Living A Feminist Life kitabının yazarıyla sınırlar, kişisel bakım ve “farklı olma durumu” üzerine söyleşi
Çalıştığın işte bir feminist olmak ne anlama gelir, feminist bir hayatı yaşamak ne demektir; bunların bir parçası olarak topladığım hikayelere dönüp tekrar bakmak, onlara özen göstermek benim için önemliydi.
Adam Fitzgerald: Living a Feminist Life’a yazdığın giriş bölümünde (Giriş Bölümü: “Bringing Feminist Theory Home”) kitabının, akademik yazımın ve eleştirel teorinin genel olarak anlaşıldığı ve konumlandırıldığı sınırları aştığını vurguluyorsun. Şöyle yazmışsın: “Ben bu kitapta feminist teori nerede başlar ve nerede biter sorularını yeniden ele almanın bir yolu olarak, feminist teoriyi de bir ‘ev işi’ olarak düşünmek istiyorum. Peki nedir bu feminist teori denen şey? İlk bakışta bizler bunu akademi içerisindeki feminist çalışmaların oluşturduğu birikim olarak düşünebiliyoruz. Fakat ben şunu önermek istiyorum; feminist teori bizim evlerimizde ürettiğimiz bir şey.” Hemen yukarısında açıklıyorsun, “Ev işi demek bizim bunu evde de yaptığımız anlamına geliyor. Bizler ev işleri yapıyoruz. Fakat feminist ev işi basitçe, sadece, temizlik ve bir evi çekip çevirmek değildir. Feminist ev işi, evi dönüştürmeyi, erk’in konumunu yeniden inşa etmeyi amaçlar.”
Öncelikle seninle röportaj yapma fırsatını elde ettiğim için teşekkür etmek istiyorum, sonrasında sorularımı sormaya başlayayım. Kitabı (Living a Feminist Life) yazarken ve bittikten sonraki süreçte, kitap yayımlanırken, akademi içinde ve dışında ne gibi çalışmaların oldu, biraz bahsedebilir misin?
Sara Ahmed: Aslında “Living a Feminist Life” başlığını ilk önce beyazlık, irade ve yabancılık konularında önceden yazmış olduğum makaleleri toplayacağım bir kitap olarak düşünmüştüm. Bu projeyi 2013 yılının başlarında düşünmüştüm. Fakat, o yıldan sonra, bu başlık benim için bambaşka bir anlam taşımaya başladı ve daha başka sorunları ele alır oldu. Bir çalışma arkadaşımdan, üniversite personelleri tarafından cinsel tacize uğrayan öğrencilerle ilgili bir şeyler duydum. Kendi çalışma ortamımda neler olup bittiğini anladığım anda her şey değişti. Feminist bir hayat sürmenin feminist bir ‘iş’ olduğuyla ve çalıştığın yerde cinsel taciz ve yetki istismarlarıyla karşılaşmanın ne anlama geldiğiyle alakalı bir kitap yazmaya başladım. Kitabı yazdığım süreçte, okulda cinsel taciz ve cinsel istismar soruşturmalarında ifadelerine başvurulan öğrencileri destekliyordum. Bu kahredici bir deneyimdi—ardı arkası kesilmeyen bariyerlere karşı savaşmak demekti: sessizlik bariyerleri, aldırışsızlık bariyerleri. O sıralar, aynı zamanda, feminist araştırmalar için yeni bir merkez kurma sürecindeydik. Farkına vardım ki eğer bu türden erk yapılarıyla karşı karşıya kalıyorsak; feminist merkezlere ve sığınaklara çok daha fazla ihtiyacımız var. Biz oradaydık, ama gidebileceğimiz çok daha fazla yere ihtiyacımız olduğunu fark etmek acıydı. Bu kitabı yazmak, yaşadığım dünyayı evim olarak hissetmeye çalışırken karşılaştığım bariyerlerden, akademinin kendi içinde yarattığı bariyerlere, gündelik yaşamımda karşılaştığım cinsiyetçi ve ırkçı deneyimlerle bağ kurmama yardımcı oldu.
AF: Hâlâ bilmeyen okurlar için; yakın zamana kadar öğretim görevlisi olarak çalışıyordun, hem akademisyen hem de ‘farklı olma’ durumu üzerine çalışan biri olarak pek çok akademik monografın yayımlandı ve son üç yıldır ‘feministkilljoys’ (mızıkçı feminist) adlı bloğunu yönetiyorsun. Bu blogda ‘arkadaş’ metinlerden bahsediyorsun, fakat senin kitabın ve bloğunu bu şekilde görmek biraz zor.
