Zaten “feminist” sıfatı en geniş anlamıyla, kadın hakları ve özgürlükleri için mücadeleye, tavır almaya ihtiyaç duyan anlamına geliyor. Ancak Kürt kadın özgürlük hareketinin somut deneyimi de gösteriyor ki, kadınların ve feministlerin her tür cinsiyetçiliğe karşı, toplumsal barış için gelişme sağlayabilmeleri, bulundukları siyasal çevre her ne olursa olsun, “kendi kulvarlarını” oluşturabilmelerine çok bağlı. Buradaki “kulvar”ı, kendi bağımsız karar mekanizmalarını oluşturmak olarak anlamak herhalde yanlış olmaz. Çünkü kitapta da belirtildiği üzere, kadın mücadelesinin karşısındaki tehlikelerden biri de“erkekleşmek” tehlikesi oluyor. Erkekleşmek bu bağlamda, kendi özgül ve özgür sözünü oluşturup o yönde kararlılık göstermek yerine,“eril ideoloji”nin dümen suyuna kapılmak anlamını taşıyor. Erkeklik ideolojisinin çok çeşitli öğeleri, kadın özgürlüğünün ve kadın haklarının karşısına bin bir çeşit kurnazlıkla çıkabiliyor. Bir başka büyük zorluk da, Kışanak’ın“kadınların özgüven sorunu” olarak saptadığı zorluk (s. 196). Bunun ancak dayanışmayla ve adım adım aşılabileceği söylenebilir.
Kitapta tartışma götürebileceğini düşündüğüm başlıca kavramlar, “ulusal mücadele” ve “ulusal kimlik” kavramları oldu. “Kürt halk gerçekliği” (s. 255) kavramını ne kadar yerinde bulduysam, “ulusal” sıfatının da o kadar yerini bulamadığı duygusuna kapıldım. Ama elbette bu bir dil/söylem tartışması olduğu kadar, kelimenin dar anlamıyla siyasi yönü de olan bir tartışma. O yöne gitmeyip, Kürt sorununda hepimiz için trajik olan noktanın eşsiz bir somutlukla ortaya çıktığı adresi söyleyerek bitireceğim: Gültan Kışanak’ın tarihçesinin sonuna eklediği, kendisinin yazmış olduğu dizeler (s. 60-61). Basit bir edebiyat gibi görünebilir ama, değil. Burada alıntılamıyorum, herkese deftere yazıp tekrar tekrar okumayı öneriyorum. Her okuyuşta etkisi artıyor, kavrayışımızı artırıyor.
[1] Gültan Kışanak, Kürt Siyasetinin Mor Rengi, Dipnot Yay., 2018, s. 282.
Yazıda bundan sonra verilmiş olan sayfa numaraları aynı kaynaktandır.
[2]Bu noktada yayınevine bir eleştiri: Gültan Kışanak’ın adı kapakta “hazırlayan” olarak geçmeliydi. Her ne kadar kitabın yaratıcısı ve en fazla emek vereni o ise de, sonuçta metinler yirmi üç kişinin elinden çıkmış.
[3]Gülnur Acar Savran, Feminizm Yazıları: Kuramdan Politikaya, Dipnot Yay., 2018.
[4]Tek örnek vereceğim: Erkeklerden gelen “kadınları araya katıyorsunuz” eleştirisine karşılık olarak, “araya değil, hesaba katıyoruz” yanıtının verilmesi (s. 190).
[5]Selma Irmak, Çözüm Süreci’ni konu alan Barış Açısını Savunmak adlı kitabın da ortak yazarlarından biri (Metis Yay., 2015).