Türkçe edebiyatta erkeklik ifşaları 1950’lere, 1970’lere uzanıyor. Müdanasızca edebiyata müdahale eden o kuşak kadın yazarlar bunları yazarken, ifşa ederken gençtiler. Bakın nasıl da her bir meseleyi iş edinmişler, kurguya dahil edip itiraz etmişler.

Leylâ Erbil ablası Mürvet (Bilgin) Toksöz ve kardeşi Sema Sinanoğlu ile birlikte (1965)

“Benim gibi kızlar
var elbette. Birbirimizden habersiz, aynı çizgide yürüyüp, çizgimizi
sağlamlaştırmaya çalışıyoruz. Biz kızlar, sabahları bekçilere
soruyoruz. ‘Bekçi bekçi, bizim kapının önünde bir zanzalak
ağacı vardı, gördün mü?’” (Nezihe Meriç, “Giderek Daha Güçlü”)

Edebiyat dünyasından ardı ardına ifşa haberleri gelirken öyle hayat doğal akışında devam ediyormuş gibi normal işlerimize, güçlerimize dönemiyoruz. Ya da bazılarımız dönemiyor, kadınları uyku tutmuyor. Uyku kaçıranlara, uykularını kaçırmaya yeltenenlere karşı bir dayanışma adresi kuruluyor ([email protected]).

Bense, çeşitli “edebiyat işleri” içerisinde koştururken, gözüm bir yandan da olup bitende. Sessiz kalmak istemiyorum. Belki Sessiz demişti Gonca Özmen ikinci şiir kitabında.

“Ey dünya, küçüldükçe küçüldün içimizde
Durmadan birikiyor söz balçığı
gölün dibinde“

İşte o “belki” bir tereddüt değildi, bir karar anıydı. Bu, belki de onun kuşağı için, ondan sonraki kuşak için, 2000’lerden bu yana gümbür gümbür yazan genç kadın yazar ve şairler için geçerliydi. Belkisi melkisi yoktu sessiz kalmayacaklardı. Önce öykülerinde, şiirlerinde, romanlarında yazdılar sonra da gerçeğini dillendirdiler, susmadılar. Kurmaca hayatı taklit ederken hayat da kurmacadan ilham aldı. İsimler değil beni ilgilendiren, mesele basit (korkunç ama basit): tabir-i caiz ise nüfuzunu kullanan erkek (bu defa bir yazarla başladı ifşa, farklı pozisyonlar da olabilirdi de ben bildiğim yerden, edebiyattan ilerleyeyim) genelde genç bir kadını taciz ediyor. Tacizin türleri türevleri tanımları bunlara da girmeyeceğim. Bir yan bakış, uydurulmuş bir dedikodu bile yeterli benim için. Kadınların hep bildikleri dedim. Ben de bildiğim yerden edebiyattan ilerleyeyim. Zamanda hızlı bir yolculuk. 1950’lere 1970’lere götüreceğim sizi. Müdanasızca edebiyata müdahale eden o kuşak kadın yazarlar o zamandan da bunu yazdılar. Ve onlar da o zaman bunları yazarken, ifşa ederken gençtiler. Bakın nasıl da her bir meseleyi iş edinmişler, kurguya dahil edip itiraz etmişler. Bundan sonra sözü onlara bırakacağım. Türkçe edebiyattan erkeklik ifşaları da diyebiliriz bunlara.

Sene 1952 Adalet Sümer (Ağaoğlu) “İki Kişi Arasında” isimli radyo oyununu yazıyor. Yaşça büyük bir psikiyatrist ve mütereddit bir şekilde ona gitmiş bir danışan; genç bir kadın (oyundaki tanımı: genç kız). Adamın şöhretini duymuş da gitmiş. Demek ki nüfuzlu bir adamdan söz ediyoruz. Kapıdan giren kadına hemen “hasta mısınız?” diye soruyor. Kız adamın gazetede yazdığı yazıları okumuş “sinir hastalıkları, psikanaliz” filan diye kekeliyor. Özgüven sorunu var, kendisini beğenmiyor, “beceriksizim, çirkinim kardeşim benden çok daha güzel” diye mırıldanıyor. Doktor için açık bir tablo. Adalet Ağaoğlu da risk almıyor okurda şüphe bırakmayacak netlikte anlatıyor, yaş bilgilerini de veriyor: adam 44, kız 24 yaşında. Kız ağlıyor, doktor “neden habersizce geldin” diye imalı sözler ediyor, gelişinin başka bir nedeni olmalı der gibi adeta. Ona yaklaşmasından ürken genç kıza, hem imdat diye bana geliyorsunuz hem de yetişin tecavüz var diye şikayet ediyorsunuz sonra, anlamına gelecek bir şeyler söylüyor. Diyalog ilerlerken kız hep yarı hayran (adamın kitabını da okumuş) adam manipülatif. Lafı dolaştırıp cinsel cazibeye getiriyor. Kız zaman zaman özür dileyecek kadar tedirgin. Obsesifliğini belli edecek meşgalelerinden söz ediyor, sevilmediği için duyduğu ızdırabı anlatıyor. İlk sahnenin sonunda doktor birine telefon ederek adeta ellerini ovuştururak “Vaka umduğumuzdan da uygun bir obsesyon vakası” diye bildiriyor. İkinci görüşmede “bak ben senden yirmi yaş büyüğüm, sayısız tecrübem var” diyerek ilerlemeye devam ediyor saygın doktor. Hem güven hem de rıza inşa etme çabasında. Adalet Ağaoğlu tam olarak adlı adınca, aşama aşama yazmış. Bu arada doktor elbette evli ve kızın babasının da arkadaşı çıkıyor. Daha fazla detaya girmeyeyim. Oyunun sonunu da merak edenler okusun diyerek sözü yine yazarın kendisine bırakayım. Ama cinsel tacizle etrafından geliştirilmiş tüm yeni kavramları örnekleyecek bir giriş dersi olarak okutulabilecek bir içerikten söz ediyoruz. Doktor o kadar çok sınırı ihlal ediyor ki danışanını taciz etmesinden onu sekreteri yapmasına uzanan bir yelpaze bu!

