Kaçırılan, alıkonulan, taciz ve tecavüze uğrayan ve bütün dünyanın gözleri önünde köle pazarlarında satılan birçok kadının akıbeti hâlâ belirsizliğini koruyor.
Hiç şüphesiz sosyal bilimlerin bütünlüklü ölçüleriyle toplumsal sorunlara bakmak ve onları belirli kategorilerle sınırlandırmak oldukça zor bir uğraş. Hele hele toplumsal cinsiyet konuları ve onun antagonist bağlamlarını olgular olarak ele almak daha da komplike. Bu ve buna benzer toplumsal cinsiyet meselelerinin tarihten bugüne kadar tartışılagelen konular olduğunu biliyoruz. Bağlamın bu noktasından hareketle bu yazıda, sosyal bilimler perspektifinden kadın kırımı kavramına yaklaşım düzlemi ve yöntem paradigması sorunsalını net olgular üzerinden ele almaya çalışacağız. Umarım zengin bir kontekst ve anlaşılır bir metin ortaya çıkar.
Cinsiyet ve cinsiyet ilişkilerinin anlamı, inşası ve dinamiklerinin kesişimsellik noktalarının tamamını bir makalede ele almanın mümkün olmadığı muhakkak, ama birkaç önemli tarihsel hususa değinmek de bir o kadar kaçınılmaz. Örneğin ele alacağımız konu bağlamında yer yer farklı ayrımcılık biçimlerinin, cinsiyetin, ten renginin, etnisitenin, inancın ve sosyal çevrenin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Bunlar hem bilgi ve bilgi üretimi hem toplumsal cinsiyet ve bilimsel bakış açıları, hem de eleştirel düşünme normları için önemli badireler. Zira Êzidî kadın-kırımının kaynaklandığı ayrımcılık düsturunun günümüze kadar devam eden kolonyal ve post-kolonyal sosyal yapıların bir devamı olduğunu düşününce konuya eleştirel bakmanın hayati olduğu ortada. Onun için kadın-kırımı sorunsalına genel bir perspektif ile bakmak yerine tarihi bazı referanslardan yola çıkarak Êzidî-Kürt-topluluğun maruz kaldığı ferman çerçevesinde kadın-kırımı üzerinden bir soyutlamayla yetineceğiz.
Kavramsal olarak ilk defa 1801 yılında İngiltere’de bir kadını öldürmek anlamında kullanılmakla beraber kadın-kırımı (femicide) kavramı 1976 yılında Diana Russell tarafından ele alınmış ve yaygın bir kullanım yelpazesine kavuşmuştur. Akademi dünyasında toplumsal cinsiyet araştırmaları ve Radford ve Russell’ın 1992’de yayımladıkları Kadın-kırımı (Femicide: the Politics of Women Killing)[1] eserleriyle öncü oldular ve yeniden bir tanım yaparak; femisidi erkekler tarafından kadın düşmanlığı ile işlenen kadın cinayetleri olarak tanımladılar. Feminist hareket tarafından benimsenen kavram, 1990’larda başta ABD’nde olmak üzere dünyanın birçok yerinde popüler hale geldi. Sosyoloji, epidemiyoloji ve halk sağlığı dahil olmak üzere çeşitli bilimsel disiplinler bu kavramı ele aldı ve bağlam, fail profilleri, risk ve koruyucu faktörler açısından kadın cinayetlerini analiz etmek üzere çözüm yaklaşımları geliştirdi. Böylece disiplinlerin her biri kadın-kırımına dair kendi tanımlarını geliştirdi. Tam anlamıyla, aksiyomatik olarak desteklenen ve kavramsal olarak geliştirilmiş bir “saf sosyolojik” terim, tümdengelimli bir şekilde tarihsel ve toplumsal süreçlerin gelişim dönemlerine uygun olarak ancak 90’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıkabildi. Uygulamalı sosyolojik çalışmalar ise daha geç bir döneme tarihlenmekte. Buna paralel olarak hem Birleşmiş Milletler hem Dünya Sağlık Örgütü kadın-kırımı (femicide/feminicide) kavramını benimseyip, bu terimi tanımladılar. Bugün kadın-kırımı, dünyanın dört köşesinde az veya çok her gün gerçekleşen, çok uzun zamanlardan beri var olan, ama kadınların eşitlik mücadelesi ilerledikçe