Bu sene Bodrum’da gerçekleştirilen 21. Kadın Sığınakları ve Da(ya)nışma Merkezleri Kurultayı’nda Tevgera Jinên Azad aktivisti Halide Türkoğlu’yla sohbet ettik. Kürt kadınlar, iki senedir, kapatılan, ihraç edildikleri, kayyumların baştan aşağı değiştirdiği kurumlar, merkezler, birimler adına katılıyorlar bu kurultaylara. Ama hâlâ katılıyorlar. Çünkü hâlâ, durmadan, çalışıyorlar. Halide’yle hem kurumların kapatılma süreçlerini, öncesinde yaptıklarını, sonrasında erkek şiddetiyle ve genel anlamda mücadeleye devam etmek için buldukları yolları hem de yaklaşan yerel seçimlerin kadınlar açısından anlamını konuştuk. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü yaklaşırken, kadınların ellerinden alınan tüm mekanizmalara rağmen hep yenisi bulma, üretme, kurma kararlılığına, ses olması umuduyla…
Önce bize biraz kendinden söz eder misin, mesela kadın mücadelesine aktif katılımın ne zaman oldu?
Üniversiteyi Eskişehir’de okudum. O dönemde Eskişehir’de Sosyalist Feminist Kolektif’in okumalarına katılıyordum. Okulu bitirince doğrudan Diyarbakır’a gittim. Orada Demokratik Özgür Kadın Hareketi ile başladım ben kadın mücadelesine. Daha çok kadına yönelik şiddet üzerine yoğunlaşıyordum. Önce gönüllü faaliyet sürdürdüm. Sonra Kadın Merkezleri kurulmaya başlayınca çok fazla sayıda sosyolog ihtiyacı doğdu. Ben hem hareketin içinde olan bir kadın hem de sosyolog olduğum için Çınar Belediyesi Kadın Merkezi’nde, sonrasında yani 2014 yılında Kadın Politikalar Müdürlüğü çalışmalarında yer aldım. Aynı dönemlerde KJA (Kongreya Jinên Azad/Özgür Kadın Kongresi) kurulmuştu. Aynı zamanda KJA üyesiydim. OHAL’de KJA kapatıldıktan sonra TJA (Tevgera Jinên Azad/Özgür Kadın Hareketi) faaliyetlere başladı, bu oluşumun içinde yer aldım. Ayrıca Jineoloji Dergisi yayın kurulu ve DBP PM üyesiyim. Benim hikayem biraz böyle gidiyor.
OHAL’de kapatılmaktan bahsettin… Peki, OHAL’den önce nasıl faaliyet sürdürüyordunuz?
Kürt kadın hareketi, özgün bir kadın hareketi olarak, Kürdistan’da bütünsel çalışma yapan, aynı zamanda yerelin dinamiklerini de dikkate alan bir hareket. Karar alma mekanizmalarımızı şöyle oluşturmuştuk: Önce geniş katılımlı konferanslarda bir araya geliyorduk. Kadın merkezlerinde çalışanlar olsun, belediyelerde yer alan farklı kadınlar olsun, çeşitli derneklerde mesela kültür üzerine çalışan, sanat üzerine çalışan ya da sendikalarda yer alan kadınlar olsun… Hepimiz bir araya gelip kadın politikası üzerine tartışmalar yürütüyorduk. Şiddete dair mücadelede neler yaparız ve neresindeyiz konusunda üretici tartışmalar yapıp çözüm önerilerimiz doğrultusunda mekanizmalar, kurumsallaşmalar yaratmaya çalışan bir noktadaydık. 