SA: Bunun tam olarak bir soru olmadığını biliyorum ama ben kitabı ve blogu bu şekilde düşündüm, birbirlerine yol arkadaşı olarak. Bazen blogda yazmış olduğum yazının başlığı kitapta genişletilerek bir bölüm haline geldi. Diğer zamanlarda ise kitaptaki bir bölümün içeriği blog yazısına dönüştü. Bu geçişkenlik bana epey yardımcı oldu, elbette, sadece bloglar daha hızlı yazıldığı için değil, aynı zamanda insanlara ulaşmaya, geribildirim almaya ve bunları kitaplarda kullanmaya olanak tanıdıkları için. Elbette bu imkanları veren başka iletişim araçları da var. Fakat ben blogların sağladığı olanakları kullanmayı seviyorum. Şunu da fark ettim ki ‘feministkilljoys’ kendiliğinden bir iletişim aracı haline geldi, içinde insanların kendi deneyimlerine benzeyen bir şeyler buldukları bir iletişim aracı. Blog için yazmanın benim yazı yazma biçimimde keskin değişimlere yol açtığını düşünüyorum. Cümleler sayfa üzerinde kendilerini daha farklı biçimlerde düzenler oldular. Aynı zamanda kelimelerin sahip oldukları ritmin de daha farkına varır hale geldim; kelimeler nasıl yankılanıyor, onları uygunsuz bir biçimde dizdiğimizde kendilerini nasıl yeniden düzenliyorlar…
AF: Şunu da merak ediyorum, akademi senin için, hala, ‘ev’ diyebileceğin bir kurum mu? Eğer yukarda kullandığın ‘feminist killjoy’ (mızıkçı feminist) sözünü kullanırken hissettiğin herhangi bir duygulanım burayla ilgili olabiliyorsa, burası hiç ev olmuş olabilir mi cidden?
SA: Bu benim için zorlayıcı bir soru. Akademisyen olmayı seviyordum, özellikle feminist bir akademisyen. Öğretmenlikten, araştırmacılıktan çok şey öğrendim, hatta yöneticilik görevlerimden bile! Eğitime katkı sunmak derin bir hazdı. Burada birçok anlamda evdeydim. Fakat On Being Included kitabında (2012) bahsetmiş olduğum akademinin ‘beyazlığına’ direnirken deneyimlediklerim, beyaz ırktan olmayan bir kadın olarak akademi içerisinde ‘çeşitlilik’ sayılmanın yarattığı güçlükler ve bunları takip eden, Living a Feminist Life kitabımda yazmış olduğum cinsel taciz ve zorbalığa imkan tanıyan kültürü değiştirme çabalarım karşısında deneyimlediklerim, akademinin pek çoklarımız için hâlâ bir ‘ev’ olamadığını daha derinden fark etmemi sağladı. Burada barınabilmek için neleri feda etmek gerektiğini ve burayı değiştirmeye çalışan bizim gibilere karşı kullanılan yöntemleri gördüm. Bunun değişmesi gerekiyor.
Değişime katkıda bulunmak için kullanılabilecek pek çok yol var. Cinsel taciz soruşturmaları süreçlerinde bazı feministlerin erk’in meskenini parçalamaktan geri durduklarını gördüm. Belki de bazı problemlerin açıkça konuşulmasından veya kamusal alanda tartışılmasından ziyade kapalı kapılar ardında çözülmesini daha uygun buluyorlardır. Belki de kaybedeceklerini düşündükleri çok şey vardır ve bağlı bulundukları üniversite zarar görürse, üniversite içindeki feminist projelerin de zarar göreceğini düşünüyorlar. Hepimiz ödünler veriyoruz; dünya uzlaşmamızı gerektiren bir yer. Fakat ben ayrımcılığın olduğu bir kurumda ‘ev’de hissetmek istemiyorum. Bu sebeple şu sıralar kendimi akademi-ötesi (post-akademik) veya kurumlar-ötesi bir feminist olarak düşünüyorum. Bu ‘ötesi’ kısmı iyimserlik durumunu ifade ediyor. Pek tabii kötümser de olunabilirdi. Akademiden uzaklaştım fakat öyle ya da böyle buralarda olacağım.