hem yoğunluğu hem görünürlüğü artan, cinsiyet (gender) merkezli bir cins-kırımıdır. Gender terimi etimolojik tarihçe bağlamında ilk başta kadınlara hitaben kullanılırken bugün yer yer seksist saiklerle kullanılmaktadır. Gayriresmi tarihin lensiyle kadın-kırımı tarihine bakıldığında bu olgu çok farklı saik, biçim ve yöntemlerle de olsa hep süregelmiş bir cins-kırımıdır. Tarihten bugüne kadar süregelen bütün kadın-kırımlarının en esas kaynağı ise genellikle toplumun örf ve adetleridir. Dolayısıyla genellikle yasa koyucunun erkek olduğu toplumsal örf ve âdet kaideleri kadın için her zaman adeta bir ölüm yasası, fermanı olmuştur. Kadını toplumsal hayatın her safhasında uzaklaştıran ataerkil sistem ve onu besleyen, güçlendiren ve sağlamlaştıran gelenek ve görenekler, kadın-kırımının başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Mitolojik anlatılardan, felsefe, edebiyat ve tarih yazılımına kadar kadınlar hep toplumsal olay ve olguların dışında tutulmuş veya bilinçli olarak uzaklaştırılmışlardır. Mitolojik hikayelere konu olan tanrı ve tanrıça kavgaları sürekli devam etmiş ama tanrılar hep kurnazlıklarla kazanmışlardır. Tanrıların hinlik ve hileyle elde ettikleri toplumsal güç ve mutlak erk, zamanla emsalsiz bir cins kırımına dönüşen bugünkü şiddete evrilmiştir. Modern çağ aynı zamanda cins-kırımının kadın aleyhine yaşandığı dönemdir. Tek tanrılı dinler süreci, mülkleştirme ve köleleştirilme mefhumlarında derinleşen bir çağdır. İkinci cins kırılmasıyla da anneler tarafından yapılan ana yasaların (Matriarchát) yerine baba yasaları (Patriarchát) geçmiştir[2]. Böylece yasa koyucu erkek erkine geçince kadın kaderci, itaatkar ve ailenin vasıfsız işlerinden sorumlu bir köle haline bürünmüştür. Her ne kadar kültürel aktarımın aktarıcısı da olsa mevcut durumda bütün toplumsal imtiyazlardan mahrum bırakılmıştır. Kadın-kırımının hem nedeni hem de sonucu tam da bu mahrum bırakılma mefhumudur. Dolayısıyla tarihten günümüze kadar süren kadın-kırımının farklı yol ve yöntemlerle sürmesinin sebebi budur. Zaman zaman cadı avı adı altında, bazen Bosna’daki savaş esnasında kadınlara tecavüz edilmesi, bazen Êzidî kadınların kaçırılıp köle pazarlarında satılması, kimliksizleştirmesi, bazen de Irak’ta enfal ardılları olarak, Arap ülkelerine savaş ganimeti olarak kaçırılan Kürt kadınları şeklinde değişik biçimlerde devam eder kadın-kırımı. Orta çağda bilge kadınlara yapılanlar coğrafyamızda “modern çağın normlarına” göre sürmekte. Bir zamanlar engizisyon mahkemelerinde canlı canlı yakıldılar, giyotinlere sürüldüler, her türlü işkence, şiddet, taciz, tecavüze maruz kaldılar, kadınlar. Bugün ise o kadınların sırdaşları, ruh-kardeşleri olan kadın ruhlarını teslim alma, akıllarına hükmetmeye, iradelerini kırmaya çalışıyorlar. Direngen, bilge ve güçlü kadın değil, ruhsuz, köle, itaat eden kimliksiz kadınlar yaratmaya çalışılıyor. O nedenle birilerinin eşi, kardeşi, annesi veya birileri üzerinden tanımlanma gereği duyulan, korumasız bir kadın kimlik mefhumu oluştu. Kadına karşı uygulanan bu aidiyetsizleştirme ayrımcılığı bugün yaşanan şiddet biçimini ortaya çıkarmıştır. Kadının ruh ve beden bütününü bölen (split), hatta varlığına yönelik yıkım yönelimi sistematik bir şekilde bugüne kadar sürmüştür. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve buna bağlı cinsel saldırılar ve kadın cinayetlerinin giderek olağanlaşması kadın-kırımının sıradanlaşmasının önemli bir kanıtı. Devletlerin hem mevcut anayasaları hem de eşitlik ve özgürlük “ilkesizlikleri” kadın-kırımını normalleştirmekte. Bireysel yahut toplumsal örneklerde görüldüğü üzere çatışma veya savaşlar esnasında ilk olarak kadınların saldırıya uğraması kadınların erkeğe ait bir mal olarak görülmesinin de önemli kanıtlarından biri. Erkek dünyasının yegâne mal varlığı olarak saldırıya uğruyor ve savaş ganimeti olarak alıkonuluyorlar. Bilindiği üzere çatışmalar genellikle mevcut toplumsal gerilim hatlarını şiddetlendiren, yaraları kanatan ve adaletsizlikleri derinleştiren momentler. Dolayısıyla yaraların sarılmasından aile geçimini sağlamaya kadar birçok zor iş kadının omuzunda kalıyor. Werntz’in dediği gibi “Pek çok çatışma durumunda, kadınlar aileden sorumlu olmaya zorlanıyorlar, ev, tarla ve çocuklara bakmak zorunda kalıyorlar[3]”. Bütün bunları anlamak, kavramak ve çözüm önerileri geliştirmek, öncelikle cinsiyet sorunları üzerinde çalışmayı gerektirir. Ne kadar karmaşık olursa olsun, erk, güç ve yönetim ayrıcalığını hem küresel hem de yerel kültür ve ritüellere göre ele almak gerekir. Çünkü toplumsal normların baz aldığı kodları çözmeden ataerkil sistemi güçlendiren gidişatı sonlandırmanın imkânı yoktur. Çağ dışı gelenek göreneklerin bağrında doğan bazı kültürel öğelerin kadınlara empoze edilmesi, kadınları adeta post-kolonyal bir kölelik konumuna itiyor ve hatta kadınlardan birer “gönüllü köle terbiyecisi” yapılmaya çalışılıyor. Bu dayatmalar genellikle dini ahlak buyrukları referanslarıyla güçleniyor. Latin kadınların köleleştirilmesinin dinin caiz ve eleştirilemez konumundan kaynaklandığını biliyoruz. Böylece Tanrılara dayandırılan buyrukla kadınların köleleştirilmesi toplumsal kabul ile taçlandırılmıştır. Özellikle kadınların özgürlük, eşitlik, kendi hayatını idame taleplerinin yükseldiği dönemlerde bu tür baskıların çoğalması tesadüf değil. Kadın-kırımlarına yol açan bu tür toplumsal baskılar bütünlüklü bir şekilde tariflenmeden ve onlara karşı çıkılmadan devam eden kırımın durdurulması pek mümkün görünmüyor. Onun için kadın dayanışması ve kadın örgütlülüğü yükseltilmeli, inisiyatifler kurulmalı ve ataerkil tahakküme karşı mücadele yöntemleri geliştirilmeli. Öncelikle küresel düşünüp yerelde somut adımlar atılmalı. Başka ülkelerde gelişen durumlar birebir takip edilip dayanışma ve ortak mücadele evrenselleştirilmeli. Çünkü küresel baskı ve onun etkileri sonucunda ortaya çıkan kadın-kırımları da evrensel ölçekte vuku bulmakta. İster 1988 yıldaki Enfal katliamı esnasında kaçırılan Kürt kadınlar olsun, ister Bosna Savaşı mağduru kadınlar, isterse kendilerine Allah’ın askerleri diyen selefist güruh tarafından kaçırılan Êzidî kadın ve çocuklarına uygulanan insanlık dışı muamele olsun, hepsinin ortak yanı küresel projelerin yerelde uygulamaya geçirilmiş olması. Avrupa’nın tam ortasında 1992 yılında başlayan ve 14 Aralık 1995’e kadar devam eden Bosna Hersek’teki savaşın en büyük mağduru kuşkusuz kadınlar ve korumasız çocuklar olmuştur. Yaklaşık 310 bin sivilin katledildiği, milyonlarca insanın mülteci konumuna düştüğü, on binlerce kadının tecavüze uğradığı, sivillerin toplama kamplarında açlığa terk edildiği ve topluca öldürüldüğü bir savaş olarak kayıtlara geçmiştir. İnsan hakları aktivisti Bakira Hasecic yaşanan trajediyi şu sözlerle ifade etmiştir: “Kadınlar kablolarla yataklara bağlanıp tecavüze uğradılar ve işkence gördüler[4].” Bosna Savaşı’nın kurbanlarına destek sağlayan Snaga Zene Derneği’nin Başkanı Dr. Branka Antić-Štauber, savaş sırasında cinsel taciz ve tecavüze uğrayan birçok kadının toplumda damgalanma korkusuyla yaşadıklarını yıllarca kimseye anlatamadığını dile getiriyor bugün. Bu acıları yaşayan kadınları konuşmaya çağıran Doktor Antić-Štauber, “Eğer kadınlar konuşmazsa bu suçlar sanki hiç yaşanmamış gibidir. Eğer konuşulmuyorsa ortada suç ve suçlu da yokmuş gibidir[5]” diyor. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde coğrafyamızda yaşanan büyük bir Êzidî soykırımı oldu ve bu soykırımın aynı zamanda coğrafyanın halklarının eliyle yapıldığını söylemek durumundayız. Bu denli sarsıcı ve dehşet uyandırıcı bir olayın olması haliyle hepimiz için tekinsiz bir şey ama hiçbirimiz olanlara sırtımızı dönemeyiz. Dolayısıyla bu olgusal hakikat üzerine kronolojik olarak konuşmak, hatırlatmak, tekinsiz ve sarsıcı da olsa yüzleşmeliyiz. 3 Ağustos 2014 günü DAİŞ tarafından gerçekleştirilen katliam, her ne kadar öncelikle kadim coğrafyamızın kadim inancı olan Êzidî cemaatine karşı olsa da yine hedefinde bariz bir kadın-kırımı vardı. “Katliamın ilk üç gününde 7.500’den fazla insan katledildi, 10.000 üzerinde kadın ve çocuk kaçırıldı ve 300.000 üzerinde insan ise yerlerinden edildi,”[6] diyor Êzidî sosyolog Azad Barış. Ölenlerin ardından sessiz yakılan ağıtların dışında ne yazık ki pek bir şey yapılmadı. Kaçırılan, alıkonulan, taciz ve tecavüze uğrayan ve bütün dünyanın gözleri önünde köle pazarlarında satılan birçok kadının akıbeti hâlâ belirsizliğini koruyor. Belki bu soykırım coğrafyamızın en kadim halklarından birine karşı yapıldı ama hedefinde her zaman olduğu gibi bu sefer de kadınlar vardı. Onun için 3 Ağustos 2014 günü Êzidî ana yurdunda meydana gelen soykırım birebir bir kadın-kırımıdır. Çok uzaklarda bir yerlerde olmuş gibi bir ruh haliyle hareket etti birçoğumuz, oysa gözümüzün önünde, kalbimize komşu bir halk ve onun kadınları, o kırımın hedefindeydi. “Katliamın, soykırımın ortaya çıkardığı hakikat buydu ama birçoğumuz ne yazık o acı hakikatin karşısında ya sessiz kaldı ya da yeterince sahip çıkamadı”[7]. 10.000’e yakın kadın kaçırıldı, tecavüze uğradı ve köle pazarlarında satıldı. Bugün hala 3.500’e yakın kadının akıbeti belirsizliğini koruyor ve başlarına gelenleri ancak tahmin edebiliyoruz. “Kadın üzerinden, kültürü, geleceği, tarihi bir halkı bitirmeye çalıştılar, çünkü Êzidî kültüründe ve toplumda önemli bir yere sahipti. Bu soykırımla birlikte kadının toplum içindeki özgünlüğünü ve etkin olan iradesini kırmak üzere müdahale ettiler.” [8] Şengal’de yaşananlar bize bir kez daha gösteriyor ki ataerkil yapılar en başta eşitlikçi ve özgürlükçü toplulukları ortadan kaldırmaya çalışıyor. Dolayısıyla her kırım aynı zamanda toplumsal cinsiyet ayırımının bir devamı ve ataerkil dünyanın ölüm sanatının tam da kendisi. Bu bağlamda Êzidî soykırımını aynı zamanda bir kadın kırım pogromu olarak görmek ve gündemde tutmak gerekir. Toplumsal cinsiyet ayırımının bir sonucu olarak meydana gelen Êzidî soykırımı ve ona bağlı gelişen çağımızın en son kadın-kırımı… Bu hakikat bilince çıkarılmadan hem dünya hem de bölge kadın hareketlerinin meseleyi okuma konusunda eksik kalacağını bilmek lazım. Bu yüzden, o gün orada meydana gelen ve bugün hâlâ devam eden bu kırımın analojisini anlamak, kadınların adalet ve demokrasi mücadelesini görmek ve aktif biçimde içinde yer almak gerekir. Kadın kırımı, dünyanın dört köşesinde az veya çok her gün gerçekleşen, çok uzun zamanlardan beri var olan ama kadınların eşitlik