Kadınların erkekler kadar mücadele edemeyeceklerini varsaymanın safdilliği beni her zaman hayrete düşürmüştür.
Virginia Woolf günlük yürüyüşlerinin aklını toparlamasına, yazacaklarına bir şekil vermesine olan katkısından bahseder ve yazar adaylarına da bunu tavsiye eder. Fiziksel hareketin meditatif etkisinin en çarpıcı örneğini kaya tırmanışı denediğim sırada fark edip hem çok şaşırmış hem de hayran kalmıştım. 30 metrelik düz bir duvarı andıran doğal kayaya tırmanmaya çalışırken, iplerle ne kadar güvenlik önlemi alınmış olursa olsun insan vücudu, biz şehir çocuklarının hiç bilmediği bir tepki veriyor. Sanki hiç emniyet yokmuş, o kayayı bırakırsa düşüp ölecekmiş gibi bir adrenalin patlaması yaşıyorsunuz. Ardından, arkanızda koca bir dünya dururken burnunuzun dibinde, gözlerinizden yalnız 5 cm. uzaklıktaki kayaya öyle bir konsantre oluyorsunuz ki ne geçmiş ne gelecek algısı kalıyor. Hayata gözlerinizi o an açmışsınız ve bir civcivin yumurta kabuğunu kıramazsa öleceği gibi siz de kayaya öyle yapışıyor ve azimle tırmanıyorsunuz.
Yürümeyi ne kadar çok sevdiğimi tam olarak ne zaman keşfettim hatırlamıyorum. Geçtiğimiz haftalarda yoga yaparken ayağımı sakatladım. Önceleri önemsemesem de bileğimde kımıldayıp duran şey bir türlü kendini unutturmadığı ve biraz yüklenirsem canımı yaktığı için her tür fiziksel aktiviteyi durdurdum. Hayatı aklının vücut bulmuş hali olan biri için oldukça zor bir durum. Ömrümde hiç rutinim olmadı. Her şey her zaman darmadağınıktı ve ben ancak böyle bir kaosun içinde rahat ediyordum. İşte bu hengâmede düzenli yaptığım tek şey onların “spor” dediği benimse ancak “özüne dönüş” diye tanımlayabileceğim şeydi. Birkaç haftadır bundan mahrum kalınca insan da bir değişikleşiyor. Hırsından evi köşe bucak temizliyor falan.
İşte, az önce tamamladığım temizlik sırasında ilginç bir şey fark ettim. Temizliğin de meditatif bir etkisi var. Çünkü bir yeri yaşanabilir kılıyorsunuz. Yapıcı bir etkinlik yani temizlik. Ben çekirdek ailemde hep yemek yapan taraftım. Yoktan bir şeyi var etmek gibi geldiği için. Bir de elimin lezzetine gelen övgülerden elbette J Temizlikse üretimden arta kalanların ortadan kaldırılması gibi geliyordu. Yıkıcı olmasa da temizleyici bir eylem. Oysa üreten eller kirlenir ve eskir. Üretim yapılan ortam dağılır. Üretmek doğadan aldığını doğaya geri vermektir. Doğa temizlik yapıyor mu mesela? Hayır. Dönüştürüyor. Ölü yapraklar kışın sonunda karlar erirken çürümeye başlıyorlar-dır herhalde- ve zamanla toprağa dönüşüyorlar. Öyleyse biz neden temizlik yapalım ki? Kirler üst üste biriksin ve toprağa dönüşsün. Ah! Hay aksi! Şehirde, apartmanlarda yaşıyoruz öyle değil mi? Ne toprağı? Ne besin zinciri? İçinde yaşadığımız bu tabuttan büyük kutularda bir şey çürüyecekse bu yalnız ömrümüzdür ve o da çürüyünce toprağa dönüşmüyor maalesef.