2016’ya kadar süren mücadele ve örgütlenme pratiğimiz içinde ilk önce Selis gibi dernekler ve DİKASUM gibi belediyelere bağlı kadın merkezleri oluşturduk. İlk örgütlenmelerin kadın merkezleri ve derneklerle başladığını özellikle belirtmek gerekiyor. Bu oluşum giderek toplumsal yapıyı dönüştürme noktasına geldi. Karma alanları etkilemeye, yerelde bütün kurumları da dönüştürmeye başladı. Hem kadın temsiliyetinin artmasına neden oldu hem de kadınların özerk örgütlenmesini oluşturacak mekandan tutalım örgütlenme biçimlerine kadar çeşitlenen ve yaygınlaşan bir yapı oluştu. Söz konusu bu yapıda en sonunda eş başkanlık sistemi kuruldu. Siyasal anlamda eş başkanlık resmiyete de kavuşmuştu. Yasal düzenlemeler de yapılmıştı. Ama belediyelerde böyle bir resmiyet yoktu. Yani şiddetle mücadele dediğimiz noktadan başladığımız mücadele, zamanla karar mekanizmalarında daha etkin rol aldığımız bir yapıya dönüştü. En sonunda 2014 yılında eş başkanlık sistemi belediyelerde de uygulanmaya başlandı. Eş başkanlık talep edilen ve farklı karma yapıların önüne konan bir mesele haline geldi. Örneğin bazı derneklerde eş sözcülük ortaya çıkmaya başladı. Hatta hiç unutmam, eş başkanlık sistemiyle seçimlere gittiğimizde belediye sayısında da bayağı bir artış olmuştu. İnsanlar oy verirken aslında bu sisteme de onay vermişlerdi.
Eş başkanlık o kadar yayıldı ki Diyarbakır’da apartman yöneticiliğinde dahi eş yöneticilik sistemi oluşmaya başlamıştı. Bu bizi çok mutlu ediyordu. Demek ki bunun karşılığı varmış; “Yapamayız”, “Karşılık bulmaz”, “Toplum buna hazır değil” sözlerinin ve endişelerinin çok da yerinde olmadığı ortaya çıktı. İnsanların özlem duyduğu bir şeymiş. Aslında insanlar eşitliği istiyorlar, mesele bunu nasıl gösterdiğin.
OHAL ilan edildiğinde, derneklerle başladığımız kurumsallaşma sürecimiz bir kadın sistemi noktasına gelmişti. Bu sadece Diyarbakır eksenli değildi. Van’da da aynı şeyler yaşandı, Ağrı’da da… Kolay mı oldu? Hiç kolay olmadı. 43 kadın merkezi sayısına ulaşmak hiç kolay olmadı. Mesela ilk dernek açtığımız zamanlarda da, kadın merkezlerini belediyelerde kurmaya başladığımızda da kimi erkek belediye başkanları “Ne gerek var kadın merkezine,” diyebiliyorlardı. “Biz, seçimle göreve geliyoruz. Siz insanların sorunlarını böyle ayıramazsınız,” ya da “Şiddetle ilgilenmeyin başka şeyler yapın,” diyenler de oluyordu. Ama örgütlü bir kadın mücadelesinin bileşeni olduğunuz zaman böylesi yaklaşımların egemen olmaması ve tekrar etmemesi için yapılan mücadele de örgütlü oluyordu. Kadın örgütleri ile birlikte söz konusu belediye başkanı ile görüşüyorduk. Böyle bir durumda belediye başkanı geri adım atar hale geliyordu. Belediyelerdeki kurumsallaşma zor olsa da örgütlü bir mücadele ile üstesinden geliyorduk. Özellikle kadın merkezlerinin açılması, sığınakların açılması… Biz dört tane sığınak çalışması yaptık. Biri Mersin’de Akdeniz Belediyesi’ne aitti. Diyarbakır’da iki tane vardı. Van’da vardı. Mardin’de altyapısı hazırlanıyordu. Batman’da İlk Adım İstasyonu hazırlığı vardı. Neredeyse bitiyordu. Kayyum atanmasaydı 2016’da faaliyete başlayacaktı. Yine Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin İlk Adım İstasyonu kuruluyordu. Hani bazen diyorlar ya “Belediyelerde kadın misafirhanesi olsun,” sistem şöyle işleyecekti: Önce kadın merkezleri, sonra İlk Adım İstasyonu ve sığınak. Kadın sığınağa gitmek istemiyorsa ya da geçici olarak barınabileceği yere ihtiyacı varsa İlk Adım İstasyonu’nda kalacaktı.
