Henüz eylemler, gözaltılar, tutuklamalar devam ederken bu yazı elbette kapsamlı bir değerlendirme ya da analiz değil. Amacı, son süreçte yaşadıklarımızı feministler olarak birlikte düşünmeye teşvik etmek, bunun için kısa notlar halinde, ufak bir başlangıç yapmak. Başka yazılarla düşüncenin derinleşeceğini umarak.
Türkiye’de son on gündür yaşananlar Gezi’yi hatırlayanlara hesap yaptırdı: en son ne zaman böyle kitlesel sokaklarda olunmuştu? En son ne zaman bir sokak eylemliliği, buluşma alanları saatlerce önce kapanmadan, yapılabilmişti? Ne zaman küçük bir grup çabucak kuşatılıp hemen ters kelepçeyle gözaltı yapılmamıştı ama toma su ve gaz sıkmıştı böyle litrelerce? Buna rağmen insanlar dağılmamıştı, eylemler bitmemişti? Ve tabii, en son ne zaman adı sanı yeri belli sol muhalif örgütlerden yüzlerce kişiye sabah operasyonları, çıplak arama işkencesi yapılmıştı?
Son soru dışındakilerinin cevabı Gezi zamanına kadar gidiyor. Son soru ise maalesef şimdiye kadar artık gündem bile olmayan bir alışkanlık. Bugün İstanbul’u ilgilendirir gibi duran bir mesele, o zamanlar bir parkı ilgilendirir gibi duran meselede olduğu gibi, şimdi de, farklı şehirlere, farklı aidiyetlerde, yaşlarda kişilere sirayet ediyor. Sosyal medya -başta twitter, o zamanlar henüz yeni kullanılırken- derin kötülük hissini gevşeten parlak esprilerle kullanılabiliyor. Yine sokaklarda erkek varlığı, tehditkar, ırkçı ve küfürlü haliyle kendini dayatabiliyor, yine birçoklarımız için biz isyan ettiğimiz şeyin içinde size de isyan etmek zorunda kalıyoruz derken buluyoruz kendimizi.
Ekrem İmamoğlu ve yüz küsür kişinin gözaltına alınmasıyla başlayan süreç nezdinde cisimleşen 2025 Türkiye’sinde örgütlenen “yeter artık” sokağa dökülmesi, bu sokağa dökülmenin bir haftayı aşkın süredir yüz binler olarak devam etmesi, geldiğimiz ülke tarihinde çok soru üretiyor. Bu soruları, geçmiş yanıtlarla yan yana koymak, devamlılığı sürdürmeye çalışan, unutmamayı, hatırlamayı mücadelemizin parçası haline getiren bizler için önemli. Tabii burada benimki, 1980’lerden beri sokakta olan feminist hareketin geleneğine sahip çıkan bir yerden bana ilk aşamada düşündürdüklerini paylaşmak.
2013’te Gezi’de, sokaklara, Taksim’e, Beyoğlu’nun çoktan yok edilmiş tarihsel mirasına, başka şehirlerde meydanlara, kent hakkına, kentte yaşayanlar olarak iradeye, karar verme hakkına sahip çıkmaya ve esasen iktidarın dayattığından başka şekilde yaşamaya yönelik mücadele verildi. Kadınlar, eşit şekilde kamusal alana dahil olmayı, dışlandıkları, mesela ve o anda akut olarak Gezi Parkı’yla başlayan, evlerin dışında, şehre ve hayata karışabilecekleri, ücretsiz alanları, kamusal mekanları ve dahası eylemlerde varolmayı talep ettiler. Gezi bitti; feministler, kent mücadelesinin, feminist mücadelenin yüz yıllardır söyleyegeldiği özel alana hapsedilme, güçsüz kılınmaya karşı direnişe içkin olduğunu söyledi. Toplu taşımanın, evden çıkıp kentte gezebilmenin, okula, işe, bir kuruma, bir mekana, parka gitmenin, kente erişebilmenin evdeki eşitsizliği kırmanın maddi bir karşılığı olduğu, bu kadar basit gibi görünen bir şeyin, Türkiye’de kadınların gündelik hayatının her anının, eşitlik için ne kadar da önemli bir adım teşkil ettiği özümsendi. Bu, sadece kreş, sığınak veya karakola erişebilmek değil, mahalle alanları, üniversite, konser veya park alanı gibi mekanların cinsiyet eşitliği için atlanamayacak adımlar olduğunu gösterdi. AVM gibi teşvik edilen boğucu tüketim mekanları değil, özgürleştirici sosyal alanlara ihtiyacı belirginleştirdi. Devletin, belediyenin, kurumların sorumluluğu tekrarlandı. Aynı zamanda sadece bu iktidarın istediği türden bir kamusallık, sadece bu iktidarın istediği türden bir kadınlık, sadece bu iktidarın istediği türden bir yaşama sığmayı reddeden bir isyan şekillendi.