mücadelesi ilerledikçe hem yoğunluğu hem görünürlüğü artan, cinsiyet merkezli cinayetlerdir. Dolayısıyla Êzidî kadın-kırımını soykırım çerçevesinde ele alsak da tarihten bugüne kadar süregelen kadın-kırımının bir parçasıdır. Êzidî soykırımı çerçevesinde ve en şiddetli hali ile meydana gelen Êzidî kadın-kırımının aynı zamanda kadının kendi üzerine düşünmesini ve örgütlenmesini de ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla yüzyılımızda dünyada yaşanacak olan kadın devriminin bu coğrafyada dalgalanacağına dair bir umuttur. Onun için Şengal dağına çıkan “o asi kadınları” hep hatırlamalıyız. Her geçen gün giderek büyüyen kadınların eşitlik mücadelesi yerleşip güçlendikçe, kadın-mücadelesinden rahatsız olan bir çevre de giderek daha fazla ses çıkarmaya başlıyor. İran, Türkiye ve Arap dünyası başta olmak üzere dünyada kadın-kırımına karşı yürütülen politikalar muhafazakâr, sağcı, yobaz, selefist dönem nostaljisi yapan çevreleri açıkça rahatsız etmiş olmalı ki 3 Ağustos 2014 günü birden ortaya çıkan ve hızla büyüyen aşırı mezhepçi DAİŞ ve bölgenin önde gelen bazı devletleri, Êzidî kadınları alıkoyma, kaçırma, tecavüz etme, gebe bırakma üzerinden kırıma tâbi tuttular! Aynı şekilde bugün Türkiye’de de bağnaz dinci, ataerkil tahakküm savunucusu, sağcı ve aşırı dincilerden oluşan bir çevre, kadın-kırımı ve buna karşı gelişen tepkiler arttıkça, dini referanslar göstererek kadın-kırımına yeni gerekçeler üretiyorlar. Bu ve buna benzer tehlikelere karşı toplumsal farkındalık ve ilkeli karşı koyma paradigmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.
Bilindiği üzere 11-12 Mart 2017 tarihinde Almanya’da gerçekleşen Uluslararası Êzîdî Kadın Konferansı’nda IŞİD çeteleri tarafından esir alınan Êzîdî kadınların bir an önce özgürleştirilmesi için uluslararası düzeyde etkili bir mücadelenin hayata geçirilmesi gerektiği vurgulanmış ve bu kapsamda 3 Ağustos tarihinin “Kadın Kırımı ve Soykırıma Karşı Uluslararası Eylem Günü” olarak ele alınması kararlaştırılmıştı. Yine daha önce Avrupa Parlamentosu tarafından “Êzîdî Soykırımı” olarak tanınmış ve uluslararası kuruluşlar da hazırladıkları raporlarda katliam için “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” kapsamında yer vermişti. Fakat buna rağmen Türkiye tarafından tanınmak bir yana Êzîdî katliamı hâlâ kınanmamıştır. Biz kadınlar bir kez daha yüksek sesle 3 Ağustos’un “Kadın Kırımı ve Soykırıma Karşı Uluslararası Eylem Günü” ilan edilmesi için hatırlatıyoruz. Diyoruz ki; Şengal’de kadın mücadelesi ve direnişi tüm kadınlara ilham oldu. Şengal’de kadın JİN’dir (Yaşam). Yaşamı asla öldüremezsiniz.
[1] Russell, Diana E. H.; Radford, Jill (1992). Femicide: the politics of woman killing. New York Toronto: Twayne Publishers
[2] Diana E. H. Russell, Roberta A. Harmes, Femicide in Global Perspective, New York: Teachers College Press, 2001
[3] Armin Werntz. Kriegsreporter: In Syrien festgehaltener deutscher Journalist wieder frei. Spiegel Online, 6 Oktober 2013
[4] https://tr.euronews.com/2018/06/04/tecavuz-magduru-bosnalikadinlariyasadiklaritrajediyi-yillar-sonra-anlatiyor
[5] https://tr.euronews.com/2018/06/04/tecavuz-magduru-bosnalikadinlariyasadiklaritrajediyi-yillar-sonra-anlatiyor
[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2018/07/24/3-bin-500-ezidi-kadin-kayip
[7] Azad Barış. Fermana Yazgılı Bir Halk: Ezdiler. Bianet, İstanbul, 24 Şubat 2016
[8] Azad Barış. Fermana Yazgılı Bir Halk: Ezdiler. Bianet, İstanbul, 24 Şubat 2016