Özerk örgütlenmenin kadınlara getirdiği en önemli şey, çok daha zengin düşünüyorsun. Çok daha üretken düşünebiliyorsun. Tabi bu Kürdistan’da o coğrafyanın kendine özgü, kendini yönetme biçimiyle de ilgili bir durum. Çok da devlet-endeksli düşünmeden, önce biz kendi içimizde birbirimizi ikna etmeye çalışıyorduk. Ondan sonra da yola çıkıp gerçekleştiriyorduk. Biz kendimizi kısıtlamadan yola çıkıyoruz. Bu yönüyle çok önemli. Onun dışında, özellikle yerel yönetim, yani belediyelerle bir kentin yönetimi, aynı zamanda o kentin kadın ve erkek açısından organizasyonudur baktığımızda. Kadın belediye başkanlarının varlığı bir zihniyet değişimi yaratıyor ama bir de mekansal olarak şehri değiştiren bir etkisi var. Kadınlar daha çok hesaba katılıyor. Kadınlar için yerel yönetim politikası erkeklerin insafına bırakılmıyor, onların “Şunu da kadınlar için yapsak mı acaba,” keyfiyetine bırakılmıyor.
Mesela 2014’te, eş başkanlık sistemiyle 102 belediye Avrupa Belediyeler ve Bölgeler Konseyi (CEMR) Yerel Yaşamda Avrupa Kadın Erkek Eşitliği Şartı’nı onayladı. Bu çok önemliydi. Bir kere belediyeler bütün hizmetlerinde, yönetim kademesinden tutalım hizmeti üretme ve ulaştırma noktasına kadar kadın-erkek eşitliğine dair bir hassasiyet geliştirmek ve bir eylem planı koymak zorunda. Biz stratejik planlamalarımızı da toplumsal cinsiyete dayalı bütçeleme üzerinden yaptık. Bu konuda eğitimler düzenleyip politikamızı geliştirdik.
43 kadın merkezinden söz ettin. OHAL sonrası durum ne? Kapatılan merkezler, kadın örgütlerinde mücadele yürüten kadınlar şimdi ne yapıyorlar?
OHAL’e gelmeden önce iki yıllık bir süreç var. Özyönetim dediğimiz, savaşın başladığı süreç. Kadın faaliyetleri üzerinde de etkili oldu o dönem. Düşünün, kadın merkezinde çalışıyor olmak da, DBP’li belediyede çalışıyor olmak da devlet tarafından hedef haline getiriliyor. Biz Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, İdil’de, Varto’da psiko-sosyal dayanışma ağı oluşturmak için kadınlarla ve çocuklarla çalışma yapmak üzere yola çıktığımızda engelleniyorduk. Oradaki kaymakam, kolluk kuvveti, JÖH, PÖH bizi alana sokmuyor; bizlere “Siz hiçbir destek sağlamayacaksınız, yaparsak biz yapacağız, ikinci kez gelirsen/ gelirseniz sizi gözaltına alacağız,” deniliyordu. Bu dönemde yavaş yavaş bizim Halk Eğitim Merkezleriyle, kaymakamlıklarla, hastanelerle, Milli Eğitim’le birlikte yürüttüğümüz ortak projeler tek tek, hiçbir gerekçe gösterilmeden iptal edildi. Bir mahallede saha çalışması yapmak için gereken kaymakamlık izinleri, gerekçesiz, verilmez oldu. Ettiğimiz telefonlar cevapsız kaldı. Hep reddetme, reddetme ve iş yaptırmama politikası yürütüyorlardı. Yani daha kayyum dönemine gelmeden ciddi saldırılar söz konusuydu. Bir sınır çiziliyordu. “Belediyenin içinde kalıyorsan kal ama bu sınırı aşamazsınız,” şeklinde fiili bir durum oluşmuştu. Belediyenin dışına çıktığımız zaman da sürekli gözetim ve denetim altındaydık. Engelleniyorduk. Bizde de, “Bu durumda gidersek eğer, sonradan kadınların yaşamlarına olumsuz etkide bulunur mu,” endişesi oluştu. Kadınların belediyeye gelmesi de zorlaştı. Belediyenin önünde zırhlı araçlar oluyordu. Belediye çalışanlarının tümü gözetim altındaydı. Bu ortamda biz yine de çalışmalarımızı sürdürdük. Danışmanlık hizmeti vermeye devam ettik. Gecenin bir yarısı bir kadını evden alıp sığınağa taşıyorduk. Kimi zaman bizi de aşan, polisin gelmesini gerektiren kadına yönelik şiddet olayları oluyordu. Bu durumda “Benim de can güvenliğim var, orada neyle karşılaşacağımı bilmiyorum,” gerekçesiyle polisler gelmiyorlardı. Sonuç olarak o dönemde kadına yönelik şiddete karşı gerekli önlemleri almakta çok zorluk çekiyorduk.
