Türkiye’de hemen her gün erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddete hukukun nasıl muamele ettiğini takip ediyoruz. Kadınların şiddeti bildirmelerine rağmen cezasızlıkla karşılaştıklarını, davalarda şiddet beyanlarının yok sayıldığını, dava süreçleri boyunca cinsiyetçi tutumlara, ifadelere maruz kaldıklarını ve verilen cinsiyetçi kararları izliyoruz. Feminist hukukçu Gülriz Uygur ile makalesi “Yargılamada Karşılığını Bulmayan Anlatılar – Karşılığı Bulunamayan Anlatılar”dan yola çıkarak sohbet ettik.
“Hukukta Anlatı” hakkında konuşacağımız makalenizin yer aldığı derleme kitabın ismi.[1] Siz neden böyle bir konuda düşünmeyi ve yazmayı önemsediniz? Feminist hukuk alanına girmeden önce, hukukta anlatı çalışmak bugün Türkiye’de sizin için ne ifade ediyor?
Hukukun bir anlatı olduğunu savunanlardanım. Hukukun anlatısını fark edebilmek, onun otoritesi altında zorluk taşır. Amacım hukukun anlatısını ortaya çıkaran ve bunun karşısında da farklı anlatıların olamadığını/oldurulamadığını ortaya koyan ve bunun üstesinden nasıl gelebileceğimize dair çalışmalar yapmak. Bugünün Türkiye’sinde farklı anlatıları ortaya koymanın son derece önemli olduğunu ve tek olanın sesini ancak bu şekilde duyabileceğimizi düşünüyorum.
Makalenizde hukukta yargılamada önemli bir yeri olan anlatıdan söz ediyorsunuz. Ancak her anlatının kararı etkilemede etkisi olmadığını belirtiyorsunuz. Bunu açıklarken başvurduğunuz iki ayrı tür anlatı var: “Karşılığı bulunamayan anlatı” ve “karşılığını bulmayan anlatı”. Açıklar mısınız?
Hukukta literatür dilinde baskın anlatı olarak belirtilen anlatı vardır. Ben bu baskın anlatıyı, yargılamada karşılığını bulan ve bulmayan anlatıları belirlemede kriter olarak kullanıyorum. Hukukta, baskın anlatının belirlediği anlatıyı, yargılamada karşılığını bulan anlatı olarak adlandırıyorum. Bu tür anlatı, yargılamada ulaşılan kararı etkiler.
Baskın anlatının dışarda bıraktıklarını karşılığı bulunamayan anlatı ve karşılığını bulmayan anlatılar olarak ikiye ayırıyorum. Karşılığını bulmayan anlatı, hukukun baskın anlatı tarafından belirlenmiş kavram ve terimleri içerisinde yer verilmeyen anlatılardır. Bununla ilgili olarak cinsel suçlardaki yargılama üzerinden örnekler verilebilir. Cinsel şiddete uğrayan kişinin anlatısının, bu kavramlar içerisinde yer bulamaması tipik örnek olarak karşımıza çıkar. Örneğin direnme ve rıza kavramları bunların başında gelir. Direnmeyle ilgili baskın anlatının kabul ettiği kritere girmediği sürece cinsel şiddete uğrayanın anlatısı karşılığını bulmaz. Baştan itibaren cinsel şiddete uğrayanın rızasının varsayılması baskın anlatıyla ilgilidir. Baskın anlatıda rızasının olmadığını göstermesi için vücudunda yaralar olması, bağırması ve hatta kendini öldürtmesi gerekir. Bunlar yok ise örneğin sesini çıkarmamışsa, anlatısı karşılığını bulamaz. Onun neden sesini çıkaramadığını anlatması da dinlemeye değer bulunmaz.
Karşılığı bulunamayan anlatı ise yargılama sürecinde üretilen anlatıdır. Yine cinsel şiddetten gidersek, cinsel şiddete uğrayan kişinin yargılamada yaşadıkları yeni bir anlatıya yol açar. Anlatı mahkemeye adım atmakla başlayıp, yargılamada yaşananları ve sonrasını içerir. Örneğin cinsel şiddete uğrayanın yaşadıklarının defalarca anlattırılması, yargılamada söz konusu olabilen cinsiyetçi ifadeler, uzayıp giden yargılama süreci ve bu süreçte sürekli şiddet uygulayanla karşılaşma gibi örnekler yeni anlatıyı oluşturur. Bu yargılama sürecinde üretilen anlatıdır. Bunun ise karşılığı bulunamaz.
Karşılığı bulunamamasının temel nedeni bunların yargılamanın doğal süreci gibi görülmesidir. Yani “yargılama zaten böyle bir şeydir” gibi bir kabulün olmasıdır. Günümüzde kabul edilen yeniden şiddete uğratmama (veya ikincil mağduriyete uğratmama) ilkesi bir anlamda karşılığı bulunamayan anlatıların farkına varılmasıyla ilgilidir. Bu farkına varma, en azından, yargılamanın yeniden şiddet üretmesini önleyici nitelik taşır.