AF: On Being Included kitabının üzerinde biraz daha durmak isterim. Önceki çalışmanın formuyla Living a Feminist Life arasındaki benzerlikler ve belki de akademi-ötesi veya kurumsallık-ötesi düşüncenden kaynaklanan üslup değişikliğin… On Being Included akademiyi başlangıcından bugününe beyazların kalesi olmuş bir yapı olarak değerlendirdiğin ve zamanında epey tartışma yaratmış bir çalışma. Beyaz olmayan bir öğrenci veya akademisyen olmanın akademi içinde ‘çeşitlilik’ unsurlarından sayılmak ve neredeyse her zaman, misafirperverliğin bazı koşullara bağlı olduğu bir ‘konuk’ olma durumu olduğunu yazdın. Buna göre akademinin ‘beyazlığını’ afişe etmek bazılarını ‘nankör’ diğerlerini yabancılaşmış yapıyor.
Yine de merak ediyorum farklılık ve çeşitlilik üzerine çalışan ve daha çok insan hikayeleri ve feminist pratiklerden beslenen biri olarak, bu bilgileri blogunda veya yeni kitabında kullanabilmek için nasıl bir araştırma yöntemi kullandın? Öyle görünüyor ki anekdot ve tanıklığa bağlı hafıza çalışmaları epistemolojik olarak farklılaşıyor. Bu belki de somut veya matematiksel verilere dayalı araştırmacılığın baskın olduğu akademik dünyanın yapısından bütünüyle farklı.
SA: On Being Included’ta kitap haline gelecek araştırmalarımı yapmak ve birkaç yıl içinde onları kitaplaştırmak, bende, daha önce yaptığım işlere karşı bir uzaklık hissi oluşturdu. 2001’de Lancaster’ın Kadın Çalışmaları bölümünün başına atandım—Kadın Çalışmaları bölümlerinde sık görüldüğü üzere oldukça çaylak da olsam ustalık pozisyonu aldım) ve dekanların ve diğer bölüm başkanlarının hazır bulunduğu fakülte toplantılarına katıldım. Farkına vardım ki çalıştığın işte feminist olmak, üzerine çalışılması gereken bir konu, sadece üniversite içinde de değil. Bu akademi içindeki ayrımcılığı, üzerine çalışılması gereken, sistemin kendi içine işlemiş bir yapı olarak görmemi sağlayan deneyim oldu. Bundan önce de üniversitelerin ‘beyaz’ alanlar olduklarını biliyordum: Bunu ırk meselesiyle alakalı yazmış olduğum makaleleri sunarken ve bütün konuşmacıların beyazlardan oluştuğu konferanslarda, rutin olarak, sorularıma savunmacı cevaplar alırken deneyimlemiştim. Lancaster’da beyazlık sizi kuşatır ve siz neyin sizi temsil etmediğine dikkat kesilmeye meyillisinizdir. Fakat birdenbire, beyaz olmanın bir başarı olarak sunulduğu, ayrımcılığın meşrulaştırılıp yeniden üretildiği fakülte toplantılarında buldum kendimi. Komite üyelerinden birinin Lancaster’ın beyazlığının sadece coğrafi konumundan kaynaklandığını söyleyişini hâlâ hatırlarım!
Üniversitenin ırk eşitliği komitesinde olmaktan vazgeçtim çünkü burada ırkçılık meselesinin nasıl çözül(e)mediğine dair bir cevap buldum. Oraya uygarlık tarihi eğitimi almış bir araştırmacı olarak gitmedim. Okunan metinleri dinlemek, ‘farklı olma’ hali üzerine derin bir araştırma yapmak ve farklı olma durumunda yaşanan deneyimlere dikkat kesilmekle sonuçlandı. Düşündüm ki değişim momentleri benim ne söylediğimle ilgili değil ama neler söylendiğini duymakla alakalı. Beyazlığın nasıl işlediğini duyabiliyordum. Bu noktadan, birçok çeşitlilik komitesinde bulunabilmek için başvurular yaptım. Farklı olma durumunun vücut bulmuş halini görebiliyordum ve bu da daha fazla veri toplamak demekti. Bu sürecin sonunda, kendi çalıştığım kurumun tarihini gözden geçirme şansım oldu ve meseleyi farklı bir bakış açısıyla görmeye başladım. Beyaz olmayan kadın bir akademisyen ve etnograf olarak ben ve benim gibilerin kurumların işleyişine dair çok şey bildiğini iddia ediyorum. Çünkü bu kurumlara dahil olsak bile bir şekilde onlara daima yabancı kalıyoruz.