2016’da 674 sayılı KHK ile kayyum atamaları başladı. KHK çıkmadan önce TBMM’ye kayyum atanmasını da içeren bir torba yasa gelmişti. Meclis’te etkin bir muhalefet yürütülmüş ve yasanın geçmesi engellenmişti. Darbe girişimi diye adlandırılan süreç sonrası ilan edilen OHAL ile KHK yoluyla kayyumlar atanmaya başlandı. İlk önce Sur ve Batman Belediyesi’ne atandı. İlk üç ay 36 belediyeye atanmışken bugün geldiğimiz noktada DBP’nin 102 belediyesinden 95’ine kayyum atanmış vaziyette. Kayyum atanmayan belediyeler de fiili olarak kayyumla yönetiliyor. Kalan yedi belediyede ise bütün evraklar, faaliyetler kaymakamlıktan geçmek zorunda. Kaymakam izin vermediği sürece bir işçi dahi alınamıyor.
Kayyum atamaları sonrası ilk yapılan, kadın merkezlerini kapamak oldu. Kayyum atanan her belediyede eş başkanlar tutuklanmaya başlandı. Bir kısmı sonradan serbest kaldı. Bir kısmı hem görevden alındılar hem de hâlâ tutuklu. Bazıları iki yıl iddianame olmadan cezaevinde tutuldu. Bunlar bütünlüklü bir politikanın parçası. Kadın sistemini yıkmak için yürütülen bir politika. Kadın eş başkanların tutuklanması ile kadın merkezlerinin kapatılması eşzamanlı olarak yapıldı. Kadın merkezlerini kapattıktan hemen sonra bu merkezler ile beraber çalışan kreşlerimizi kapattılar. Her kadın merkezimizin olduğu yerde bir de oyun alanı kurulmuştu. Kuruma gelen ya da gelmeyen bütün kadınların çocuklarının faydalanabileceği bir alandı bu. Kadın merkeziyle, kreşiyle, oyun odalarıyla mahalle bizim ortak alanımızdı. Kadın merkezlerinin kapatılması ya da içeriğinin değiştirilmesi kadınların gidebileceği alanları kapattığı gibi bizlerin de mahalledeki kadınlarla iletişimimizi kırdı. Kayyum sadece belediyelere değil tek tek çalışanlara da atanmıştı sanki. Yani örneğin Halide’ye de kayyum atanmıştı, biriktirdiğimiz güven ilişkisi atanmış kişi gelince sıfırlanmıştı. Bu aynı zamanda şiddetle mücadele noktasında da bir kesintiye neden oldu. Kapatılmayan kadın merkezlerinin de politikası değişti. AKP Kadın Kolları gibi çalışmaya başladılar. Buna örnek olarak resmi olarak kapatılmayan Cizre’deki Sitiya Zîn Kadın Merkezi’ni verebilirim. Kadını güçlendirmeyi, şiddetten uzaklaştırmayı hedefleyen politikalardan uzaklaşıp sosyal yardımlaşma merkezi gibi çalışır hale geldiler. Gıda yardımı, nakdi yardım vererek kadınları bağımlı kılma politikası yürütüyorlar. Rojîn Kadın Merkezi’nde olduğu gibi kapatılmayan bazı kadın merkezlerinin de isimlerini değiştirdiler. Mücadele eden bir kadın konseptinden daha çok böyle pasifize, erkek ve devlet sözü dinleyebilecek aynı zamanda AKP’nin çıkarlarına göre çalışabilecek “makul kadın” çalışanlarla doldurdular kadın merkezlerini. Genel