Makalede söz ettiğiniz bilen özne olmak ile anlatı arasındaki ilişki nedir?
İnsan olarak bilme kapasitesine sahip varlıklarız. Bu kapasitemizi kullanacak şekilde hareket etmemiz gerekir. Karşılaştığımız durumlarda bu kapasitemizin kullanılmasına imkan verilmemesi veya verilse bile sözlerimizin duyulmaması /yok sayılması veya “hukuk dışıdır” olarak adlandırılması bilen özne olmamızı yadsımak anlamına gelir. Karşılığını bulmayan anlatılar da bilen özne olarak yok sayılmamızla ilgilidir. Anlatının karşılığını bulmaması, örneğin yargılamada değerlendirilmemesi demektir. Olayların akışında yaşayan kişinin deneyimlerinin ortaya konmasına fırsat verilmemesi demektir. Yine cinsel şiddetten gidilirse, şiddete maruz kalan kadının rızasının olmadığının ortaya konamaması ve “rızası vardı” genellemesinin bir türlü aşılamaması demektir.
Cinsel saldırı davalarında hem mahkemenin yargılama aşamasındaki soru ve yaklaşımlarında hem kararlarda (makalenizde bir “karşılığını bulmayan anlatı” örneği olarak) “rızası vardı” ile karşılaşmak (erkek) egemen hakikatin yani egemen anlatının ne olduğu açısından Türkiye hukuk pratiğinde artık tarihe geçmiş bir durum. Kadın cinayetleri yargılamaları açısından anlatıyı nasıl değerlendirirsiniz? Bu davalarda kadınlar hayatta değil, bu, anlatılar ve karşılıklar açısından bize ne gösterir ya da başka değinmek istediğiniz neler olabilir?
Baskın anlatının belirlediği rıza kavramı dışında iseniz karşılığını bulmayan anlatı içerisindesiniz demektir. Kadın cinayetleri davalarında da baskın anlatının belirlediği karşılığını bulan anlatılar söz konusudur. Baskın anlatının belirlediği “kadın”ın anlamı da burada başrol oynar. Bu “kadın”dan farklılaşan kadınlıklar üzerinden karşılığını bulmayan anlatılar bu davalarda da yer alır. Karşılığı bulunamayan anlatı da bu tür davalarda vardır. Yargılamada bu tür anlatı özellikle öldürülen kadınların yakınlarının yaşadıkları sonucu ortaya çıkar. Bununla ilgili en önemli örneği Ceren Damar davasında yaşadığımızı düşünüyorum. Öğrencisi tarafından katledilen Ceren Damar davasındaki yargılamada kadın olmakla ilgili üretilenler hepimize ait kimliğin ne kadar kolay harcanabileceğini yeniden ortaya koydu. Bu, bu yüzden, hepimizle ilgili bir anlatıdır da aynı zamanda. Bu anlatıyla karşılaşmak öldürülen kadınların yakınlarının kendilerini yeni bir anlatı içinde bulmasına yol açar.
Kadınların müşteki değil de sanık olduğu “hayatlarına sahip çıkan kadınlar”ın davalarına bakacak olursak peki, yani, ölmemek için kendilerine şiddet uygulayan erkekleri öldürmek zorunda kalan kadınların davalarını düşünürsek bu davalarda kadınların anlatılarını çizdiğiniz çerçeveden nasıl görüyorsunuz?
Bu tür davaları karşılığı buldurulmaya çalışılan davalar olarak görüyorum. Hukukta anlatı çalışırken farklı anlatıları ortaya koyarak karşılığı bulan anlatılar içerisinde karşılığı bulunmayanlara nasıl yer verebileceğimizi çalışıyorum. Bu anlamda karşılığı buldurulmaya çalışan davalar, karşılığı bulunan davalara geçiş sürecinde önemli bir adımı oluşturur. Ancak bu tür davaların, baskın olan anlatının içinde yerleşmiş bulunan kavram ve terimler içerisinde kendine yer bulmaya çalıştığını da söylemek gerekir. Diğer bir ifadeyle, mücadele mevcut olanı genişletme veya esnetme, onun alanını genişletme üzerinden gitmektedir. Bu tür mücadele önemlidir, ama yeterli değildir. Çünkü buradaki problem, mevcut olanın sınırlarını genişletme değil, onu değiştirme ve farklı sesleri de birlikte var etmeyle ilgilidir.
Bu davaların hepsinin kadınlar hangi pozisyonda olursa olsun aynı erkek şiddetinin sonucu olduğu malum. Feminist/kadın avukatlar ve aktivistler, takip ettikleri bu tür davalarda, bahsettiğiniz bu iki tür anlatıya yargılama süreçlerinde nasıl dahil oluyorlar? Anlatıların, örneğin, karşılığını bulmalarına etkileri oluyor mu?
Elbette. Bu anlamda geliştirilen dava takibi, davaya katılma ve stratejik davalama gibi yöntemler çok etkili. Bu yöntemleri çok daha fazla geliştirmek gerekiyor. Ancak bunu yaparken farklı bir dili de geliştirmek gerekiyor. Bu dili geliştirebilirsek karşılığı bulunmayan anlatılardan uzaklaşmamız da daha fazla mümkün olacaktır. Henüz bunun çok daha başındayız. Geliştirilmesi gereken dil, birlikteliği mümkün kılan bir dil olmalıdır. Örneğin yargılamanın iletişimsel bir doğası vardır. Bu iletişimsellik de baskın anlatılara göre değil, farklı anlatıları mümkün kılacak bir dil çerçevesinde olur. Bu dilin temel özelliği kapsayıcı olması ve tek durumlara yoğunlaşmayı mümkün kılmasıdır. Bu bağlamda hukukun soyut ve genel dilinin altında görünmez olanı ortaya çıkarabilmesi ve sesinin duyurulma olanağını sağlamasıdır.
Yazınızda bu anlatılara yaklaşımda bir etikten söz ediyorsunuz. Anlatı ihtimamı (narrative care) diye tanımlanan ve Judith Butler’a da referansla açıkladığınız bu etiğin feminist ve kolektif yanı nedir ve anlatının dinleyicisine nasıl bir sorumluluk yükler?
Burada etik ve politikanın birlikte ilişkisinden söz etmek gerekir. Bu tür anlatı hepimizin sorumlu olduğu gerçeğinden hareket eder. Sorumlu olduğumuzu kavradığımızda, bu başkasının problemi değildir. Bu benle ilgilidir. Kendimi gerçekleştirmem, bu sorumluluğu üstlenmekle gerçekleşir. Bu sorumluluk, örneğin cinsiyetimle ilgili olabilir. Kadın olmakla ilgili sorumluluğum başta içinde yaşadığım çevre olmak üzere bu tür şiddete karşı durmakla ilgili herhangi bir yerde ve her anda olabilir.
“Dertlenerek ilgilenmek” nasıl farklılaşır peki?
Dertlenerek ilgilenmek, sorumluluğu üstlenmek demektir. Soyut ve genel hukuk kuralları içerisine anlatıyı sıkıştırmak değil, tek olanın sesinde yer alan anlatıyı ortaya çıkarmak ve ona karşılığını buldurmak demektir. Dertlenerek ilgilenmek, karşılığı bulunan anlatılar içerisinde karşılığını bulmayan anlatılara yer açmak ve bunun mücadelesini yapmak demektir.
AİHM’in kadın cinayetleri ve cinsel suçlarla ilgili kararları, “anlatıların karşılığını bulmaya” yol açıyor mu?
AİHM’nin Opuz kararıyla birlikte, şiddete uğrayana ne olduğuna ve özellikle yetkililerle karşılaştığında yeni anlatıların yolunun açılmasına kısmen değindiğini görüyoruz. CEDAW ve İstanbul Sözleşmesine yer veren kararlarıyla birlikte bu anlamda karşılığını bulmayan anlatıların karşılığını bulanlar çerçevesine yer aldırılmaya çalışıldığı söylenebilir. Ancak burada da problem aynı, yine baskın anlatının belirlediği çerçeveye aldırma yaklaşımı egemen. AİHM de farklı bir dilin oluşturulup da bu anlatının içerisinde yer almasına henüz yaklaşmış değil.
Türkiye’de feministler hukukun yasadan ibaret olmadığını ve patriyarkal uygulamasının da önemli bir mücadele alanı olduğunu yıllardır söyleyip duruyor. İçinde bulunduğumuz otoriter sistem ve hakikat-sonrası (post-truth) dönemde, dertlenerek ilgilenerek anlatıyı feminist bir yerden güçlendirmenin hukukun patriyarkal pratiğini etkileyeceğini düşünüyor musunuz? Başka bir deyişle, anlatının dönüştürücü gücüne bugün hâlâ inanmak mümkün mü?
Hukuk elbette normlardan ibaret değildir. Hukuk normları kadar önemli olan, hukuk uygulamasıdır. Hukuk kuralları kendi başlarına uygulanmaz. Onları uygulayan insanlardır. Dolayısıyla uygulayıcının bakış açısı, hukuku adeta belirleyici konuma geçebilir. Bu nedenle, dertlenerek ilgilenmek başta olmak üzere belirli erdemlerin, güç ilişkileri temelinden hareket ederek, hukukun patriyarkal yapısını değiştireceğinden söz etmek mümkün. Bugün aslında bu değişikliği de yaşıyoruz. Bunu yukarıda da ifade ettiğim karşılığı buldurulmaya çalışan anlatılar terimiyle belirtmeye çalıştım. Anlatının gücünü bu tür anlatılar bize gösteriyor. Ancak dediğim gibi, henüz soyut ve genel terimler içerisinde oldurulmaya çalışılıyor. Oysa tek olanın sesine yer veren veya diğer bir ifadeyle tek olanın sesini duyurmasının yolunu açan ve onun bilen özne olma kapasitesini ortaya çıkartan ve bu kapasiteyi yeşerten anlatılar peşinde olmalıyız.
[1] Hukukta Anlatı – Hukukun Anlatısı, ed. Gülriz Uygur, Zeynep İspir, Seçkin, 2021.