AF: Topladığın hikayeler, düşüncelerin dışında, feminist pratiğinin biçim ve yapısını da değiştirdi mi? Bu hafıza yöntemi senin anlatı biçiminde merkezi gibi duruyor, Living A Feminist Life’ın metinlerinde de böyle. Bu kitapta, Audre Lorde’un bugün hâlâ siyah feminist teorinin mihenk taşı olan erken dönem yazılarından alıntılar yaptın. Öğretim görevlisi Mina Madga’nın bana anımsattığı üzere, bu melez ve siyahi feministlerin bakış açılarının beyazların baskın olduğu akademide hala pek konuşulmadığını ve tam olarak kabul de edilmediğini gösteriyor.
SA: Bu kitapta, On Being Included için topladığım verilere dönüp tekrar bakmak benim için önemliydi—kitap taslağını kontrol edenlerden biri, kitabın orta kısmının tümüyle çıkarılabileceğini söyledi. Mecburen farkına vardım ki, araştırmalarımı kıyıya uzun bir sıçrayış gibi hissetsem de aslında sadece yürünen yolun bir kısmıydı. Bir yerlere ulaşabilmek için daha pek çok adım atmak zorundaydım. Çalıştığın işte bir feminist olmak ne anlama gelir, feminist bir hayatı yaşamak ne demektir; bunların bir parçası olarak topladığım hikayelere dönüp tekrar bakmak, onlara özen göstermek benim için önemliydi. Bu kitabımda, bana arşivlerin kırılganlığının nasıl ifade edilebileceğini öğreten siyahi ve melez feministlere çok şey borçluyum. Arşivleri, onları deneyimlediğimiz bariyerlerden, karşı geldiğimiz haksızlıklardan inşa ettiğimizi düşünmeye başladım. Ama aynı zamanda yaratıcılığımızdan da inşa ediliyorlar. Bunlar hayatta kalma hikayemizin parçası hep. Bu arşivler ‘yakınma’ üzerine olacak bir sonraki çalışmamda da dönüp bakacağım bir şey. Yapmamız gereken iş duvarlar yüzünden sesi duyulmayanlara kulak vermek.
AF: Merak ediyorum, bugünkü beyaz akademik kurumlar beyaz kurumlar olduklarının farkındalar mı?
SA: Öyle olduklarını düşünmüyorum! Çeşitlilik, yaratıcılık, eşitlik. Beyazlığın zaten, halihazırda, orada olduğunu gizlemek için, sürekli bu sözcükleri ve daha fazlasını kullanıyorlar. Çeşitlilik üzerine çalışmanın en zorlayıcı yanı da bu; ne kadar kullanışlı olabileceğini biliyorsun. Kendi çalışmalarının, karşısında mücadele ettiğin şeylerin çoktan üstesinden gelindiğinin kanıtı olarak kullanılabileceğini biliyorsun.
AF: Eğer çeşitlilik iklimi beyaz bürokratlardan oluşan geniş bir hiyerarşik düzen içerisinde (üniversite başkanları, dekanlar, başvuru ofisleri ve fakülteler) koşullara bağlı ve samimiyetsizse bunu bilmek nasıl mümkün olabilir? Şunu merak ediyorum, senin araştırmalarının düzelticilik amacının hedef kitlesi üniversitedeki ‘beyaz güç’ mü?
SA: Beyaz gücü bir okuyucum olarak hayal bile edemiyorum! Onların bunları okuyacaklarını sanmıyorum. Benim ulaşmayı amaçladığım okuyucular diğer feministler. Şunu belirtmek isterim ki özellikle, feminist öğrenciler için yazıyorum! Genellikle benim kuşağımdaki feministlerin küçümseyip ciddiye almadıkları feminist öğrenci hareketlerine karşı derin bir hayranlık duyuyorum. Parçalılık ve coşkunun bileşimini seviyorum. Problemlere isim koymayı, onlarla savaşırken veya çözüm olamazken de. Bir şeyleri değiştirmeye çalışanlara kulak vermeyenlere ulaşmanın zorunlu olduğunu düşünüyorum bazen. Bu önümüze çıkan duvarlardan küçük küçük parçalar koparma işinin bir parçası. Ben bu işi yazı ve araştırmalarımdan ziyade, üniversitedeki yöneticilik görevlerimi sürdürürken yaptım. Fakat bazen bu işi yapmaya çalışırken harcadığınız efor, enerji ve canlılığınızı yitirmenize de sebep olabiliyor. Bu bazen dikkatinizi, gücünü duvarları parçalamak için kullanan diğerlerinden uzaklaştırmanızla bile sonuçlanabilir. Bu sebeple bu kitapta ben düşman kurumlara karşı ayakta kalmaya çalışanlara hitap ediyorum, kurumların kendisine değil.