görüntü de böyle. Mesela Silopi Belediyesi’nin web sitesine girmiştim. Silopi belediyesine atanan kayyumun kadın müdürünü ziyaret fotoğrafını paylaşmışlar. Fotoğrafta kadın müdürü Silopi Belediyesi’ne atanan kayyumun yanında başı öne eğik duruyor. Biz bakarken fotoğrafa da yansıyan arkasındaki zihniyeti görüyoruz. Onlar bakarken niye görmüyor diye soruyoruz ama yine de şaşırmıyoruz. Bizim için olmazsa olmazlardan biri de çok dilli belediyecilik. Bu konuda hazırlanan yönetmeliğe uygun olarak kreşlerde de çok dilli hizmet veriliyordu. Kayyum sonrası Van’da, Diyarbakır’da tek dilli kreşe döndüler. Nasıl ki kayyumlar belediyelere ilk atandığında çok dilli tabelaları indirdilerse politika ve faaliyetlerde de sadece tek dille—Türkçe—hizmet verir oldular. Bu kreşlerde aynı zamanda üç-dört yaşındaki kız çocuklarıyla üç-dört yaşındaki erkek çocukları ayrıştırılarak Kur’an dersleri veriliyor. Mesela Van’da gördüğümüz şu: Arap alfabesi yerleştirmişler, Kur’an kurslarına yönlendiriyorlar.
DBP’li belediyelerin, KJA’nın kurduğu sistem aynı zamanda eşitlik ve özgürlük üzerine kurulu, laik bir sistem. Aslında Kürt toplumunda laiklik damarı güçlü, bu toplumsal doku bozulsun diye insanların gözünün içine baka baka din işleri üzerinden belediyecilik yapıyorlar. Bir de fen işleri var tabi. Bir yandan durmadan yol ve kaldırım yapıyor diğer yandan durmadan dini mevlitler veriyorlar. Türbe gezileri düzenleyip giden kadınlara ücretsiz otobüs hizmeti veriyorlar. Bu yollarla faaliyetler din-ağırlıklı yürüyor. Bu dini faaliyetlerin altında o kadar çok cinsiyetçi ifade var ki. Bu yüzden diyoruz kayyumlar dinciliği, cinsiyetçiliği ve milliyetçiliği pekiştirdi diye.
Veriye değil gözleme dayanarak söyleyebilirim ki bunun toplumsal karşılığı ister istemez sanki kadınların toplumda “daha az hakları” varmış gibi bir algı yaratmak.
İlk kayyumlar geldiğinde biz travma yaşadık. Çünkü kazanımlarımız gasp ediliyor, mekanlarımız işgal ediliyor ve durmadan arkadaşlarımız ihraç ediliyordu. Mesela ben tam 25 Kasım haftasında ihraç oldum. Dedim ki “Beni niye şimdi ihraç ettiler, önümüzde 25 Kasım var daha çok çalışma yapacağız.” İki ay ihraç olduğumun ayırdına varmadan faaliyetlerimi sürdürdüm. Belediyeye gidiyordum, derneklere gidiyordum, 25 Kasım çalışmasını yürütüyor ve planlamaya uygun faaliyetlerime devam ediyordum. Kadın örgütü, kadın mücadelesi böyle bir şey. Ama sonrasında anlıyorsun ki her şeyinizi gasp ediyorlar. Bir sürü emeğimizi aldılar elimizden. 677 sayılı KHK ile KJA dernek olarak süresiz kapatıldı. Sonrasında çok büyük bir kalabalıkla TJA oluşumu ilan edildi. Kadınlar yeni örgütlenme biçimleriyle sancılı da olsa yola çıktılar.