2013 sonrası kapatmaların, o alanları daraltmaların yılları başladı. Önce sokaklar, sonra mekanlar ve insanlar kapanmaya başladı. Bunun muhalefete politik yansımaları oldu. Sadece ülke değil, dünyanın da ne kadar sağcılaştığını, birbirine benzediğini, otoriter pratiklerin ortaklaştığını bol bol konuştuk. Bu zaman zaman atalet yarattı; sadece ülke değil, dünya böyle dedik. Etik ve adalet algımızda neler yittiğini, deneyimlerin aktarılamadığını, insan hakları perspektifinin yaygınlaşamadığını geçtiğimiz hafta küfür, aşağılama, cinsiyetçi ve kendinden olmayana şiddet dolu eylemci varoluşlarda gördük. Sokağa çıkan erkek çoğunluk nüfus, üniversite örgütlenmelerine de sirayet eden faşizan ve ırkçı yaklaşımlar, sol veya muhalif örgütlenmelerin durumunu gösterdi. Bu yapıların geçen on yılı aşkın sürede bir özeleştiri ve değerlendirme yapamama noktasında olduğunu belirginleştirdi. Gezi’nin büyülü -ama politik içeriğinden arındırılmış- nostaljisi, sonrasındaki dönemin politik örgütlenmelerine ilişkin eleştirilerin hâlâ önünde.
2016’dan beri Kürt illerindeki belediyelere kayyumlar atanıyor. Bunun yanı sıra KHK veya OHAL ile normalleşen başka düzenlemelerle belediyeler ve kurumlar nezdinde bu tür ihlallere, böyle süreçlere kimilerimiz aşina olduk. İnsanların seçmedikleri yönetimlere ve hizmetlere mecbur kılınmalarını gördük. Kürt oldukları için bu adeta sıradanlaştı. Belediye hizmetlerinin önemini, kadınlar için ya başka yerde varolmayan ya çok zor erişilen desteklerin bir çırpıda ortadan kaldırılmasını Batman’da, Van’da, Hakkari’de, Diyarbakır’da, Mardin’de çokça ve çoktan deneyimledik. Bu ülkede erkeklerden açık ara dezavantajla yaşayan ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadının, belediye hizmetiyle şiddete karşı destek hattına erişebilmesinin de, iş bulabilmek için çocuğunu kreşe bırakabilmesinin de hayati önemini çok yakından biliyoruz artık.
İstanbul’da oy farkı yüksek bir ilçe olan Şişli’ye kayyum atanmasına, ülkede on yıllardır yaşanan tüm bu kayyum pratiğine rağmen, 2025’te “İstanbul’un göbeğinde bu olur mu” diye sorabilme hali üzerine de düşünmek zorundayız. İstanbul’un göbeğinin Batman’dan farklı olduğunu bize düşündüren nedir? Ya da Batman’da olanın İstanbul’un göbeğinde asla olamayacağını? Buradaki, kendinde hak görme halinin sonucu, başkasının yaşadığı hukuksuzlukla kendininki arasında bağlantı kuramamak. Bu bağlantısızlığın sebep ve sonuçlarını, yüksek siyasetler kadar kendi gündelik siyasi varoluşlarımızda ve kentte varolma biçimlerimizde de aramalıyız. İstanbul’un merkezine kayyum atanmasının özel önemini bu şekliyle konuşabilmeliyiz.
Türkiye’de feminizm sokakta olmayı, sokakta örgütlenmeyi önemseyen bir hareket. Sokak, hem kent ve kamusal alanda mücadele hem seçimler ve iradeye sahip çıkma hem de örgütlenme yolları açısından, feminist hareket için, yıllardır ön planda. On yılı aşkın bu sürede ve son yıllarda artan baskıya rağmen bu böyle. 2025’te de bu ülkede feminist mücadele iktidarın seçim hakkını tanımadığı, insanları cezaevine attığı, yerlerine kayyumlar atandığı noktada geniş özgürlük mücadelesinin içerisinde. Bununla birlikte, feminist hareket kendini güncelleyen ve değerlendiren bir hareket. Geçen günlerde yazılan “Erkekler sokaklara hoş geldiniz” sloganı da bu bağlamdan çıktı. Kendine bakmanın, yenilgiyi telaffuz edebilmenin, kendi kapasitesini görebilmenin, yeni biçimleri tahayyül edebilmenin, sözünü gözden geçirebilmenin kudretini, kendini muhalif olarak tanımlayacak her politik örgütlenmenin önüne neden koyması gerektiğini, dünyadaki sokağa dökülüşler ve son dönem ülkedeki hareketlilik elzem kılıyor. Feminist dayanışma ve mücadelenin araçlarına, kime nasıl seslendiğine, nerelerde ve ne şekillerde örgütlendiğine de bugün yine bakma zamanı.