AF: Tekrar tekrar kullandığın temel imgelerden birisi de ‘duvar’; bu feministlerin iş bulduklarında onların önünü kesip kendilerini gösteren duvarlar—evde, işte, dünyada yaşadıkları her yerde. Peki sen feminizmi coğrafi belirlenim kısıtlamaları olmadan hayal edip feminist fikirlerini bu bağlamda uygulayabiliyor musun? Yoksa çalışmalarını belirli jeopolitik bölgelerde kökleşmiş kendilerine özgü ‘duvarlarıyla’ ele almayı mı tercih edersin? Bunu soruyorum çünkü feminizmi sınırları olmaksızın, dile ve devlet evrenselliğine toslamayan, enternasyonal bir devrimci güç olarak düşünmek istesem de, belki de kilit nokta feminizm fikrinin özgürce hareket edebilmesi için evrensellik fikrinden vazgeçmektir. Senin yazılarını da bu hisle okumanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
SA: Ben kendimi daha çok belirli bir bölge özelinde çalışan biri olarak görüyorum, bulunduğum yer üzerine ve dünyaya oradan bakarak çalışıyorum. Tahminimce etnik olarak melez olmak ‘nereden’ sorusunu her zaman canlı tutuyor. Avustralya’nın küçük bir şehrindeki beyaz bir gettoda büyüdüm. Yerleşimci sömürgeciliğin olduğu bir ülkede, hâlâ işgal altında olan bir ülkede. Şimdi bu deneyimi düşündüğümde melez bir yerleşimci olduğumu görüyorum. Fakat buradayken, sık sık da başka yerdeydim; İngiliz bir anne, Pakistanlı bir baba ve Pakistanlı halalarımla. Böyle bir ailede büyümek, onların hatıralarıyla olmak demektir, onların anıları geleceğinin yapısını oluştururlar. Bu da benim için post-kolonyal ve bölünme sonrası dönemde yaşadığım anlamına geliyordu.
Being A Question’ın birinci kısmında, içinde büyüdüğün ülkenin insanı sayılmamanın nasıl hissettirdiği üzerine konuştum. Nerelisin sorusunun sorulması—ki çoğumuza tanıdık gelen bir sorudur bu—öyle bir şeydir ki içinde sizin oralı olmadığınıza dair örtük bir iddia taşır. Fakat bu aynı zamanda kendinize sorabileceğiniz bir sorudur, çünkü melezsinizdir ve hiçbir yerde tam olarak evde olamama hissine sahip olabilirsiniz. Bu her zaman üzüntü verici bir duygu değil, tabii ki üzücü ve zorlayıcı da olabilir. Ama bu soru imkanlarla alakalı da olabilir, var olmanın değişik yolları olduğunu fark etmekle… Kitabın ilk taslağında melez olmak üzerine çok daha fazla şey vardı. Bunları bazı karmaşık nedenlerden ötürü kitaptan çıkardım. Fakat biliyorum, bu konuya tekrar döneceğim.
Şüphem yok, çalışmalarımın büyük bir kısmı doğrudan Avustralya’da tecrübe edilmiş politik söylemden müteşekkil; özellikle barış ile ilgili, geçmişin yaralarını iyileştirme iradesi ile ilgili olanlar, yani cidden geçmişin üstesinden gelmek konusunda yardımcı olanlar. Aynı kelime haznesini kullanmayı denerse akademi dünyası da yeniden şekillendirilebilir.