Bu yeni biçim bir dernek mi, oluşum mu?
Hareket olarak yola çıktık. Nasıl ki eskiden demokratik özgür kadın hareketi vardı sonra kongreye dönüşmüştü, öyle. TJA da bir kurum değil, bir dernek değil, bir yer değil ama bütün kadınlar…
Kadınlar, tüm bu mekanizmalar kapatılmasına rağmen, hâlâ erkek şiddeti ile bir şekilde mücadele ediyorlar. Bu bağlamda yeni planlarınız var mı?
Kürt toplumunun ve kadın hareketinin bize öğrettiği bir şey var: Örgütsüz duramıyorsun, örgütlenmenin ve bir çalışmanın içerisinde yer almak istiyorsun. Özgün kadın örgütlenmeleri dediğimiz kurumsallaşmalar varken ihraçlar başlayınca ve dernekler kapatılınca bir boşluk oluştu. Bunun üzerine kadınlar sendikalara ve siyasi partilere yöneldi. Bu yönelim bizdeki ana sıkıntılardan biri oldu. Alanda kadına yönelik şiddetle mücadele çalışması yürüten ve bunun politikalarını üreten kadınların karma yapılara geçmiş olması bir yandan hareketli kalmaları açısından olumlu bir şeydi ama öte yandan da kadına yönelik şiddetle mücadelenin gerilemesine neden oldu. Bunun üzerine tartışmaya başladık. Bir mekanımız yoktu. Mekan olduğu zaman da TOMA nöbet tutuyor ve kadınların mekanı rahatça kullanmalarını engelliyordu. O zaman şöyle düşündük: Madem şiddet başvurusu alamıyoruz başka bir yol deneyelim. İşte bu tartışmalardan Jineoloji Atölyeleri düzenleme fikri doğdu. Atölyeler hızla yaygınlaştı. Hepimizin ihtiyacı varmış birlikte olmaya, tartışmaya ve üretmeye. Atölyeler, katılanların kendi belirlediği şekilde yürüdü. Buralarda kadın mücadelesine ilişkin her tür tartışma yürütüyorduk. Mardin’de, Diyarbakır’da, Mersin’de, İzmir’de ve birçok yerde atölye çalışmalarını sürdürdük. TJA’lı kadınların da güçlendiği bir süreç oldu bu. Başka bir örgütlenme biçimi olarak daha özerk bir alan olan kooperatifler üzerinde yoğunlaştık. Zaten daha önce üretim alanında gelişen kooperatiflerimiz vardı. Jineoloji Atölyeleri’nde, şubeler açma hakkı da bulunan kooperatiflerin bilinç yükseltme için de önemli olduğunu konuştuk. Yine bu dönemde bir grup kadın arkadaşımız tarafından bir dernek çalışması yürütülüyor. Bir diğer çalışmamız ise yerellerde oluşturduğumuz ve TJA olarak parçası olduğumuz kadın platformları. Kadın platformları sadece kadına yönelik şiddet değil her konuda yüz yüze kaldığımız kapsamlı saldırıya karşı, kamusal alanda var olan kadınların hedef haline getirilmesine karşı birlikte durmamızın zeminini oluşturuyor. Sendikalardan, siyasi partilerden, kent dinamiği dediğimiz TMMOB gibi örgütlerden, yerel platformlardan, Demokratik İslam Kongresi gibi örgütlenmelerden kadınların oluşturduğu platformlar hem o yerelin ihtiyacını karşılıyor hem de o yerelden kampanyalar yürütüyorlar. İl platformları, kadına yönelik şiddetle mücadele için kampanyalar yürütürken aynı zamanda şiddete maruz kalan kadınlara da destek mekanizmaları oluşturuyor. Mardin’de, Batman’da, Diyarbakır’da ve Van’da il kadın platformları kurumsal olarak kendisini oluşturdu. Platformlar baroların kadın merkezleriyle ve İHD Kadın Komisyonları’yla iletişim içinde çalışmalarını yürütüyor. Bu platformlar TJA’nın bir parçasıdır diyemeyiz. Ama TJA’lı kadınların yoğun ve aktif katılımları söz konusu.