Sene 1965 Menekşeli Bilinç kitabından “Giderek Daha Güçlü” öyküsünde Nezihe Meriç, Ilgıncar’a söz veriyor. Yalnız yaşayan bir kız olarak itirazlarını anlatan Ilgıncar dönüp çocukluğuna da bakıyor. Tacizi, şiddeti, belki tecavüzü imleyen sahneler de var ama var gibiler de yoklar. Bir belirip bir kayboluyorlar. Sanki bastırılmışlar. Tam dillenecekken susuluyorlar. Ama bir sahne var ki yetişkin Ilgıncar’ın erkeklere bakışını özetleyen. Bir kez daha nüfuzlu bir adam (müdür) ve onun “altında” çalışan bir genç kadın. Nezihe Meriç’ten aktarıyorum:

“Süveter giymek benim hakkımdır. Süveter giyince memelerim iyice ortaya çıkıyorsa, sıkı fırçalanmış saçlarımla, alaca bulaca boyalar yerine, yerli yerine konulmuş çizgilerle biçim verilmiş yüzümün bir denge kurduğunu anlatmak da bana düştü. Bir müdür, gözlerini bel bel açmadan, nasıl bakar; müdürlük havasını nasıl sürdürür! Bunları da anlattım ona. Kolay olmadı. Uzun zaman gözlerimde dimdik durmuş bakışlar taşımaya zorladım kendimi. Üst üste on gün süveter giydim. Sırtım ağrıdan dökülürken bile dimdik yürüdüm. Onu alıp kırlara götürdüm. KOKOKODUDUDU’lar ekmediğimiz yerlerde bitti, kök saldı sinir sistemime. Ama ben, çocuk yaşlarımdan bu yana alışıktım Ilgıncar olmaya. Yabani acı kiraz! Olsun. Söktüm attım onları bahçemden: Oturup diplerini ayıkladım uzun geceler. Bir Ilgıncar’a bu yakışırdı. Ona, kırlarda yüzükoyun yatıp toprağı dinlemeyi öğrettim. Ben onun yanında güçlüydüm. Ben ince dalların ucu olmayı biliyordum küçükten. Ben uzun geceler, düşünceler büyütebiliyordum. Ona bir kadınla kıra gidip kadını düşünmeden, gökyüzünü seyrederek bulut olmayı öğretmek de bana düşerdi elbet. Yüzükoyun yatarken erkekliğini unuttuğunu sonradan anıp şaşacaktır. Benden toprağı dinlemeyi ve bunları bunları öğrenince, artık memelerime kadınlara has olağan çıkıntılar olarak bakmaya başladı. Tıpkı benim onun burnunu yadırgamayışım gibi. DİDİKOKODUDU’ları da dizeledim istediğimce. Onlara, ileri hayvanlar olmaktan çıkıp insan olmalarını öğütledim.” (Nezihe Meriç, “Giderek Daha Güçlü” Menekşeli Bilinç)

Adalet Ağaoğlu’nun tüm etik sınırları umarsızca alaşağı eden doktorunun, Nezihe Meriç’in Ilgıncar’ın bedenini ve kendisini bir kadın diye yuvalarından uğramış gözlerle değil de arkadaşça algılamayı öğrettiği müdürünün ardından rotamızı doğrudan edebiyat dünyasına kıralım. Leylâ Erbil’in ilk romanındayız bu defa. Sene 1971. Bizim kuşak doğarken ya da emeklerken yazar olmaya kalkışan bir kadının başına gelenleri bambaşka meselelerle de atonal bir biçimde harmanlayarak yadırgatıcı bir roman yazarı Leylâ Erbil. Romanın adı Tuhaf Bir Kadın. Tuhaf olansa kabına sığamayan, kendini gerçekleştirme yolunda ilerleyen Nermin değil onu edebiyat çevrelerinde arzu nesnesine dönüştüren çoğu yaşlı erkek yazarlar, ressamlar vesairelerdir. Bakışlarımızı Nermin’in günlüğüne çevirelim:

“Benim hakkımda Okul ve Lambo, çevrelerinde dedikodular dolaşıyor. Bu dedikodular biraz da hoşuma gidiyor. Yapmadığım her şeyden suçlanmak. Ne enayice şeyler, ne gülünçlük. Dedikodulardan insanların yeni yeni yanlarını öğreniyorum: Şaşırtıcı, açıkgöz, iyiliksever hiçleyici, bencil. Yapamıyacakları, yapmayacakları yok. Annem daha bir kendini tutar oldu. Kendini dersem dilini tutuyor sadece. Ama yaptığım her harekete karşı olduğunu belli ediyor gene. Omuzunu kımıldatarak, parmaklarıyla bir yerlere tıp tıp vurarak ya da soluğunun ritmini değiştirerek. Ama razıyım, gizli bir anlaşma var aramızda artık. Beni kabul etmeden bana razı oluyor. İş aramaktayım. Ve vücudumun tılsımlı perdesinden beni kurtaracak kimseye rastlamadım henüz.

Şimdiye değin Lambo’da birçok sanatçı ile tanıştım. Tanımadığım UÜVYZ’dir çok çok. Onlara ne vakit, şiirden, siyasetten söz açsam ne vakit onlarla insanlık gereği bir dostluk kurmak istesem, ya da bildiğim bir konu üzerinde ciddi olarak tartışmağa yeltensem alaylı, takılınalı bir havaya girdiler, sözleri, konuyu boğuntuya getirip işi ya sululuğa ya kavgaya döktüler. Ne vakit iş aradığımı, yardım edip edemiyeceklerini sorsam, kaçtılar. İçlerinden hiçbirine sanat dışı, insan merakı dışı bir ilgi duymadım, açıkçası erkek oluşları hiç ilgilendirmedi beni. Onlar hakkında aşağı yukarı iki yıllık bir deneme sonucu vardığım karar şuydu: Olduklarından büyük görünmek istemek. Ya öteki davranışları; AB, B C, DF kendilerine asıldığımı ama bana yüz vermediklerini söylüyorlarmış. Haydar, erkek erkeğe kaldıklarında aralarında geçen konuşmaları anlattı bana. Hele bir tanesi kendisine düpedüz hazır olduğumu söylemiş. Hazır. Neye? Hay allah kahretsin. Geçende biri de beni garsoniyerine götürmüş. R.R. Garsoniyer kendisinin değilmiş de M.E.’ninkine gitmişiz. İşte bugün bu M.E.’yi yakaladım. Adamla hiç de bir tanışıklığım yoktu. Sadece hikayeler yazan biri olduğunu biliyorum. Tüm soğukkanlılığımı topladım. Tezgaha, yanına oturdum. Bir bardak şarap aldım. Lambo’dan. ‘Beyefendi’ dedim, ‘R.R.’ye garsoniyerinizin anahtarını vermişsiniz, o da beni oraya götürmüş, sağda solda söylüyormuşsunuz bunu’ kulağına yakın hafif bir sesle terbiyeli terbiyeli sordum. O da ‘Evet’ dedi, kibar kibar ‘Evet söyledim, R.R. sizi götürmek üzere anahtarı istediydi benden’. ‘Yalan söylüyorsunuz’ dedim. ‘R.R.’yi çok iyi tanırım, namuslu bir ozandır, böyle bir yalan söylemiş olamaz size.’ Ve işte o anda R.R. girdi içeriye. Beni gördüğüne çok sevinmişcesine elini uzattı. Elimi vermeden, ‘Bir dakika’ dedim, gene terbiyeli terbiyeli ‘siz beni bu beyin evine götürmüşsünüz öyle mi?’ R. R.’nin yüzü allak bullak oldu birden, ‘Ne münasebet neden götüreyim sizi?’ diye kekeledi. ‘Neden götürdüğünüzü bilmiyorum ama gitmişiz’.” (Leylâ Erbil, Tuhaf Bir Kadın)

Sanırım alıntıyı açmama hiç gerek yok. Ve dediğim gibi adlı adınca söylemek önemliyse de isimler değil mesele. Leylâ Erbil baş harflerle x lerle y lerle anıyor çünkü 1970’lerde bunu yazarken hiç hoşuna gitmese de biliyor ki ondan birkaç kuşak sonra başka kadın yazarlar da cebelleşecek bu ortamlarla. Bence güçlenen ve ortaklaşan bu sesi görse çok iyi hissederdi Leylâ Erbil.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.