1990’larda Birleşik Krallık’ta çalışan genç bir akademisyen olarak, Avustralya feminizmine ve onun gramerine, aşk ve umut üzerine yaptığı değişmez vurgulara derinden yabancılaştığımı hissettim—hadi buna beyaz Avustralya feminizmi diyelim. Hâlâ hatırlıyorum İngiltere’de Avustralya feminizmi ile ilgili bir konferansa gittiğimde, sonsuz sayıda beyaz konuşmacıyla bir araya gelmiştim—hiçbiri yerli olmayan konuşmacılar. Yerlilerle ilgili olan konu başlıklarının yalnızca beyaz Avrupa felsefesine referans olarak kullanıldığı bir konferanstı bu. Bu cidden yabancılaştırıcıydı ve bazı erken dönem feminist mızıkçılık denemelerimi bu konferansta pratiğe döktüm.
Birleşik Krallık’a gelmek önemliydi. Kendimi birdenbire melez-siyahi ırkçılık karşıtı bir ütopyada bulduğumdan değil—elbette ki öyle değil; Britanya üniversiteleri de oldukça ‘beyaz’ ve bunun böyle olduğuyla ilgili ciddi bir inkar içerisindeler. Önemliydi çünkü içinde kendimi daha az yabancı hissettiğim bir alan bulmuştum, bu alan daha sonradan Siyah İngiliz feminizmi olarak adlandırılacaktı. Harikulade iş arkadaşım Heidi Mirza, bu isimde bir kitabın editörlüğünü yaptı, bu sene yayımlanalı yirmi yıl olacak. Bu kitabın bir parçası olmak—bu benim yayımlanan ilk çalışmalarımdan biridir—bir kolektifin parçası olduğumu hissettirdi. Bu parçalı bir kolektifti: siyahi kadın mücadelesi ve dayanışması, Asyalı ve etnik azınlık kadınların oluşturduğu parçalar (bizi genellikle BAME şeklinde kısaltırlar). Çoğunun aile tarihi Britanya sömürgecilik tarihiyle paraleldi. Bu kolektifin bir parçası olmak soyut ama yaşamsal bir damara sahip olmak gibiydi; birbirimizi bularak kendimize alanlar yaratmıştık. Bu cidden de yaşamsal bir damardı çünkü bazen birbirimizi ‘beyazlığın sularında’ kaybediyorduk, her ne kadar direniyor görünsek de. İlk adım birbirimizi bulmak, sonrasında her şey çok daha mümkün hale gelecektir. Böylece bariyerlere çarpma hikayelerimizi anlatma fırsatı bulmuş oluruz. Bu hikayeleri paylaşmak çok önemli, ortak bir amaca hizmet etme hissi veriyor. Bizim hayal kırıklıklarımız tarihsel birer kayıt! Irk ayrımcılığıyla ilgili deneyimlerimizi paylaşmak duvarı yıkmaz, ama devam edebilmenize yardımcı olur.
Eklemem gerekir ki bu tarihten itibaren Avustralya’da epey vakit geçirdim. 1999 yılında uzun yıllık iznimi ilk diplomamı aldığım Adelaide Üniversitesi’nde geçirdim. Burada Fiona Nicoll ve Aileen Moreto-Robinson ile tanıştım, birlikte vakit geçiriyorduk ve her şey hakkında gevezelik ettik: yerlilerin egemenlik hakları, mahcup beyazlık, barış politikaları. Onlarla kurduğum arkadaşlık ve ittifak bu tarihten itibaren benim çalışmalarımı şekillendirdi. Bu dönemde Australian Critical Race and Whiteness Studies Association’ın kuruluşu çok mühim bir meseleydi. Bana göre bu kurum ciddi bir değişim yarattı. 2007 yılında bu derneğin bir konferansına makalem ile katıldım. Yerli akademisyen Tony Birch’i dinledim, Irene Watson da önemli notlar paylaştı. Ve ben ilk defa ‘beyazlık denizi’yle karşı karşıya gelmedim. Bu olağanüstü bir deneyimdi. Fakat bu tarihlerden öncesine—1990’ların sonu ve 2000’lerin başı—geri döndüğümde siyahi ve melez feministlerle beyazlık üzerine birçok tartışma yaptık, bu tartışmalar benim kişisel tarihimde önemli bir yere sahipler. Birleşik Krallık’a geldiğim tarihe kadar hayatımın şekillenmesinde önemli bir yer kaplayan ırkçılık üzerine çalışmadım. Avustralya’yı bırakıp gelene kadar hazır hissetmiyordum. Bazen deneyimlerimizi keskinleştirmemiz için önce uzaklaşmamız gerekir. Sonra eve döneriz ve orada epeyce farklı şeyler buluruz. Living A Feminist Life benim için, öncesinde yaptığım bütün çalışmalarımdan daha fazla ‘eve dönme’ anlamı taşıyor. Bunu geçmişe sünger çekmek olarak tanımlıyorum. Süngerin neleri temizleyeceğini kim bilir!