Neyse efendim işte temizliğin erdemini fark ettiğim böyle bir günde gark olduğum düşünceler beni, yer çekimini keşfetmiş bir çocuk gibi “Evreka!” noktasına ulaştırınca kendimi ekran karşısında buldum. Ekran deyince hemen heyecanlanmayın. Sanmayın ki bir film analizi yapacağım. Gerçi içinde yaşadığımız şu dünyanın filmini çekip uzaylılara izletseler, hikâye anlatmanın en temel gerekliliklerinden biri olan inandırıcılıktan mahrum olduğu gerekçesiyle kâinatın gelmiş geçmiş en kötü filmi seçerlerdi herhalde. Dünyayı Kurtaran Adam da bulunduğu sıradan bir basamak yükselmenin mutluluğunu yaşardı. Ne diyorduk? Ekran. Kastettiğim bilgisayar ekranıdır pek sayın misafirler. Telefonlarda “ayna” uygulamasını keşfettikten sonra bilgisayar ekranı da bana ayna gibi gelmeye başladı. Zira içimde kımıl kımıl tomurcuklanan fikir kurtçukları akli melekelerimi gıdıklamaktan öldürmeye teşebbüs edince ben de sanal kâğıda kusuveriyorum ki melekler ile melekeler bir süre daha beyin kutumun içinde ikamet etsinler. Yaş olmuş 38. Yolun yarısını geçsek de bir süre daha buralarda laklak etmeye niyetimiz var, yüksek müsaadelerinizle. Efendim, ne diyorduk? “Ben yapmadım, Miki yaptı”. Nam-ı diğer, konuya -ayh sonunda!- gelecek olursam:
Perşembe günü Amerikan Anarşizmi dersinde, İngiltere asıllı erkek hocayla Emma Goldman ve Lucy Parsons’ın metinleri üzerinde siyasal şiddet konusunu değerlendirdik. Kendisi Fransız İhtilali’nden İspanya İç Savaşı’na, kadınların mücadelenin en sıcak olduğu zamanlarda ne kadar aktif olduğundan ve erkeklerle eşit şekilde emek verdiklerinden; ancak mücadele bittikten sonra bu eşitliğin sürdürülemediğinden şikâyet etti. Üzerine bir de şu sıralar dünyanın çeşitli yerlerinde devam eden mücadelelerde kadınların yine erkeklerle eşit şekilde ön saflarda yer aldığından, ancak ilk verdiği örneklerdekinden farklı olarak bu kez karar mercilerinde de bulunduklarından bahsetti. Tarihsel analizinin yetersizliğini bir backhandle [ters vuruşla] yüzüne fırlatmadan duramadım. Yani eşitliği, şiddet üzerinden ısrarla tanımlayanına da ilk defa rastlıyorum. Zaten kadınların erkekler kadar mücadele edemeyeceklerini varsaymanın safdilliği beni her zaman hayrete düşürmüştür. İki cinsiyet arasındaki fiziksel güç farkı yadsınamaz. Diğer yandan, insan türü kadar tehlikeli bir tür yok şu yeryüzünde ve ne bileyim, mesela bir sokak kedisinin yavrularına yanaşmayı denediğinizde o küçücük yaratığın nasıl bir canavara dönüştüğüne şahit olan herhangi biri, bir dişinin, beygir gücüne çevrildiğinde sayısal olarak erkekten aşağıda kalacak kas kuvvetinin hiçbir öneminin olmadığını hemencecik anlayıverir. Hayır, yani bu ne özgüven! Seri katillerin çoğu kadın düşmanı ve siz bu temayı işleyen filmlerle büyüdünüz diye biz her seferinde size ne kadar tehlikeli olabileceğimizi kanıtlamak zorunda mıyız? İlla şiddet uygulayan kocalarını öldürmek zorunda kalan kadınların hikâyelerini ana akım sanat vasıtasıyla gözünüze mi sokalım? Ne istiyorsunuz yani?
Neyse efendim işte sonra ben de dedim ki siyasal şiddet hak kazanımı için mecbur kalınan bir olgudur. Dolayısıyla bir yan etkidir. Amaç “en az erkekler kadar çok insan öldüreceğiz” değil, “yeni, adil bir yaşamı birlikte öreceğiz”dir. Hani Zapatista kadınlarına baktığınızda bunu görüyorsunuz da. Yeni bir yaşam biçiminin filizlendiği, pratiklerin günden güne biriktiği böyle umut vaat eden bir örnekte tutup da yok etmeye odaklanmak, ancak evini köşe bucak hiç temizlememiş, gelen 10 kişilik misafir heyeti için beş çeşit yemek yapmamış bir aklın eseri olabilir. Benden söylemesi. Sizin sittin senedir teorisini yazıp da bir türlü hayata geçiremediğiniz o ideal yaşam biçimlerini, kanonda adını anmaya zahmet etmediğiniz o yazar+aktivist kadınların torunları dünyanın her yerinde uzun yıllardır pratik ediyor. Neler döndüğünü gerçekten anlamak istiyorsanız 1. O ev işleri yapılacak! 2. Kadın yazarlar daha çok okunacak. 3. Bi susulacak ki kadınlar daha çok konuşsun. İki kelam öğrenirsiniz. 4. Akademyalarınızda konuşmaya çekinen kadınlar fikirleri olmadığından değil, sizinle konuşmanın zorluğundan kendilerini rahatça ifade edemiyorlar. Ben o kadınların feminist etkinliklerde nefes almadan söz sırası beklediğini çok gördüm. Tartışma biçimleriniz o kadar yıkıcı ki insan bunu eleştirecek gücü bile bulamıyor bir noktadan sonra. Sonra efendim vay feministler niye kendi içlerine kapanıyor, vay bizi niye toplantılarınıza almıyorsunuz.
Buyrun efendim. Buradan yakın. Afiyet olsun.
Not: Ağzınızda kalan ekşi, acı tat için yazarı suçlamayınız. Miki yapmadı efendim, siz yaptınız! Ben sanıyordum ki bu aklı evveller Türkiye ile sınırlı ve sınır ötesi kaçış harekâtında her şey çok güzel olacak. Naiflik işte. Patriyarka dediğin Dünya adlı gezegenin laneti değil mi en nihayetinde? Biz sırf akıcı diye okuduğunuz bu yazıları yazmak zorunda kaldıkça bu çürük tat da bünyelerinize misafir olacak. Yıldız Tilbe deli değildir efendim. Sizin yarattığınız bu “doğal ortam”a uyum sağlamış, hepimiz gibi bir canlıdır.