Kadına yönelik erkek şiddetine karşı dayanışma ağlarınızın, kurduğunuz sistemin karşı karşıya kaldığı saldırılar sonrası bugün erkek şiddetine karşı hangi mekanizmaları kullanıyorsunuz?
Biz bu dayanışma ağını şimdi platformlar aracılığıyla kuruyoruz. Zaten platformlar baroların kadın merkezleri ile doğrudan ilişki içindeler. Platformlarda avukat arkadaşlar, doktor arkadaşlar da varlar. Biz burada izleme ve takip mekanizmalarını güçlü çalıştırıyoruz. Hastaneye gittiyse hastanede, hukuki süreç işletiliyorsa adliyede kadınları yalnız bırakmıyoruz. Eskiden bir kadın cinayeti davası olduğu zaman ya da bir cinsel istismar davasını takip etmek istediğimizde bütün kadın kurumları toplanırdık, beraber takibini yapardık. İller arasında dayanışma gösterirdik. Şimdi daha çok yerel platformlar üzerinden yürüyor bu takipler. Önceden şiddete maruz kalan kadınlar için kadınlar tarafından yürütülen kadın merkezleri, sığınaklar, kreşler gibi özerk alanlar varken şimdi yok. Sığınağa gitmesi gereken kadınlar bu haliyle de gidiyorlar tabii. Bu durumda kadınları yalnız bırakmamaya çalışıyoruz. Bunun da kolay olmadığını belirtmek isterim. Çünkü bizler KJA, TJA aktivisti olarak tanındığımız için devlet kurumlarıyla iletişimde dahi zorluk yaşıyoruz.
Bir de yerel seçim var. Gasp edilen kadın merkezleri, seçilmişlerin yerine kayyumların atandığı yerel yönetimlerle yerel seçimlere gidiyoruz. Daha seçim sürecine girmeden Cumhurbaşkanı “Yeniden kayyum atarız” sözleriyle seçimin iradesine müdahale etmeye başladı bile. Bu konuda neler söylemek istersin?
“Hiç kayyum atanmamış gibi çalışacağız. Yarın atanacakmış gibi hazırlık yapacağız,” deniyor ya… 2014 yerel seçimleri, eş başkanlık sistemi ile girilen bir seçim dönemi olduğu için bizi çok heyecanlandırmıştı. Bu sene de biz yine heyecanlıyız. Kayyum atamalarının olduğu iki yıllık süreçte bütün demokratik haklarımız gasp edilirken söz söyleme hakkımız, tepkimizi kamuoyuyla paylaşmamız da yasaklandı. Sandık bir nevi kamuoyuna bir şeyler söyleme aracı. Biz yine eş başkanlık sistemi ile seçimlere gireceğiz. Bu şu demek: Tek adam rejimine ve kayyumlara karşı eş başkanlık sistemi oylanacak.
Bu, Kürt halkının kendi kendini yönetme isteğini ve kendi iradesini ortaya koyduğu bir seçim aynı zamanda. Hakkımız olanı, gasp edileni geri almak istiyoruz. Aynı zamanda bu seçim gasp edilen kadın kazanımlarını da geri alma ve kadın yaşamını eşitlik ve özgürlük-temelli kurumsallaşmalarla yeniden oluşturma kararlılığımız dolayısıyla heyecan oluşturuyor bizde. Kuşkusuz bu süreçte baskı ve engellemelerle karşı karşıya kalacağız. Ancak biz baskılara rağmen mücadelemizi sürdürmekte epey deneyimliyiz.
2009’da da baskı oldu, 2014 sonrası süreçte de oldu, şimdi de olacak. Daha geçen aylarda 120’ye yakın insan gözaltına alındı. Bunun 57’si kadın ve TJA aktivistiydi. Kendileri korktuğu için korku üzerinden siyaset oluşturmaya çalışıyorlar. İşte burada bizim görevimiz doğru politikayla, doğru söylemle ama aynı zamanda taleplerimizi Türkiye’deki halklarla paylaşarak yol almak. Sandıkta vereceğimiz cevap hem faşizme karşı duruşumuzu hem de gasp edilen kadın belediyeciliğinden yana tutumumuzu ortaya koyacak.
Son yıllardaki saldırılarla sadece kurumlara değil, bu kurumları var eden kadınların emeklerine ve birikimlerine de el kondu. Bütün bu darbelere rağmen yola devam etmek nasıl oluyor?
Kuşkusuz çok sarsıntı geçirdik. Öyle böyle değil. Bazı şeyler kolay gibi görünüyor anlatırken, ama değil. KJA üzerindeki baskılar, eş başkanlık sistemine, kadın daire başkanlıklarına olan saldırılara baktığımızda boyutunu görüyoruz. Buralarda çalışan kadınların her biri başlı başına bir nitelik demek, bir deneyim demek, bir tarih demek, bir mücadele hattı demek…
Bu tarih, deneyim, hat aktarılabilmiş oldu mu peki?
Mesela şu anda Gülten Kışanak, cezaevinde, Mukaddes Kubilay da. Bu kadınlar bizim tarihimiz. Düşünün, 1999 seçimlerinden sonra Mukaddes Kubilay kendi döneminde Doğubeyazıt’ta sağlık merkezi, kadın kooperatifi, çamaşır evi ve çocuk kreşi gibi çok sayıda projeyi hayata geçiren kadın. İlk çamaşır merkezini açan kadın. Baktığımızda böyle küçük küçük parçalarla oluşturulan ama zamanla bir sistem, bir yönetim biçimi haline gelen bir süreçten bahsediyoruz. Bugün bizim niteliklerimiz cezaevinde. Dolayısıyla bir niteliksel azalma da yaşıyoruz. Jineoloji Atölyeleri dediğimiz toparlanma süreci, yeniden kendimizle buluşma alanımız aynı zamanda. Biz bu atölyelerde eskileri de anlatıyoruz. Geçmiş deneyimleri birbirimize aktarırken eleştiri ve özeleştiri süzgecinden geçiriyoruz. 90’ları da konuşuyoruz. “İlk defa başımıza gelmiyor, 2002’de de şu yaşanmıştı zaten,” diye diye yol alıyoruz.
Paylaşmak istediğin son bir söz var mı?
Kürt kadın hareketi bu süreci böyle, anlatmaya çalıştığım gibi deneyimledi. Kimi zaman mücadeleyi çok yükseltti. Kimi zaman hak gaspına uğradı. Ama bu, dünyada birçok kadın direnişinde görülen bir şey. Hele hele günümüzde, faşizmin bu denli yükselmiş olduğu koşullarda umut veren kadın direnişleri var. Ortadoğu’da, Rojava’da olduğu gibi, Avrupa’nın birçok kentinde yaşandığı gibi. Hem beden hakkı noktasında hem politik duruş, söylem geliştirme alanlarında güçlü karşı çıkışlar var. Bu bize umut veriyor, umudu büyütüyor. Birlikte mücadele etme gücü sağlıyor. Bu güç, aynı zamanda çözüm demek. Son olarak Çatlak Zemin’e kadınların sözlerini, seslerini duyurdukları için, farklı deneyimleri paylaştıkları için çok teşekkür ediyorum…