Feminizm: Bu sefer dünyaya bir sünger çekiyoruz, dinliyoruz, temizliyoruz, bozuyoruz. Kendi dağınık muhabbetimizi bizimle ilerleyen pek çok kişi ile paylaşıyoruz. Ulusaşırı feminizmin çalışmakla ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum; ulusal sınırları aşan çalışmaları birlikte yapıyoruz, ama bu sınırların varlığı bazılarımız tarafından vazgeçilmez olarak anlamlandırıldığında aynı zamanda bu sınırların üzerinde de beraber çalışıyoruz. Bazıları seyahat edebilir bazıları edemez. Müslüman bir isimle seyahat etmek hızınızı kesebilir. Durdurulup sorularla köşeye sıkıştırılabilirsiniz. Bazen çalışmayı kesmek veya seyahat etmeyi reddetmek zorunda kalırsınız; bazen de davetkar olmak. Çalışmalarınızı gerçekleştirmek için farklı yollar bulursunuz. Ben ulusaşırı feminizme Audre Lorde’un bıraktığı mirasın çerçevesinden bakıyorum. Audre Lorde’un yaşamıyla ilgili olan The Berlin Years filmini izlediğimde şu notları almıştım:
“Filmden anlaşılıyor ki ‘ulusaşırı’, gerçek bedenler tarafından oluşturulmuş yaşayan/canlı bir alandır, bir broşürde nasıl işlemesi gerektiğini anlatan cilalı bir sözcük değil. Bizim dilimizi bilmeyen diğerlerinden de bir şeyler öğrenmeye mecburuz. Konforlu alanlarımızdan çıkıp kulaklarımızı açmak ve dinlemek zorundayız. Özellikle ulusaşırı siyahi feminist hareketin politika anlayışından bir şeyler öğreniyoruz: Afro-Amerikan ve Afro-Alman kadınlar birbirleri ile konuştuklarında, farklı diasporalardaki melez kadınlar birbirleri ile konuştuklarında neler olabilir? Kuşaklar arası, zaman ve mekanı aşan bir iletişim! Farklılıklardan farklılıklar öğreniyoruz. Ulusal olanın ulusaşırı olduğunu da öğreniyoruz: Almanlık veya İngilizliğin imparatorluk ve sömürgecilik tarihi tarafından biçimlendirildiğini. Bu ki bizim yaşamlarımızın birçok alanında etkili; göçmenler konargöçerlikleriyle bizlerden birer parça bırakıyorlar her yere.”
Bunun, çalışmayı vurgulamasına rağmen yine de epeyce iyimser bir alıntı olduğunu biliyorum. Fakat bu kadın hareketinin özgürlüğüne veya kısıtlamalardan tamamen özgür olmasına dayanan bir iyimserlik değil. Bana göre ulusaşırı feminizm çalışmalarımızı gerçekleştirmenin umuduyla alakalı, nerede isek orada çalışmakla, kısıtlamalarla ve kısıtlama olmadan çalışmakla.
AF: Son olarak, hem feminist çalışmalara katılıp hem de sağlıklı kalmayı, kişisel bakım ile sağlıklı yaşam için çalışan kuruluşlar arasında denge kurmayı nasıl başarabiliriz üzerine, özellikle queer aileler ve ailesi olmayanlarımız bağlamında da konuşmak istiyorum. Kapitalist emek bağlamında çalışan bir entelektüel ve gezgin bir konuşmacı olarak, peki sence feminizm çalışma pratiğimizi, kapitalist iş bölümünü ve dinlenme hakkımızı yeniden kurgulamamıza yardımcı olabilir mi? Canlı örnekler olarak yaşlılar hemen burada duruyorlar, çalışma arkadaşlarının veya dostlarının bu konuda önemli sayılabilecek önerileri var mı?
SA: Denge sözcüğünü duyduğumda genellikle bir duraksarım; çalışma ve hayatı yaşama dengesi bağlamında çokça kullanılır bu sözcük. Ben hiçbir zaman yaptığım hiçbir şeyde tam olarak dengede hissetmedim! Bence queer hayatı yaşama biçiminde dengenizi kaybettiğiniz anlar, diğer her şeyi havaya savurduğunuz fırsat anlarıdır.
Bu soruyu birçok yoldan cevaplandırabilirim. Living A Feminist Life’daki fikirlerden biri de şu doğrultuda düşünmektir: Bizim kendimizin inşa etmediği kurumlarda çalışanlar bize sadece farklı bilgiler değil farklı dünyalar da verecektir. Diğer dünyalarla bağlantılarımızı canlı tutmak çok önemli. Yaşlılarımızın bilgeliği bu dünyaya aittir.
Kurumsallaşmış yapılarda çalışmak ve duvarlarla karşılaşmak yorucu olabilir; tükenmiş hissedebiliriz, tüketilmiş olabiliriz. Fakat ne zaman durmamız gerektiğini bilmeye ihtiyacımız var. Ben her zaman iş saatlerine ve mesai dışı saatlerime sadık olmuşumdur. Belki de yeni başlayan öğrencilerin mola saatlerini uzatırım! Moladan geldiklerinde daha üretken olmayacaklardır, çünkü zamanın araçsal kullanımı gerçek bir dinlenme yaratmaz. Bu sadece zaman konusunda esneklik payına ihtiyaç duymamızdan kaynaklanır; başka şeyleri hatırlamış olmak için. Dışarıda işinde olduğundan çok daha fazla yaşamsallık var, işini ne kadar seversen sev.
Sigorta sistemleri cidden önemliler. Bazı insanlar hayata hangi koşullarda gelmiş olduklarına ve onlar dünyaya geldiklerinde dünyada olup bitenlere bağlı olarak daha az desteğe sahiplerdir. Kendi destek sistemlerimizi yaratmak, kırılgan olanları desteklemek feminist ve queer bir yaşam sürmede merkezi önemdedir. Çünkü şunu iyi biliyoruz; en çok desteğe ihtiyaç duyanlar en az desteklenenlerdir.
En çok öneri aldığım yerlerin kitaplar olduğunu zannediyorum. Aynı zamanda siyahi feministlerin kişisel bakım üzerine yazdıklarından da ilham alıyorum, kendi kişisel bakım yöntemim olan Killjoy Survival Kit’i Audre Lorde’un bilgeliğine dayanarak oluşturdum, özellikle onun olağanüstü “The Burst Of Light” metnine. Bence kişisel bakım olayı neoliberalizm ve bireycilik gibi çok çabuk laçkalaştı. Lorde’a göre kişinin kendisine özen göstermesi, yorulma kapasitesine sahip hassas bedenlerimiz içerisinde nasıl barınılabileceğimiz ile ilgilidir. Bizi yoran dünya içerisinde var olabilmek için yollar bulmaktır. Kendini önemsemek aynı zamanda başkalarının da önemsenmesidir. Bu önemli bir iştir, genellikle de acılı, bunlar ev işleri veya daha pratik işler olabilir. Bu birbirinin varoluşu için gerekli koşulların devam ettirilmesidir.
Ben onarım (repair) kelimesini pek sevmem: Irk politikalarında iyileşmeyi (recovery) işaret etmek üzere, yaraların ve adaletsizliklerin üzerinin kabuk tutması, yeniden-örtülmesi ya da örtülmesi anlamında kullanılabiliyor. Fakat onarımın, giyinme ve ağlamanın bir hayatı yaşamanın parçası oluşu gibi, bir şeylerin devam etmesi için yapmamız gereken sıradan bir eylem olduğunu düşünmeye yardım ettiğini düşünüyorum. Kelimeler giyilebilir, bedenler de, ne kadar istenirse o kadar. Hatta şunu söyleyebilirim: feminizmin çalışma ve dinlenme ayrımını yeniden hayal etmemize yardım etme yollarından biri, birçok feministin aşkınlığa, üstün ve arkada olmaya değil ama ‘sıradan’a, gündelik hayatın içine batmış olmaya yapmış olduğu derin vurgu olabilir. Bakım emeği budur.
Etrafında yemek yediğimiz, buluştuğumuz, kutladığımız mutfak masasını ve renkli kadınların mutfak masasını nasıl bir yayınevine dönüştürdüğünü düşünüyorum. Masalarla bitirmek doğru gözüküyor; masa önemli.
Çeviren: Deniz Özge Çiçek
Bu yazının orijinali, 10 Nisan 2017 tarihinde Literary Hub’da yayınlandı: